Yeter ki Sokağımızın Huzuru Kaçmasın!
Bugün bir dizi uyarlamasıyla tekrardan Türkiye’nin gündemine oturmayı başardı Huzur Sokağı. Fakat oldukça mutasyona uğramış bir vaziyette.
ZEYNEP ÇAKIR / YENİ ASYA
Klâsik, klişe ama bir o kadar da muhatabını etkileme gücü yüksek olduğu için mevcut ürünü pazarlamakta, kaçınılmaz reklâm sloganlarından biridir: “Bunu alın, elinize aldığınız andan itibaren hayatınız değişecek, ezberleriniz bozulacak, bambaşka insan olacaksınız! Ürünümüzden memnun kalmazsanız bir hafta içinde geri iadeyi kabul ediyoruz!”
Değme reklâm ajanslarının türlü pazarlama oyunlarıyla yapamadığını, 1970’li yıllara damgasını vuran bir kitap yaptı. Tefrika edildiği andan itibaren Türkiye gündeminin tepesine oturdu. Roman hâline geldiğinde ise, eline alan bırakamadı. Okuyanın hayatını değiştirdi. Toplumun hidayet dönüşümünde büyük rol oynadı. Delikanlılar imanlı ve yüksek ahlâklı bir genç olmanın nasılını “Bilâl” karakteriyle özdeşleşerek hayatına geçirmeye çalıştı. Dönemin genç kızları ise, imanlı ve şuurlu bir Müslüman hanım olma yolunda “Feyza”yı örnek aldılar. Hilâl’in okul hayatında yaşadığı sıkıntılar, üniversitede başörtüsü ile okuma mücadelesi veren genç kızların tesanüd noktası oldu.
“Huzur Sokağı” romanı hidayet ve aşk romanı olarak çok dar kalıba sıkıştırılsa da, yazarın idealist ve aksiyoner kişiliği ve dâvâsına sadıkiyetiyle bütünleşerek; aslında unutulmaya ve reddedilmeye mahkûm edilmiş bir şiarın, yani “tesettür bilinci”nin uyanmasını sağladı. Bu yolda çekilecek çilelerin göğüslenmesine yönelik manevî donanımın kazanılması gibi bir hizmetin lokomotifini oluşturdu.
Kullanılan dilin gücü, karakterlerin capcanlı tasviri, kahramanların bir film macerasını aratmayan serüvenleri, “face” veya “twitter” hesaplarının henüz dünyaya gelmeden pabucunu dama atacak takipçilerinin çokluğu ile de bir fenomendi. Yazarın her konferansı Türkiye’yi ayağa kaldırıyor, salonları tıklım tıklım dolduruyor, Bilâl ve Feyza’nın gerçekte kimler olduğunu merak edenlerin, hayatının Bilâl’ini veya Feyza’sını arayanların mektuplarının ardı arkası kesilmiyordu. Hatta, Allah’ın rızasına uygun yaşama gayretindeki bir gencin yuva kurma arefesindeyken, yazarın kapısına dayanarak tutacakları evin huzur sokağından olması için ısrar ve yakarmalarla sokağın tarifini isteyecek kadar işi ileri götürenler vardı.1 Sadece bu kadar mı? O yıllarda “doğan çocuğa isim“ patlamasında yine Bilâl, Hilâl, Feyza üçlemesi başı çekiyordu.
Bütün bu bilinenler bir tarafa, romanın kitleleri kendine bağlayan asıl zembereği; unutulmuş, reddedilmiş, ötelenmiş fıtrî bir hayat tarzını, bir sokağın sakini olarak yaşatmaya yönelik, açık bir dâvetin ustaca ve samimane yapıyor oluşundaydı.
Yazarın şu satırlarla idealize ettiği sokağın mensubu olmayı kim istemezdi? Kim böyle bir atmosferde huzuru bulmazdı? Kim böyle bir dâvete icabet etmekten içtinab ederdi: “Sakinleri, kanaat ve huzur içinde yaşayan, zenginlik ve debdebede gözleri olmayan mü’min ve mütevazı kimselerdi. Bu mütevekkil, asil insanlar, bütün fakr u zaruretlerine rağmen yaşayış tarzlarından gayet memnun, içinde bulundukları hayat şartlarından dolayı da o derece müsterihtiler… Bu sokak, adeta yılların tahribatı ile aslî veçhesini kaybetmiş, maddeci ve materyalist insanların hırs ve ihtirasları üzerine inşa edilmiş, yeni ve modern İstanbul’un bir parçası değil de, Osmanlı devrinin bütün ince ahlâk ve faziletlerini sinesinde yaşatan ve sanki şu tefessüh etmiş cemiyetle bütün bağlarını koparmış asude bir köşeydi…
“Herkeste köklü bir gönül birliği vardı… Herkes birbirine karşı sonsuz bir sevgi, derin bir muhabbet, samimî bir kardeşlik, candan bir bağlılık duyardı… Komşuluk münasebetleri öylesine kuvvetliydi ki, şairin: ‘Ferde râci sadmeden efrâd olurmuş lerzedâr’ dediği gibi, sokak sakinlerinden bir kişiye veya aileye gelen herhangi bir musîbet ve felâket, bütün sokağın derdi ve elemi olur, felâketzedeye yardımcı olmak, onu teselli etmek, derdine derman olmak için herkes birbiriyle göz yaşartıcı bir fazilet yarışına girişirdi…
“Bu sokakta herkesin, ateşten çekinir gibi çekindiği ve en ziyade nefret ettiği şey, dedikoduydu… Hiç kimse, hiç kimsenin arkasından konuşmaz, kimse birbirini çekiştirmeye tevessül etmezdi… Herkes birbirinin kusurunu hoş görür, ayıbını yüzüne vurmazdı. Çekememezlik, hased, kıskançlık ve rekabet gibi hisler, bu faziletli insanların kalbinde yer bulamıyordu bir türlü… Çünkü herkes kardeşinde, komşusunda olan yüksek meziyetle iftihar ediyor, onun meziyetini, kendi meziyeti olarak kabul ediyordu…
“Hâsılı, İslâm ahlâk ve yaşayışının topyekûn iflâs ettiği şu bozuk cemiyet içinde bu sokak, tesanüd, teavün, ittihad, ittifak ve uhuvvetin âbideleştiği bir fazilet, bir asalet, bir şecaat otağı, kalbleri birbiri için çarpan fertlerden müteşekkil sarsılmaz bir aile ocağıydı…” 2
1970’li yıllardan itibaren cemiyeti dönüştürmede etkisi çok olan, şahsî hayat hikâyelerimizde ve kütüphane raflarımızda müstesna yeri bulunan bu kitabın filmi de aslına oldukça uygun biçimde ve bazı sahneleri yazarın evinde çekildi. Feyza rolündeki aktristin başörtme stilisti de yazarın ta kendisiydi. Romanın etki gücü burada da kendisini gösterecek, bu kez de sinema salonları hıncahınç dolacak, yazarla yapılan bir röportaja göre rolüyle özdeşleşen oyuncu, bu hayatın dışında kalmaktan ötürü duyduğu hüznü gözyaşları içinde itiraf edecekti.
Bugün bir dizi uyarlamasıyla tekrardan Türkiye’nin gündemine oturmayı başardı Huzur Sokağı. Fakat oldukça mutasyona uğramış bir vaziyette. “Kendi gitti adı kaldı yadigâr” nev’inden. Gerek oyunculuk ve gerekse muhtevayı yansıtmak adına oldukça tenkide açık birçok hususîyet arz ediyor. Bilâl ve Feyza rolündekiler sanki silâh zoruyla oraya getirilmişcesine, uzay boşluğunda, tamamen yabancısı oldukları bir dünyayı yansıtmaktan fersah fersah aciz durumda. Çekim bitse de rahat nefes alsak dercesine sun’î... Hele hele Bilâl’in istifade ettiği ve Feyza’nın hidayetine vesile olan Risale-i Nur gerçeği ise, şimdilik buhar olmuş vaziyette. Yerine Mevlânâ öğretisi teğellenmiş.
Gerçi bu biraz da tutarlı. Çünkü risale kültüründen beslenen hiçbir gencin öyle uluorta ne tesettürlü ne de modern bir genç kızla konuşup görüştüğü, şimdilerde bilemeyiz, ama o yıllarda ne görülmüş ve de ne işitilmiş bir durumdu. Bilâl’le Feyza’nın karşılıklı konuşması iki ciltlik romanda topu topu üç kezdir. Birinde iffetli bir genç kızın gece vakti yalnız sokakta olması ve bir gençle konuşmaya yeltenmesi Bilâl tarafından kibarca reddedilirken, yıllar sonra bir manifatura dükkânında bu kez de Feyza Bilâl’in kendisine hitabını; “Yanlışınız var, bir başkasına benzettiniz galiba” karşılığıyla engelleyecektir. Finalde ise, “Benden sonra sana neden sadece Bilâl diye hitap ettiğimi izah edersin” diyecektir Feyza... Gençlik hissiyatının baskın unsuru olan aşkın; platonik sınırları zorlaması ancak bu kadardır.
Dizide ise her fırsatta Feyza ile Bilâl konuşacak bir şeyler bulurlar. Romandan bağımsız karakterler senaristin isteğine göre rol keserler. Şubat soğuğundan kalma baba, fitne fesat yuvası üvey anne, içten pazarlıklı arkadaşlar Feyza cephesinde kümelenirken, karşı tarafta ise kızını vermek için onurunu ayaklar altına alan ve oğlanın anasıyla yüz göz olan bir annenin, idealize edilmiş bu sokağın sakini olma kontenjanına nasıl dahil olabildiği gerçekten meraka şayandır. Anlaşılan kitap dizi haline gelince “Huzur Sokağı” da neredeyse “Dallas”a transfer olmuş bir görünüm arz eder…
Fakat öte yandan dizi her izleyişimizde madalyonun bir diğer yüzünü göstermeye, eleştiriyi kendimize yöneltmeye sevk etmesi açısından da manidardır. Kitap-film-dizi serüveninde geçen süreç içinde dindar hassasiyetlerin eskisi kadar koruyup korunmadığını bu seyirle test etmek de mümkündür. Bugünün İslâmî hayatı benimsemiş gençlerinin ne kadarı kız erkek arkadaşlığından sakınır vaziyettedir? Maddî refah ve konforun hayatın öncelenen ilk unsuru olması ve bu uğurda verilen tavizlerin dökümü yapılsa bu imtihandan kaç kişi yüz akıyla çıkabilir? Dahası bugün kaç dindar genç kız, eşinin sadece dindar olmasıyla yetinebilecek fazileti sergileyebilir? Hakeza sırf imanı uğruna zenginlikten fakirliğe düşen Feyza’nın izzetli ve minnetsiz duruşuna benzer şekilde bir gayretin içine girebilir?
Sakinleri sokağın ana damarı olan özellikleri temsil edemedikten ve daha da acısı; çoktan caddelere aktıktan sonra huzurun bir sokak ismi olarak kalmakla mahdut ve mahkûm olmasından daha tabiî ne olabilir? Can yakıcı sorulardan bir tanesi daha: Bugünün Bilâllerinden kaçta kaçı tercihini Feyza yerine Şükran’dan yana kullanabilir? Cevaplar vicdan terazisinde eksik tartıyorsa bilelim ki; dizideki ayrım kadar keskin olmasa da sokağın huzuru kaçmış demektir.
Fakat her ne olursa olsun, kitabı yazanın ihlâsının, kitabın orijinaline sahip kalınmayan tahribata uğramış yanıyla bile hizmetini yaptırmaya devam ediyor olmasıyla bir kez daha tebarüz etmesidir. İspatı ise; Şükran karakterini canlandıran Sinem Öztürk’ün başlangıçta “Başörtüsüyle görüntü kirliliği yaratmayayım diye korktum” gibi bir düzlemden, karakteriyle özdeşleştirip bu sokağın sakini olmaya namzed olabilecek aşağıdaki açıklamaları yapma seviyesine getirebilmiş olmasıdır:
“Soru: Tesettürlü bir karakteri canlandırmak nasıl bir duygu? Neler hissettin?”
“Cevap: Ben tesettürlü olmaktan ziyade öncelikle Şükran’ı anlamaya çalıştım. Yani başörtüsünün altındaki duygularını, hayatını, kalbini. Çünkü bizi biz yapan insanî değerlerimizdir. Kalbimizdeki sevgidir. Başörtülü veya değil. Aslolan insandır. Günümüzde başörtüsü takan ve önyargılar yüzünden görmezden gelinen birçok genç kızımız var. Onların da hikâyelerinin anlatılması gerekiyor.”
“Huzur Sokağı’nı senin için özel kılan unsurlar neler?”
“Huzur Sokağı’nın en güzel özelliklerinden biri herkesin barış içinde yaşaması. İnsanlar sadece birbirlerinin gözlerine ve yüreğine baksa, kimse karşısındakinin başında başörtüsü var mı yok mu fark etmez. Aramızdaki mesafeler yok olur. İki ayrı taraf değil biz oluruz. Ben de sevgi bağları ve iki taraf arasında köprüler kuracağına inandığım projemizde Şükran’a hayat verdiğim için çok mutluyum..”
“Sence canlandırdığın karakter nasıl biri?”
“Şükran çok temiz kalpli, yardımsever ve hassas bir genç kız. Anaokulu öğretmeni ve çocukları çok seviyor. Ataerkil bir ailede büyümüş. Gerek ailesine gerek diğer insanlara karşı saygılı, güleryüzlü. Ama asıl yüzünü güldüren Bilâl. Küçüklüğünden beri başta annesi olmak üzere bütün mahalle sakinlerinin yakıştırdığı ve evlenmelerine kesin gözüyle bakılan Bilâl’i bütün kalbiyle seviyor. Sevgisine karşılık alamazsa aşkını sonsuza dek kalbine gömecek kadar da gururlu bir insan.”
“Peki başörtüsünü taktığında neler hissediyorsun?”
“Başörtüsü taktığımda Şükran olduğumu hissediyorum ve gün geçtikçe karakterime daha çok alışıyorum. Gerek izleyenlerden, gerekse arkadaşlarımdan öyle güzel yorumlar geldi ki anlatamam. Dolayısıyla çok mutluyum.” 3
Dipnotlar:
1- Bir Çığır Öyküsü, Şule Yüksel Şenler, Demet Tezcan- Timaş Yayınları, İstanbul, 2007, shf-220.
2- http://www.birazoku.com/huzur-sokagi/
3- http://www.haberturk.com/medya/haber/782831-huzuru-huzurda-buldu
Kaynak: YENİ ASYA