Yanlışlarını, cübbelerin, üniformaların altına gizlenmeden kabullenmek

Yanlış ve hataları, cübbelerin, üniformaların altına gizlenmeden kabullenmek de bir yiğitliktir!. Başlığıyla Haksöz Haberden; 'Selahaddin E. Çakırgil' Yazdı:

Yanlışlarını, cübbelerin, üniformaların altına gizlenmeden kabullenmek
Bazı alacak mes’elelerinin veya hakkında ortaya atılan bazı çirkin iddiaların peşini bırakmamak adına, bir takım çete oluşumlarıyla işbirliği yapmak -ve tutukluluk gerekçesinde yazıldığı iddia olunan şekliyle- ’Tehdit, Mafya ile ilişki, Şantaj, İnsan ticareti, Fuhşa aracılık etmek!’ ithamıyla son günlerde tutuklanan ve kamuoyunda üzerindeki libası ile nam salan bir kişi üzerinde konuşmak, ’fakir’ için, taa baştan beri hep ağır gelmiştir.. Bu yüzden, 10 yıl öncelerden beri, onun hakkında dile getirilen eleştiriler, hep isim verilmeden ve dolaylı anlatımlarla ifade edilmeye çalışılmıştır..

Üstelik, hedefimiz de kişiler değil, zihniyetlerdir..

Sözkonusu kişi, bu zamana kadar yazık ki, o libasıyla çağrıştırdığı itiqadî ve kültürel değerlere az-biraz ilgi duyanlara bazı ünlü komedyenlerle yarıştırırcasına mesajlar vermekten kendisini uzak tutamadı.. Çıktığı tv. proğramların reiting/ izleme rakamlarının tavan yaptığı ileri sürüldükçe, onun adrenalini de daha bir yükseldi..

Ve sonra, çok çirkin iddialarla ve mevcud kanun düzeni açısından da tehlikeli olan ilişki iddiaları onun pek sevdiği internet sitelerinden de göz kırpmaya başlayınca..

Bir başka noktaya gelindi..

*

Ve sonunda, içeri alındıktan sonra, hakkındaki ithamlar daha bir özelleşti ve de iğrençleşti..

Konunun o tarafıyla ilgilenmek, günahın tasvirine de vesile olacağından, kenarından teğet geçmekle yetinilmesi, en doğrusu olsa gerek.. Kaldı ki, benzer çirkin iddialar konusunda, ideolojik açıdan en karşıtı olduğumuz bazı ünlü siyasetçilerin gizli halleri üzerine konuşmaktan da yine aynı gerekçe ile uzak durmayı usûl ittihaz etmenin sağlıklı bir tedbir olduğuna değinmişizdir, geçmişte..

Bu bakımdan, bu gibi iddia veya ithamlar bizim ilgi ve bilgi alanımız dışındadır ve kendisi de, bağlılarına hitaben içerden yayınladığı bir mesajla, bütün bu iddiaların çirkin bir tuzak olduğunu belirtiyor..

Bu da mümkün..

Hele de bugünkü teknolojik imkanlar açısından, bu daha bir kolay..

Ama, bugün kendilerine tuzak kurulduğunu ileri sürüp yakınanlar, dünlerde de başkaları için nice karalama kampanyalarını yürütürken, modern teknolojinin imkanlarından aynı şekilde istifade etmemişler midir?

*

Ancak, sözkonusu kişinin, inancımızın ahlâkî ve de şer’î-mantıkî sınırlarını zorlayan ve yıllardır sürüp gelen beyanları ve sergilediği sonu gelmez soytarılıklar karşısında hep sessiz ve tepkisiz mi kalınmalı?

(Tekrar edelim, o kişinin gizli halleri sözkonusu edilmemekte, kamuoyunun önünde ap-açık olarak dile getirdiklerine değinilmektedir..)

*

Bizim mahallenin yanlışlarına göz mü yummalıyız?

Tanıdığım bir işadamı birkaç yıl önce ziyaretime gelmişti, misafirim oldu.. Gecenin geç saatlerine kadar süren uzuun sohbetlerden anladım ki, o da, bu kişinin yakın çevresinden.. O gibilere destek vermenin onu yanlışlarında ve soytarılıklarında daha bir gemlenemez hale getirdiğini ve sadece o cemaate değil, bütünüyle müslümanların izzet ve şahsiyetlerine leke oluşturduğunu, ikaz edilmesi veya etkili olmazsa onun yalnız bırakılması gerektiğini anlatmaya çalışmıştım..

Muhatabım ise, ’Efendi hazretlerinin üzerinde çok etkili, bu yüzden onun etrafını boş bırakmamak gerekiyor..’ gibi maslahat hesablarıyla kendi desteklerini izah etmeye ve mâzûr göstermeye çalışmıştı.. (Efendi hazretleri denilen kişi, bu kişinin de bağlı olduğu bir cemaatin yaşlı hocasıdır..)

Halbuki, sözkonusu M. Efendi’nin yakın çevresinden bazıları ise, onun artık kendisini kontrol edemiyecek durumda olduğunu belirtiyorlardı..

Her sözünü ’efendi’sine nisbet ederek söylediğini belirtmeye özel bir dikkat gösteren bu kişi ise, kamuoyunun merakını tahrik eden konuşmalarını olanca frensizliğiyle sürdürüyordu..

’Biz Ehl-i Kıble olanı tekfir edemeyiz..’ şeklindeki Ehl-i Sunnet kuralına rağmen, bu zât, önüne geleni ’tekfir’ etmekten ve birilerinin üzerine ’Ehl-i Sunnet inancını korumak’ adına, cîfeler sıçratmaktan bile çekinmiyor ve bunu tv. ekranlarından sık sık yapıyor ve konuşmalarının ’you tube’ denilen paylaşım sitelerinden yayınlanacağının haberini de bizzat veriyordu.. Kendisi, başka konularda, hemen bid’at suçlaması yaparken, kendisinin benimsediği bu usûlün ne olduğunu kimse sorgulayamıyordu..

Bir tarihte, onun yaptığı tv. sohbetlerindeki tahrik edici ve bir müslüman halkı mezhebleri dolayısiyle toptan tekfir edici sözlerden etkilenen ve onu pişman etmek için esaslı bir tepki vermek isteyen gençleri, ’Sakın, öyle bir şey yapmayın..’ diye  frenleyen müslümanları da biliyorum..

*

1999-Marmara Depremi sonrasında Almanya’da verdiği vaazlerinden birisinde, ’Efendi Hz.leri’ dediği zâtın rüyasına sığınarak, ’deprem bölgesinde ölüp ahirete intikal eden 20 bin kişiden bir kişi bile Cennet’e girmemiştir..’ diyecek kadar acımasız ve insanlık dışı yaklaşımlarla, insana ’yuh..’ dedirttirecek derecede hayalî deprem suçlularını gösteren de bu kişi idi.. Sözkonusu kişi, o sözlerinin hemen ardından da, depremde evlerin yıkılmaması veya yıkıntılar altında ölümden kurtulmak için okunması gereken duaları ihtiva eden ve kendisi tarafından yayınlanan dua kitabçıklarının satın alınmasını ve amma, fotokopisinin yapılması halinde hakkını helal etmiyeceğini de ekliyordu..

Tam bir maskaralık ve menfaat pazarlamacılığı..

Onun cemaati de bu maskaralıkları genelde, sessizce ve hattâ sempatiyle bile karşıladı.. O halde, birilerinin yanlışlarının frenlenemez hale gelmesinde, bu gibileri içlerinden atamadıkları için, müslüman cemaatlerin de sorumludurlar..

O günlerde, bu konuyla ilgili olarak, Millî Gazete’nin Avrupa baskısında yazdığım bir tenkıd üzerine; o kişinin bağlıları, gazetenin yüzlerce abonesinin ayrılacağı tehdidinde bulunmuştu.. Halbuki, ben yazıda, onun isim ve lakabından söz etmemiş, değişik bir lakabla anılan bir kişiden söz ediyor gibi yazmıştım.. Benimle telefonda oldukça hırçın bir tarzda konuşan bir kişiye, ’Ben başka lakablı bir kişiden söz ediyorum, siz bir başkasını anlıyorsunuz..’ dediğimde, zavallı, ’Yahu âbi, bir de öyle birisi mi var?’ demek zorunda kalmış ve ona, ’Eğer, o dediğiniz zat da tıpkı böyle laflar ettiyse, sözüm elbette onadır da.’ deyince, muhatabım yeklenleri ancak böylece indirmişti..

Ama, komedyenlerle palyaçoluk yarışına girmişçesine sözler söyleyen sözkonusu zâtın vukuatı bitmiyordu ki..

Bu kişi, Munich’de yaptığı bir toplantıda, (çok affedersiniz ve hâşâ) Hz. Peygamber’in idrarını yanlışlıkla içen bazı kişilerden söz edip onlara cehennem ateşinin değmediğini ileri sürüyor ve ’Ahh, keşke ben de içebilseydim..’ diye bir tuhaf vecde geliyordu.. Bu konuşmanın videosunu izlediğimde, yine ismini vermeden kaleme aldığım ağır bir eleştiri yazımın  ise, o sırada yazmakta olduğum gazetede yayınlanmadığını daha sonra farketmiştim.. Sebebini sorduğumda ise.. ’Müslüman cemaatlerle zıdlaşmamak’ gibi bir gerekçe dile getirilmişti..

İnsanı alçaltmak ve köleleştirmek için değil, yüceltmek için gelmiş bir dinin adına, o dinin müntesiblerine, insan izzet ve haysiyetine böylesine aykırı ve hattâ daha da iğrenç rivayetleri yakıştıran bu gibi kimselere karşı, ’efendi’si de, cemaati de yıllar boyu, ’ağzı iyi laf yapıyor, kitleleri iyi etkiliyor, ekranlarda bol izleyici topluyor, mesajımızı milyonlara ulaştırıyor, inancımızı eziklik duymadan ve herkes tarafından rahat anlaşılacak bir şekilde anlatıyor..’ gibi gerekçelerle, alenî veya zımnî destekler verdiler..

*

Bir akşam, bir dost, telefon etmişti.. Bu video görüntüsünde dile getirdiği konuda konuşmak istediğini  belirterek.. O kişi, ’Bunları telefonda konuşmayalım..’ diye kapatmıştı.. Tekrar telefon açıldığında ise, telefona bir başkası çıkmış ve ’Lûtfen efendi hazretlerini rahatsız etmeyin..’ demişti.. O zaman da, arkadaşımız açmış ağzını, yummuştu gözünü ve tabiatiyle telefon kapanmıştı..

Sonra..

Aynı cemaatin seçkin hocalarından Bayram Ali Efendi, camide yüzlerce kişiye vaaz verirken, o yüzlerce dinleyicinin gözleri önünde bir kişinin bıçak darbeleri arasında öldürülmüştü..

Ama, o yüzlerce kişinin, o saldırıya engel olamayışları bir tarafa; saldırgan, bir anda yüzlerece kişinin tekme darbeleri arasında ezilerek öldürülmüş ve böylece, o cinayet karartılmış; kaatilin, o hocayı, -bir cinnet haliyle mi, bir özel husûmetle mi- niçin öldürdüğü anlaşılamamıştı..

Asıl hayıflanılması gereken konunun bu durum olduğunu yazdığım makalem de yayınlanmamış ve sorduğumda, ’Senin bilmediğin konular var işin içinde..’ denilmişti..

O konuyla ilgili yığınla spekülatif yorumlar yapılmıştı.. Bunlardan birisi de, ’Efendi hazretleri’nden sonraki liderlik kavgası’ olarak gösteriliyordu..

Ve birisi vardı, ağzı laf yapan, fren tutmaz dilini istediği gibi konuşturan.. Görüşlerini âyet ve hadislerle güçlendirmekte özel bir maharet sahibi olduğunu sergileyen..

Hele, yayınladığı bir kitabının önsözünde ’Efendi hazretleri’ dediği zat için kullandığı öyle övücü ifadeler vardı ki, aman Allah’ım!.

Malta adasına gidip orada, yığınla üryan kadınların arasında sür’at tekneleri ile kayak yaparken çekilmiş fotoğrafları sorulduğunda, ekranlarda, milyonların huzurunda, ’Ben şeker hastasıyım,gözlerim iyi görmediği için etrafımı iyi göremem..’ gibi te’vil yoluna tutunan da o idi; ’eşinize 16 bin dolarlık saat almışsınız..’ denildiğinde ise, ’Yanlış.. o saat, hem hediye idi, hem de 16 bin dolarlık değil, 5 bin dolarlıktı..’ diyen de o idi ve bütün bunlar ve daha niceleri hep tebessümle geçiştirilmişti..

Onu henüz birkaç ay önce, ’Ne kadar çok salâvat, o kadar çok huri..’ diye, cemaatine muştular sunarken görmüş ve utanmıştım.. Bir inancın bu kadar basit, bayağı ve aşağılık  emeller için malzeme haline getirilmesine karşı insanın nutku tutuluyordu.. Çünkü, karşısındaki kitlenin aklı-fikri sanki mide ve daha aşağıdaki organlara indekslenmiş gibi bir görüntü veriyordu..

Bu zat, kurnazlığı da elden bırakmıyor ve o kadar hurilerle rahat edemiyecekleri, hanımlarının kendilerini rahat bırakmıyacakları gibi akla gelebilecek en uçuk farazî sualleri bile hemen karşılıyor ve ’Hiç merak etmeyin, onların orada sinir uçları alınacak, kıskançlıkları kalmıyacak..’ (!) diye, cemaatini rahatlatıyordu..  Karşısında sanki, ’sexomaniac’ bir güruh varmışçasına ve palyaçolara taş çıkartan bir mantık ile..

*

Ona ve onun gibilere çeşitli sebeblerle kol-kanat geren ve yukarıda üstü kapalı olarak işaret ettiğim gazetenin bir yazarı bile, sonunda, ’o müstehcen video görüntüleri mâdem ki,  yalan idi, montaj idi, onları yok ettirmek için, ne diye bir takım çete oluşumlarıyla irtibata geçtin?’ kabilinden itirazlar yazmak noktasına geliyordu.. Kaldı ki, bu kişi, kendisine montajla suçlamalar yapıldığını belirtirken, ekranlardan, çirkinin de çirkini daha başka ilişkilerini mahiyetini de telaffuz ederek,  daha başka montaj filmlerinin de yayınlanabileceğine dair ve söylenmesi bile utanç verici hallerin ortaya çıkarılabileceğini, bir tuhaf savunma mantığı adına dillendirebiliyordu..

Bu kişinin, bu tutukluluk döneminde, ’Ben, bu gibi musîbetlerle karşılaşacağımı bile bile, Efendi hazretleri emrettiği için, konuşuyordum..’ şeklindeki mâ’zeretlere tutunmaktan uzaklaşıp, kendi kalbine yönelmesini ve susmayı öğrenmesini; alkışlarla, aferinlerle hareket etmek yerine, ciddî, vakarlı bir müslüman olarak yaşamak için neler yapması gerektiğini, kendisini bir nefs muhasebesinden geçirmesini tavsiye ve ümid ederim..

*

Buyrunuz size, yiğitçe bir çıkış..

14 Aralık günü, internetlere iki ses kaydı düşmüş..

Şimdi CHP m.vekili olan Emine Ülker Tarhan'a aid olduğu iddia ediliyordu bu seslerin..  Birincisi, 12 Eylûl 2010 günü yapılan anayasa referandumu öncesine aid.. Yargı üzerinde, yıllarca tam bir tahakküm düzeni kurmuş olan YARSAV isimli bir kuruluşta, referandum sonrasındaki durumla ilgili değerlendirmeler yapılıyor..

Bu ses kaydında, konuşmaya katılanlar..

- Mehmet Umur Tarhan (Yargıtay üyesi YARSAV eski başkanı ve CHP milletvekili Emine Ülker Tarhan'ın eşi)

- Emine Ülker Tarhan (Dönemin YARSAV Başkanı)

- Murat Arslan (Dönemin YARSAV Genel Sekreteri)

- Orhan Sungur (Dönemin Adalet Bakanlığı Adlî Sicil Gen. Md. olup, HSYK üyeliği seçimlerinde YARSAV listesinden aday)

M. U. Tarhan: Şimdi, evet çıkarsa geri dönüş, eğer şu anda bizim çok da benimsemediğimiz, çok da demeyelim de benimsemediğimiz bir düzene dönüş niteliğindeyse, geri dönüşü olmaz. Çünkü bu anayasa değişikliği daha da geriye götürecek. En geriye gitmiş bir noktadan bugünkü geri noktaya gelirsek bu bizim için başarı olmaz. Biz daha da ileri götürmek zorundayız. Yani, yarından sonra.. 13 Eylül'den sonra, ister evet çıksın ister hayır çıksın, YARSAV'ın bu noktada pozisyon alması gerekir.

E. Ü. Tarhan: Tabiî canım...

M. U. Tarhan: Hakikaten ülkede eli taşın hiç altına girmemiş bir sürü adam var. Bu adamların tasfiye edilmesi lâzım bu sistemden, net söylüyorum.

O. Sungur: Siz sohbet ederken, biz bazen sohbeti başkanımla bölüyoruz, affınıza sığınarak...

M. U. Tarhan: Estağfurullah...

O. Sungur: ... onu konuştuk. Tasfiye edici bir ekiple çalışmanın hiçbir anlamı yok, yok edici bir ekiple çalışacaksınız onun anlamı var.

M. U. Tarhan: Hah hah haaa, ardından onu diyeceğini biliyordum.

E. Ü. Tarhan: Belki bu bir fırsattır. Yani, o tasfiye ve yok etme süreci için bir fırsat olabilir.

O. Sungur: Açık ve net...

M. U. Tarhan: İşte.. Ben mümkün mertebe nazik olmaya çalışıyorum, hah hah ha...

M. Arslan: Hah hah haa..

O. Sungur: Şimdi o dediğiniz çok basit bir olay, eğer birinci Sakarya'yı kazanırsanız 2,2.. hiç sorun olmaz başkanım. Böyle bir tek hedef birinci Sakarya'yı, yani seçimi kazanmak... Kurul üyeliğini kazanmak. Ondan sonra kadronuzu kurarsınız. Elinizde, ceza işleri sizde, personel sizde, teftiş sizde.. O zaman üye olmaya gelenler üye olabiliyor mu sorarsınız yani..’ *

İkinci ses kaydının ise, Anayasa’da yapılan değişikliğin referandumla kabul edilmesinin devrisi günlere aid olduğu anlaşılıyor.. Emine Ülker Tarhan’ın henüz de YARSAV denilen kuruluşun başkanı olduğu dönem..

Ses kaydındaki diğer kişilerin, dönemin YARSAV Yönetim Kurulu Üyesi Remzi Özdemir isimli bir hâkim ile YARSAV'ın şimdiki Başkanı Murat Arslan olduğu ileri sürülüyor. Bu kişiler, yeni kurulacak olan HSYK'ya üye seçimlerini konuşuyorlar. Kayıttaki kişiler, yeni üyelerden neler beklediklerini anlatıyorlar.

Ses kaydında EÜT’a aid olduğu iddia olunan bir hanım sesi,  yanındaki öteki kişilere ’bana militan lâzım..’ diyor..

EÜT : Orada (HSYK'da) verimli olacak adama ihtiyacımız yok bizim. Bize orada dik duracak adam lâzım.

MA : Aaa, tabiî canım, dik duracak, işini yapacak o; yoksa..

RÖ : Dik duracak..

EÜT : YARSAV'ın haklarını koruyacak, yani YARSAV'ın militanı olacak adam lâzım bize..

RÖ : Evet..

EÜT : Başka bir şeye ihtiyaç yok..

MA : Çok fazla kafa yormasına gerek yok yani..

EÜT : Bana ne yavv, rapor falan hazırlamasın yani..

RÖ : Yok canım.. Biz hazırlarız raporumuzu..

EÜT : Kendi kendimize hazırlarız bir raporumuzu.. Orada militan bize lâzım..

*

Evet, o Anayasa değişikliğinin ne kadar önemli olduğu, oradaki 2-3 maddenin değişmesiyle,  önceden dokunulamaz sanılan nicelerine nasıl dokunulduğuyla da ortada..

Onun içindir ki, Anayasa değişikliği görüşmeleri günlerinde CHP lideri olan D. Baykal, ’yargıyla ilgili şu 2-3 maddeyi değişiklik metninden çıkarın, diğer 24 maddeyi büyük ekseriyetle geçirelim, referanduma da gerek kalmasın, milletin parası boşa gitmesin..’ diyordu..

Ve HSYK (Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu) o zaman 5 kişinin tekelindeydi.. Ve bu 5 kişiyi Yargıtay ve Danıştay üyeleri seçiyorlardı.. Yargıtay ve Danıştay’a üye olacak hâkimleri de bu HSYK seçiyordu.. Yani, bir devr-i daim makinesi gibi..

İşte böyle bir durumda, Emine Ülker Tarhan, anayasa değişikliğinden sonra HSYK’da yer alacak olan yeni üyelerin adlî işleri görmesi, güzel raporlar hazırlaması, yargı  mekanizmasına katkıda bulunması gibi çabaları önemsemediğini gösteriyor ve kendi ideolojik hedefleri savunmak için militanlık yapacak kişiler olması gerektiğini söylüyor..

Bu da, adıgeçen m.vekili hanım için yadırganacak bir durum değil..

Ama, ilginç olan, Emine Ülker Tarhan’ın, bu ses kayıdlarını reddetmeyip, tersine, ’Evet, onları ben söyledim.. Çok da güzel söylemişim, bütünüyle sahibleniyorum..’ diyebilmesi..

Evet, bu tavır alkışlanmalıdır.. ’Yok, montaj.. Yok, üzerinde oynanmış.. Yok, tuzak..’ gibi laflara sığınmıyor, birçok siyasetçide çokça görülen bir takım ’kıvırma’lara tevessül etmeden, sözlerine sahib çıkıyor Tarhan..

Umarım, net bir tavır takınmakta tereddüdler içinde olanlara bu tavır, ilginç bir örnek oluşturur.. Ve ayrıca, E. Ü. Tarhan’dan, o sözlerini kabulde gösterdiği yürekliliği, siyasette de göstermesini; ideolojisini, kemalist-laik rejimin uygulamalarını da kıvırmadan kabullenmek şeklinde tekrarlamasını beklemek hakkımızdır.. Bu, siyasette ve hele de kendi partisi içindekilerden nicelerinin tavırlarının netleşmesine de hizmet edebilir..

Unutmayalım ki, Ergenekon, Balyoz vs. gibi yargılamalarda yapılan nice suçlamaları, üniformalarının, rütbelerinin, apoletlerinin gölgesine sığınarak, kabullenmemek için takla üstüne takla atan yığınla generallerin olduğu bir ülkede yaşıyoruz..

Ki, bu generaller yargılanmasalardı, ileride, bu suçlamalarda sözkonusu edilen eylemlerini, hatıralarında ballandıra-ballandıra antalacaklardı; geçmişteki nice darbecilerin hatıralarında olduğu gibi..

Bu bakımdan eylemlerini, söz ve tavırlarını, inanç ve ideolojilerini yiğitçe kabullenebilecek örnekler alkışı hak ediyorlar..

*

Bir aferin ve alkış da, Bülend Arınç’a..

Spor karşılamalarındaki şike suçlarında verilecek cezalarla ilgili olarak 8 ay kadar önce çıkarılan ilk kanunun hükümlerinin çok ağır olduğu ve savcı ve yargıçların elinde toplum vicdanını yaralayacak boyutlarda katı uygulamalara yol açacağı, son aylarda ortaya çıkan şike tutuklamalarının sanıklarına 120 yılı bulan ceza talebleriyle gündeme gelince..

Yeni bir kanun tasarısı, Meclis’te grubu bulunan 4 partinin Başkanvekillerinin ortak imzasıyla hazırlanıp, Meclis’ten geçirildi.. Bazı çevreler bunun, belli bir takım kişileri kurtarmak için hazırlandığını iddia ettiler..

Bu iddia doğru olabilir mi?

Cezalar mesela yarı yarıya veya üçte bir mikdarında azaltılsaydı, böyle bir iddia havada kalabilirdi.. Ama, yeni kanunda cezalar onda bir nisbetinde azaltılınca, bu şüpheler de ortaya atılacaktı.. Ve bu durumda, Cumhurbaşkanı’nın bu kanunu veto etmesi talebleri yükseldi..

Abdullah Gül de, bkamuoyunun bir kısmında oluşan bu beklentiye uygun hareket etti ve veto hakkını kullandı ve kanunu bir daha görüşülmesi talebiyle Meclis’e geri gönderdi..

Bazıları bu vetodan çok memnun oldular..

Bunlardan birisi de Başbakan Yard. Bülend Arınç idi ve ’Bu vetodan sonra bu kanuna tekrar sahib çıkma cesaretini kimse gösteremez..’ diye bir açıklama yaparak, dikkatleri üzerine çekti..

Arkasından, Gümrük ve Ticaret Bakanı Hayatî Yazıcı,  Cumhurbaşkanı Gül’ün vetosuna katıldığını söylemiş ve AK Parti Grup Başkan Vekillerinden Nureddin Canikli’nin, kanunun değişiklik yapılmadan, Çankaya’ya aynen iade edileceğine dair sözlerinin hatırlatılması üzerine, ’kimsenin kendi vicdanına zincir vuramıyacağı’ sözleriyle karşılık vermişti..

AK Parti’nin yeni m.vekillerinden Şâmil Tayyar ise, bu kanunun referanduma sunulacak olsa millet tarafından kabul edilmeyeceğini ileri sürerek, referandumdan geçmesi halinde, kendisinin m.vekilliğini bırakacağı gibi olmayacak şeyleri farazî bir neticeye bağladı..

Ve benzeri başka sesler de yükseldi.. Bu gelişmeler, Tayyîb Erdoğan’ın ciddî bir ameliyat geçirdiği ve iki-üç hafta süren bir kesin istirahate çekildiği sırada olmuştu.. Yani, Tayyîb Erdoğan’ın partinin başından çekilmesi halinde, parti içinde bir takım problemler olabileceği ihtimalleri de sökün etti.. Hattâ, MHP lideri Devlet Bahçeli bile, ’dünyanın bugünkü karmaşık ve çalkantılı durumunda, Başbakan’ın sağlığına kavuşmasının son derece önemli olduğunu’ belirterek, ’AK Parti’de bir kaos meydana gelmesinin bütün ülke için büyük tehlikeler oluşturabileceğini’ dile getirdi..

Ama, CHP ve ve MHP’nin de Cumhurbaşkanına aynen iade edilmesini istedikleri kanuna, AK Parti de, Erdoğan’ın gönderdiği bir işaretle tekrar sahib çıktı ve kanun geçti.. C. Başkanı Gül de kanunu imzaladı ve mes’ele kapandı..

Ama, kapanmayan ve politik hayatta kaşınabilecek bir konu kalmıştı, geriye.. O da, Arınç’ın bir daha kimsenin sahiblenemiyeceğini kesin bir dille söylediği bu kanunun geçmesinden sonra ortaya nasıl bir tablo çıkacağı idi..

Arınç, hiç yüksünmeden, bir eziklik hissetmeden, geçti kameralar karşısına ve hiç kıvırmadan, ’kendisinin öyle bir sözü, bunca parlamento tecrübesi olmasına rağmen söylemiş olmasının bağışlanamaz bir hata olduğunu’ açıkça ifade etti..

Böylesine bir net açıklamayı, her politikacının ve hattâ politikacı olmayanların bile, bu kadar net bir şekilde yapmasının kolay olmadığını; bu gibi hata kabullerinin nice te’villerle  kamufle edildiğini hatırlayalım...

Bülend Arınç, siyasette bazen kendisinden beklenmiyecek derecede saf ve hattâ safdil tavırlar sergileyebiliyor.. Geçmişte de, M. Marmara gemisine İsrail rejimince uluslararası sularda yapılan kanlı baskından sonra da, -o sırada Güney Amerika’da resmî gezide olan Erdoğan’a vekalet eden bir Başbakan Vekili olarak-, verdiği ilk tepkide, ’Bundan dolayı kimse, bizim İsrail’le savaşacağımızı beklemesin..’ gibi zayıf bir yönetimi zaafı göstermişti..

Ama, aynı Bülend Bey, daha sonra, o saldırı üzerine Tayyîb Erdoğan’ın İsrail’le bütün askerî andlaşmaları askıya almak kararını vermesine bir engel oluşturmamıştı..

Bülend Bey, hatalarını alenen veya zımnen kabul edip, onları telafi edecek kadar açık yürekli, samimî ve bu açıdan politika hayatının kabellenmekte zorlandığı derecede bir değişik tip olduğunu bir daha göstermiş bulunuyor.. Onun halk kitleleri arasında çok sevilen bir politikacı olmasında, bu duygu yüklü ve saf /temiz fıtratinin ayrı bir rolü olsa gerek..