Açık Toplum Vakfı’nın çıkardığı Anadolu Vicdanı kitabında Kürt sorunuyla karşılaşma anınızdan bahsediyorsunuz. Ne zamandı? -1974 yılında öğrenciydim. Nur camiası içinde ama şu günlerdeki ifadesiye Gülen Cemaati içinde değildim. Elbette ki Fethullah Gülen’e uzaktan kendimce derin sempati ve ilgi duyardım. İşte içinde bulunduğum camia o dönemde Kadıköy yakasındaki 4 öğrenci evine nezaret etmemi istemişti. Yani ağabeylik yapıyordum. Göztepe’de çoğunluğu Bingöl ve Urfalı olan 6-7 kişilik bir talebe grubu vardı. Bir gün gittim, Halim’le Mehmet nerede diye sordum. Mutfakta yemek hazırlıyorlarmış. Mutfağın kapısına yaklaştığımda resmi belgelere de giren haliyle “anlaşılmayan bir dil” duydum. Sonradan öğrendim ki Zazaca. Ben içeri girince panikle sustular ve “Abi özür dileriz yani, belki bir daha olmayacak, anamızın dilini özlemişiz de birkaç kelime konuşmuşuz yani” dediler. Sanki bir suçüstü haliydi yaşadıkları…
Siz ne dediniz?
-O ki ananınızın dili, siz bu dili konuşmakta serbestsiniz dedim. İnanamadılar bir süre: “Abi sen doğru mu diyorsun? Ama Haşim abi bize yasaklamıştır.” Haşim abi dedikleri de onlardan büyük Urfalı bir Kürt. Haşim'le daha sonra konuştuğumda şöyle bir açıklama getirmişti: "Yahu, ben de bir Kürt olarak anamızın dilini konuşamamaktan muzdaripim. Ama hassasiyetleri biliyorsun. Ben, gençlerin başına bu yüzden bir şey gelmemesi için ikaz etmiştim." Ama bu izah, elbette ki, camiayı bu anlamda sorumluluktan kurtaramaz.
Bu camia ve sorumluluk kısmını biraz açar mısınız?
-Bedüzzaman Hazretleri’nin 1911’de Kürt aşiretleri arasında yapmış olduğu mülakatlara dayanan kitabında söyleniyor: Bu bölgenin eğitim dili Kürtçe, Arapça ve Türkçe’dir. “Türki lazım, Arabi vacip, Kürdi caiz” sloganı aramızda sık tekrarlanırdı. Caiz kelimesini seçmeli yani dileyen Kürtçe de öğrenebilecek şeklinde anlıyorduk. Bu sloganik ifade aramızda konuşulmasına rağmen bunun gereği olarak bir şey yapılmazdı.
Nasıl yani?
-Caiz olduğu söylenen Kürtçe’nin özgürlüğünü savunmak lazımdı ama bu yapılmazdı. Çünkü Türkiye’de yaşayan dindarlar üzerinde de hegemonyasını sürdüren bir resmi söylem vardı. Milliyetçi, devletçi resmi söyleme kapılınca benim camiam da Kürtlerin varlığını kabul etse de vicdani gerekliliğini yapamamıştı. Genelde milliyetçiler ve biz dindarlar, “Çin zulmü altında” anadillerini konuşmaktan men edilen Türkistanlı ırkdaşlarımızın veya Bulgaristan’da Türkçe isim almalarına izin verilmeyen kardeşlerimizin derdine yandık. Onlar için ağıtlar düzdük, türküler besteledik ama burnumuzun dibindeki Kürtlerin anadilleri konuşamamasının ızdırabını hissetmedik.
Niye böyle oldu, tek açıklama dindarların da mağdur konumda olması mı?
-Birinci sebep, evet resmi söylemin baskısı altında olmamız. İkinci sebep de şu: Herkesin, her grubun kendisine göre bir hesabı ve gündemi vardı. Bu hedefine doğru giderken devletle cebelleşmek istemiyordu kimse. Çünkü devletin Kürt sorununa karşı resmi duruşu açıkça ortadaydı. Yani dindarlar bu ülkede çoğunluk olmalarına rağmen resmi anlayışın mağduruydu. Kürtler gibi, Aleviler gibi.
Yani kendi mağduriyetimizle uğraşırken bir de Kürtlerin haklarını savunmayalım mı dendi?
-Ben buna hak vermiyorum ama anlıyorum. İkinci bir yük almayalım diyerek Kürt sorunu dindar camiada uzun süre dışlandı. Doğru muydu? Hayır. Çünkü mağdur olan bir kimse başka tür mağduriyetler yaşayanlarla empati kurmalıdır. Bu ülkede Alevilerin, Rumların, Ermenilerin, Kürtlerin, Yahudilerin mağduriyetleri var. Bunu kimse anlamasa bile dindarlığı hayatının merkezine alan kişilerin anlaması gerekir.
Bunun altında devletin resmi söylemini özümsemiş olmaları da yatmıyor mu?
-“Esasen Kürt sorunu yoktur, bu sorunu bir takım dış mihraklar, içimizden bazı “hain”leri manuple etmek suretiyle suni olarak yaratıyor” gibi yanlış bir algı vardı. Özellikle Milli Görüş geleneğinden gelenler bu fikri sıkça tekrar ederdi. Ve çözüm yolu olarak İslam kardeşliğini gösterirlerdi.
Rahmetli Erbakan bu anlayışı son günlerine kadar savunmuştu…
-Evet ama nedir İslam kardeşliği? Bu bir reçete veya tablet değil ki, suya koyunca çözülsün. İslam ümmetinin yetimleri olarak tanımlanan Müslüman Kürtler’in derdine çözüm arayışı içinde olmaktı önemli olan. İslam kardeşliği sözünün arkasından somut bir teklif gelmiyordu hiçbir zaman. Kuran’da şöyle der: “Sizin dillerinizin ve renklerinizin çeşitliliği Allah’ın ayetlerindendir.” 15 sene kadar önce bu ayetin anlamını şöyle kavradım: Yüce Tanrı istemiş ki, kendisine muhtelif dillerle yalvarılsın ve yakarılsın. Dolayısıyla eğer ben o Yaradan’a iman etmişsem, onun ayet olarak ifade ettiği farklı dillere saygı göstermek durumundayım. Milli Görüş’çüler bunu yapamadı, sloganik ifadelerin ötesine geçemedi.
Gülen cemaatinin Kürt sorununa bakışı nasıl değişti yıllar içinde?
-Cemaat adına konuşmak durumunda değilim ama Gülen cemaatine sempati duyanların destek verdiği Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın kuruluşundan beri buradayım. Vakıf Türkiye’nin önünü açacak “Devlet din ilişkisi”, “Din demokrasi ilişkisi”, “Demokratik hukuk devleti” gibi konuları işledi. Sayın Erdoğan, Mısır’a gittiğinde laikliği bir değer olarak sundu ama dünya alem biliyor ki Erdoğan’ın geldiği siyasi damarda laiklik bir değer değildi. Yani Gazeteciler Yazarlar Vakfı’nın laiklik toplantısı düzenlediği yıllarda, Erdoğan’ın siyasi geleneğinde laiklik tam tersi bir konumdaydı.
Neden sonra bir değer haline geldi laiklik öyleyse?
-Herkes gibi o ve yakın çevresi de değişti. Gayrimüslimlerin el konulan mallarının da iade edilmesine karar verildi çok yeni olarak. Önemli bir devrimdir bu. Biz ilk kez bir iftar sofrasına Patrik’i, Hahambaşı’nı çağırdığımız zaman bazı İslami gazeteler “Müslüman’ın sofrasına vaftiz şarabı düştü” demişti. Bu gelenekten gelen birileri bugün gayrimüslimlerin mallarını iade ediyorsa değişmişlerdir. Ve tabii AB süreci de bu zihniyet değişiminde çok etkili olmuştur.
Anladım… Biraz önce Cemaat’in Kürt sorununa bakışını anlatıyordunuz, laiklikle bölündü…
-İlk başlarda biz Türkiye’deki sorunlara genel olarak temas ettik. Ama sonra Kürt ve Alevi sorunlarıyla ilgili cepheden toplantılar düzenledik. Kürt sorunuyla ilgili düzenlediğimiz toplantıların biri Erbil, biri Ankara, diğeri de Abant’taydı. Ama bundan 15-20 sene öncesine giderseniz, varlık yokluk mücadelesi içinde olan insanların haliyle kendi dertlerini ön planda tutmasını anlayabiliyorum.
Şimdi durum ne?
-Bakın… Hükümet sözcüsü belli konulardaki tavrını çıkıp açıklıyor ama bizim camiamızın öyle bir durumu yok. Cemaat dediğiniz sosyolojik bir olgudur, ona gönül vermiş insanlar tarafından temsil edilir. Televizyonla, gazeteyle vs. Fethullah Gülen Hocaefendi’ye gönül vermiş insanların kurduğu Antep’te yayın yapan Dünya TV adlı bir Kürtçe televizyon bile var. Bizim Abant toplantımıza katılan bir avukat, “Sizin camianızın samimiyetiyle ilgili şüphelerim vardı ama şimdi buradaki tartışma ortamını görünce fikrim değişti” dedi.
Bölgede Cemaat’in samimiyeti sorgulanıyor mu sizce de?
-Sanmıyorum, kimlerle muhatap olduğunuza göre değişir. Bölgeye çok sık gitmiyorum ama Diyarbakır, Mardin, Urfa sokaklarındaki insanlar bizim camianın oralarda açtığı etüt merkezlerinden, dershanelerden ve Kimse Yok Mu derneğinin yoksullara yaptığı yardımdan memnuniyetlerini ifade ediyorlar. Fakat PKK ve ona yakın olanlar ise bu yolla asimile edildiklerini söylüyor. Bu, camia için inanılması zor bir iftira olur. Camiaya gönül veren insanlar kalkacak Filipinler’in Zambuanga bölgesinde veya Madagaskar’da okul açacak, oradaki insanları kendi kimliğiyle kabul edecek ama buraya gelince dönüştürmeye kalkacak…
Olacak iş mi?
O saydığınız ülkelerde de Türkçe öğretmiyor musunuz ama?
-Her yerde Türkçe mecburi değil. Kazak-Türk Okulu veya Filipin-Türk Okulu dediğiniz zaman Türkçe haliyle müfredatta yer alıyor. Mutabakat çerçevesinde yani. Birçok okulda Türkçe mecburi değil.
Siz hükümetin meseleye yaklaşımını nasıl buluyorsunuz?
-Terör sorunuyla Kürt sorunu arasında elbette ilişki vardır ama akşamdan sabaha terörü bitirseniz bile Kürt sorunu çözülmez. PKK, Kürt sorununun içinden çıkmıştır, sorunun bir türevidir. Önce Kürt sorunu vardı yani. Eskiden Kürt’ü kabul etmiyorlardı, şimdi Kürt’ü kabul ettiler, bu defa da terörle ilişkilendirmek suretiyle Kürt sorununu yumağa dönüştüren bir zihniyetin içine girdiler. Milliyetçi ve dindarlar arasında bir de şöyle yanlış bir algı var: “Evet Kürtlerin bir takım mağduriyetleri var ama terör sorununu çözmeden sıra o mağduriyetlere gelmez.” Hiç katılmıyorum bu fikre. Kürt sorunu önemli ölçüde Kürt dilinin ve kimliğinin özgürlüğü sorunudur.
Bazılarına göre TRT Şeş’in ve Kürtçe kurslarının açılması bu sorunu çözmek için yeterli. Sizce?
-Osmanlı döneminde basılmış Kürtçe, Babanice, Suranice, Kırmançi mukayeseli sözlük ve grameri üzerine kitaplar var. Bir dilin özgürlüğü ne demek? Ben kendimi Kürt addedecek olsam, Kürtçeyi sadece evde konuşulan bir anadili olarak mı yaşayacağım? Öyle tabii bugünün şartlarında. Halbuki bu şekilde hiçbir dil yaşayamaz.
Öyleyse siz anadilde eğitim taleplerini çok haklı buluyorsunuz?
-Anadilin eğitimi Kürtçe kurslarla telafi edilemez. Kürtlerin çoğunlukla yaşadığı ülkenin her yerinde eğitim sisteminin içerisinde olması gerekir. Bir Kürt gidip, ben çocuğumun Kürtçe de öğrenmesini istiyorum dediğinde, Kürtçe sınıfımız var seçeneğini sunmak gerek. TRT Şeş’in açılmasının sembolik anlamı var elbette. İktidar yasal düzenlemeleri zorlarcasına siyasi risk alarak yaptı ama yeterli değildir. Çünkü Kürtçe’nin özgürlüğü önündeki engeller hala hayatiyetini sürdürüyor.
Dindarlar 90’larda Kürtlerin haklarını ciddi biçimde savunmuş olsalardı, bugün farklı bir yerde mi olurduk?
-Kesinlikle. İslami hassasiyeti olduğunu söyleyip bugün bir yerlerde yazıp çizen bazı kişiler hala bunu görememiş vaziyette. Neredeyse “E çok oluyorlar, yetmez mi bu kadar hak” diyecekler… Kendine mümin diyen kişiler farklı dillerin ve kimliklerin özgürlüğünü kabul etmeli ve bu özgürlüğün temini için elinden geleni yapmalıdır. Dindarlar bu sorumluluğu yerine getiremediler.
Muhafazakar çevrede bu konuda sizin gibi özeleştiri yapanlar var mı?
-10 sene öncesinde Türkiye’nin dindarları yoksullukla, mağduriyetle sınanmaktaydı. Bugün ise dindarlar daha varlıklı ve muktedirdir. Bu yeni durum da dindarlara yeni sorumluluklar getirir. Yeni bir sınav çıkarır önlerine.
Nasıl veriyorlar şimdiye kadar o sınavı?
-Bu sınavı veremeyenlerin olduğunu söyleyebilirim. Ramazan ayında bazı belediyelerin yaptığı şımarıklık ve taşkınlık mahsulü işleri gördüğümde üzüldüm. Biliyorsunuz içkiye meyyal olan vatandaşlarımız “Meret şişede durduğu gibi durmuyor” der. Güç de öyle bir şey işte, insan vücuduna girdiği vakit şişede durduğu gibi durmuyor, kişiyi dönüştürüyor.
O bakımdan Başbakan da değişti mi?
-Şüphesiz değişti. Bunun geri dönüşü yok. Benim bir mümin olarak dileğim değişimlerin yozlaşmaya dönüşmemesidir.
RADİKAL