Tayyib Bey! 'Laiklik dini'nin baskısına teslim olmayınız!

Tayyib Bey! 'Laiklik dini'nin baskısına teslim olmayınız!

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Mısır'ı ziyaretinde, Mısır'lılara hitaben; Laiklik modeline geçin tavsiyesi üzerine, "Tayyib Bey! 'Laiklik dini'nin baskısına teslim olmayınız!" Başlığıyla Haksöz haberden Selahaddin E. Çakırgil yazdı, İşte O yazı:

Tayyib Bey! 'Laiklik dini'nin baskısına teslim olmayınız!

Ona yeni bir yorum getirmek sizin işiniz değil!

 

Tayyib Erdoğan, hele de son günlerde, sadece iç siyasette değil, dışsiyasette ve dünya kamuoyunda da bir ’tsunami’ etkisi meydana getirmeye devam ederken, bu ’tsunami’nin bir  dalga kabarması da müslümanlara çarptı..

Laiklik denilen - ve dinsizlik değil, kendisini bir din gibi sunan- bu cereyan; ki, hele de son 100 yılımızda, müslümanların üzerinden buldozer gibi geçirildi; verdiği onca maddî-manevî hasara rağmen, müslümanlar yeni şartlara göre, yeni direniş metodları geliştirerek ayakta durmayı başardılar..

Ama, bu yeni şartlar içindeki uygulamalar içinden, laiklik konusunda bütün müslümanları bağlıyan tek bir anlayış çıkmaz.. Çünkü, hemen herkes laikliğe lafzî itiqadî itirazını sürdürürken, niceleri ona direnmeyi bir imanî gereklilik olarak gördü; kimileri de, çaresizlik içinde, o dayatmayı bir fiilî durum olarak görüp, müslüman halkın maslahatını karşılamak anlayışına ağırlık vererek, daha çok da pragmatist / faydayı esas alan bir anlayışla hareket etti, ’taqıyye’ yolunu seçti..

Tayyib Bey, bu yönelişler içinde, 10 yıla yaklaşan siyasî iktidarı içindeki uygulamaların kendisine kazandırdığı bir takım tecrübelerin de verdiği nefsine itimad duygusuyla olsa gerek, laikliğin özü üzerine değişik yorumlar yapmaya kalkıştı; üstelik de diğer müslüman ülkelerde..

Halbuki, bu yaklaşımdan -haydi, içerde bir takım zarûretlerle bazı tercihlerde bulundu diyelim-, ama, hele de başka bir ülkede böyle bir yönelişten kesinlikle kaçınmalıydı..

Hemen ekleyelim ki, onun yaptığı değerlendirmeler itiqadî, ideolojik, fikrî ve felsefî bir özden yoksundur ve bir mantıkî tutarlılık da göstermemektedir..

Bu konuya sözün başında bu kadarca değinip, önce onun bu konuşmayı yapmak noktasına geldiği son gelişmeleri gözden geçirelim ve sonra da, bu konuya tekrar dönelim, inşaallah..

*

 Tarihin seyri, bazen, biz farkında bile olmadan değişiverir..

(Merhûm) Erbakan 15 sene öncelerde, Başbakan olur olmaz, Ağustos-1996’da, ilk yurtdışı gezisine müslüman coğrafyalarından ve özellikle de İran’dan başladığında; laik medyada, ’70 yıllık dışsiyaseti değiştirmeye kalkışıyor!’ gibi acaib başlıklar atıldığını hatırlayalım..

Erbakan, halkının büyük ekseriyeti müslüman olan ülkelerden 8 tanesini belirleyerek, ’gelişme halindeki 8 ülkenin bir araya gelmesi’ni hedefliyen ’D-8 Projesi’ni uygulamaya koymaya çalışıyordu.. Bu ülkeler, Türkiye’yle birlikte İran, Pakistan, Bangladeş, Malezya, Endonezya, Mısır ve Nijerya idi ve, yaklaşık 800 milyon nüfusu içine alıyordu..

Ancaaak, bu 800 milyonluk kitlenin yıllık gayrisafî yıllık hâsılası, o zaman, bir İtalya’nınki kadar bile değildi.. Bu bakımdan, bazıları bu nüfus büyüklüğünün ekonomik güçle beslenmediği zamanlarda bir sonuç vermiyeceğini düşünüyordu..

Bu tamamen yabana da atılamazdı..

Halbuki, Erbakan ise, bu 800 milyonluk kitlenin ileride birlikte siyasî kararlar almak noktasına gelmesi halinde, uluslararası arenada da bir siyasî güç oluşturabileceğini ve alacakları bazı yaptırım kararlarıyla nice emperyalist projelerin etkisizleştirilebileceğini, bu ülkelerin pazarlarını açmak veya kapamak sûretiyle birçok ülkeleri ve güç merkezlerini,  kararlarında etkileyebileceğini düşünüyordu..

(İsmet Paşa’nın dâmâdı olması hasebiyle) ayrı bir etki odağı olduğu kabul olunan -müteveffâ- Metin Toker, bir yazısında, kendisini ziyarete gelen bir Avrupalı ülkesinin büyükelçisinin sözlerini aktarmıştı.. Toker’in dediğine göre, o büyükelçi demişti ki: ’Ben Türkiye’deki hizmet sürem tamam olmak üzereyken, Başbakan Erbakan’a vedâya gittim.. Kendisi bana, ’Sizin bir (G-7 Ülkeleri) birliğiniz var; şimdi biz de D-8’leri oluşturuyoruz. Böylece tabiî denge kurulacak ve dünya ni’metlerinin âdilâne bir şekilde bölüşülmesinin yolu açılacak..’ dedi.. Ben, ’Bu kişi, Atatürk rejiminin başbakanı mı?’ diye küçük dilimi yutacak oldum..’

Bu sahneyi özetle böyle aktaran Toker de, sözkonusu büyükelçinin Erbakan’dan aktardığı o sözler üzerine, ’Laik T.C.’nin başbakanlığına ge(tiri)lmiş bir kişi, bu sözleri nasıl söyleyebilir?’  diye, kendisinin de küçük dilini yutacak gibi olduğunu yazmıştı, o zamanlar.. Öyle ya, dışarıya o kadar bağlı, güçsüz ve borç içinde ve de 200 yıllık geçmişinde ve hele de Temmuz-1923’de imzalanarak, laik Cumhuriyet’e temel teşkil eden Lausanne  (Lozan) Andlaşması’ndan sonraki dönemlerde hep emperyalist Batı’nın siyasetlerine kendisini kesin bir şekilde stratejik olarak bağlamış, angaje olmuş bir ülkenin başbakanı bu gibi sözleri nasıl söyleyebilirdi?.

*

’Fincancı katırları’ ürkütülmüştü; ama, değer mi- değmez miydi?

 

Erbakan’ın  ’D-8 Projesi’ni oluşturmak yolundaki o gezisinde bulunan ve onun çok yakınında olup, ona kan bağıyla da bağlı bir isim, Malezya’nın başkenti Kualalumpur’dan Endonezya’nın başkenti Jakarta’ya giderken, uçakta, Erbakan’ın kendisine, ’Bak, geçmişte hiçbir Osmanlı Padişahı bu kadar bir güce sahib olamamıştı..’ dediğini aktarmıştı.. Yani, laik rejimin başbakanı olarak, o rejimden aldığı güç ile, dünyayı değiştirmeye çalışıyordu.. (Bu arada, Osmanlı Padişahlarının, 1867’ye kadar ülke dışına barışçı bir gezi yapmadıklarını, o tarihte ilk kez, Sultan Abdulazîz’in Paris ve Londra’ya yaptığını hatırlayalım..)

Şimdi ise, Erbakan, taa Endonezya’dan Nijerya’ya kadar uzanan geniş coğrafyada fiilî bir İslamî birlik oluşturma dâvası peşinde olduğunun işaretlerini vermeye çalışıyordu..

Ama, hele de İttihad-Terakkî’den beri, 100 yıldır, tam bir tepeden inmeci, darbeci mantıkla toplu müslüman toplumumuza yeni bir yön dayatmaya çalışan ve âdeta, buzağının, -fıtratine aykırı olarak- illâ da  domuzdan süt emmesi temin edilmek istenircesine yapılan baskıcı uygulamalar sonunda ’laiklik’ anlayışı dayatılmıştı.. Ki, bunun ne mânaya geldiğini doğru dürüst bilen de yoktu.. Sadece, örnek alınmaya çalışılan Batı Avrupa toplumlarında Kilise ile halk arasındaki mücadelenin ortaya çıkardığı bir uygulama örneğiydi ve bu anlayışı kimisi athéist /tanrıtanımaz’ bir dinsizlik temeline oturtuyordu; kimileri de, Kilise ile halk kitleleri arasındaki bir iktidar bölüşümü olarak anlamaya çalışıyordu..

Müslüman toplumlarda ise, bunların bir karşılığı yoktu.. Ama, Avrupa’da olduğuna göre, vardır bir hikmeti dercesine ve tarifi ve sınırları ortaya konulmadan, M. Kemal’in 19. yy. materyalizminden ilhamla ve her türlü ’kutsal’ anlayışına karşı çıkmak düşüncesiyle, etkisine girdiği ’athéist’ eğilimlerle ne anlaşılıyorsa, öyle bir laiklik, bir ’yeni kutsal’ gibi dayatılmıştı topluma..

Ve artık, herşeyde bir iksir gibiydi, laiklik..

1730’lardaki Patrona Halil İsyanı günlerinde,’Şeriat’  teriminin mânâ ve muhtevâsından bile habersiz kitlelerin, ne olduğunu bilmeden sokaklara dökülüp, ’Şeriat elden gidiyor!.’ diye sosyal hayatın altını üstüne getirişlerini hatırlatacak cinsten, bazı çevrelerin de şimdi devamlı, ’Laiklik elden gidiyor!’  yaygarasını yükseltişlerini ve 28 Şubat 1997 Zorbalığı günlerinde de tekrarlanan bu feryadlara karşı Erbakan’ın, ’Haydi oradan.. Gerçek laik de biziz.. Gerçek atatürkçü de biziz!. Atatarük hayatta olsaydı bize oy verirdi..’ deyişini hatırlayalım.. (O sıralarda, Tahran’da yayınlanan Cumhûrî-i İslamî ve Keyhan gazetelerinde ’Erbakan’a bugünlerde kimse inanmıyor..’ başlığıyla yazdığım makalelerde, onun‚ ’Gerçek laik de, atatürkçü de biziz..’ sözüne, müslüman kitlelerin, ’İnanmayın, o mecburen böyle söylüyor..’ dediklerini; kemalist-laiklerin de tarafdarlarını, ’Bizi kandırmaya çalışıyor, sakın aldanmayalım’ diye ikaz etmeye çalıştıklarını dile getirmiştim.)

 

Ama, bu atraksiyonlar, durumu kurtarmaya yetmemiş ve ’28 Şubat 1997 Muhtırası’nı yedikten sonra, bir çıkış bulmaya çalışan Erbakan, laik T.C. rejiminin ’Derin Devlet’ mekanizmalarının verdiği ’Okey’le, D-8 Toplantısı’nı yine de gerçekleştiriyordu, İstanbul’da.. Ve 15 gün kadar sonra da, iktidardan uzalaştırılıyordu..

*

Erbakan’dan 15 yıl sonralarda ise.. Tayyib Erdoğan Mısır ve Kuzey Afrika ülkelerine öyle bir gezi tertib ediyor ki, bu gezi boyunca yaşanan ve halkların sergilediği heyecan verici ve şaşırtıcı sahneler, ’D-8’ lerle bile hayal gerçekleştirilememişti..

Tabiatiyle, burada, iki siyasetçi arasındaki metod ve uslûb farkını da görmek gerekiyor..

Birisi, henüz ilk adımda ve ürküteceği çevreleri kaale almadan, oturduğu makamdan güç alarak harekete geçiyor ve geniş müslüman kitlelerin hasret duyduğu konuları yaldızlı söylemlerle gündeme getiriyordu.. İkincisi ise, gücünü oturduğu makamdan değil, kendisi o makama güç vererek ve ülkesinin sosyo-ekonomik ve diplomatik gücünü adım adım pekiştirerek, ilginç bir zamanlamayla ve temkinli bir dil kullanarak, hedeflerinin yeni merhalelerini ancak iktidarının 8-9’ncu yılına doğru sahnelemeye çalışıyordu..

*

Tayyib Erdoğan’ın esasen, ülke yönetiminde de yapılması gerekenleri yıllarca sahneye koyamayıp, laik rejimin temel kurumlarıyla, ancak iktidarının 8’inci yılına doğru çok ciddî bir bilek güreşine girmesi de şunu gösteriyor ki; Tayyib Erdoğan, atacağı adımların zeminini önce dikkatlice sağlamlaştırmaya ayrı bir dikkat gösteriyor.. Denilebilir ki, bu hususta geçmişte yapılmış olan heyecan unsuru ağırlıklı adımların faydadan çok zarar getirdiği şeklindeki anlayış, onun bu konudaki farklı tavırlarını geliştirmesinde etkili olmuştur..

Ve iç siyasette sağlamlaştırılan zemin, güçlenen ekonomi ve dünya siyasetinde daha az bağımlı veya bağımsız bir diplomasi takib etmek dikkati ve de arab diyarlarında 8-9 aydır devam eden büyük çalkantılar ve devrilen uzun yıllar iktidarda bulunan diktatörlük rejimlerinin devrilmesinin estirdiği rüzgar ve kitlelerin heyecanı yanında, bu toplumların yarınlarının belirsiz olmasından kaynaklanan bir ruh hali ile, güçlendiğini hemen herkesin kabul ettiği Türkiye’nin bu halklar nezdinde bir umut kapısı gibi gözükmesi anlaşılabilir..

Çünkü, bu halklar bu coğrafyada 500 yılı aşkın bir süre boyunca birlikte yaşamışlardı.. Ama, araya giren ve 100 yıla yakın bir ayrılık ve emperyalist/ şeytanî planlarla birbirine karşı ve hele de kemalist-laik devrimlerin en katı şekilde uygulanması yüzünden, ’Türkiye nasranîleşti / hristiyanlaştı..’ diye düşman gibi baktırılmıştı..

Şimdi ise, arab halklarının 100 yıla yakın zamandır soğuk baktığı bir müslüman halk; mevcud kemalist-laik diktatörlük rejiminin bir asra yakın yanıltmacalarına rağmen, kendi hür rey ve iradesiyle, kendi başlarına, İslamî kimlikleriyle bilinen kadroları işbaşına getirmişti ve bu durum, diktatörlüklerin, kan içici sultanların pençesinden kurtulamıyan arab halkları üzerinde de ayrı bir imrenme duygusu oluşturmuştu.. Ve bu zulüm düzenlerinin temelleri çatırdamaya başladığından beri, bu halklar, Tayyib Erdoğan’ın şahsında, Anadolu’daki kardeşlerinin kalbleriyle yeniden buluşuyorlardı..

*

Ortadoğu’nun halklar geleceklerini yeniden kurmaya çalışırken, dış güçler de tabiatiyle devreye girecekti..

 

Tunus’daki sosyal patlama Mısır’a da sıçrayınca ve Husnî Mubarek rejimi, 30 yıllık iktidarını korumak için, sivil halk kitlelerinin üzerine tanklarla saldırıp, yüzlerce silahsız yüzlerce protestocuyu katledince, hele de her gelişmenin ânında bütün dünyaya ulaştırılmasının mümkün olduğu bu müthiş iletişim çağında, devreye  ülke dışı güçlerin ve de tabiatiyle emperyalist güçlerin de girmek için asla geri durmayacakları bekleniyordu..

Ama, Mubarek ve rejimine ilk‚ ’Bırak git, halkın seni istemiyor..’ diyen Tayyib Erdoğan’ın Mısır halkı karşısındaki konumu, bu açıdan daha bir farklıydı..

Dahası, Erdoğan’ın Davos’ta, 2009 yılı başında, İsrail rejiminin C. Başkanı Şimon Peres’e karşı yaptığı müthiş konuşma, bütün arab dünyasını da daha bir heyecanlandırmış, halkların gözü, Erdoğan’a sempati ve umutla çevrilmişti.

Daha yakın zamanda ise, bir yıl öncelerde M. Marmara isimli bir yardım gemisiyle Gazze’ye gitmek isteyen ’insan hakları savunucuları’nın, uluslararası sularda İsrail rejiminin saldırıya uğraması ve insan hakları aktivisti ve T.C. vatandaşı olan 9 müslümanın katledilmesine rağmen, BM. Palmer Raporu olarak açıklanan bir belgenin İsrail rejimini  haklı göstermeye kalkışması üzerine,  Türkiye’nin derhal; İsrail rejimiyle münasebetleri en alt seviyeye indirip, bütün askerî andlaşmalarını askıya aldığını açıklaması ve Türkiye’den resmen özür dilenmediği, M. Marmara gemisinde katledilen  insan hakları aktivisti müslümanların ailelerine tazminat ödenmediği ve Gazze ablukasının kaldırılmadığı müddetçe, İsrail  rejimiyle münasebetlerin asla düzelmiyeceğini açık bir dille beyan etmesi, arab diyarlarında derin bir heyecan dalgası oluşturmuştu.. Çünkü, dünya sahnesine devlet olarak çıktığı günden, 1948’den beri hep  İsrail rejiminin yanında yer alan ve sosyo-ekonomik ve diplomatik gücü bütün dünyada hissedilen bir Türkiye, artık bu rejime karşı bir tavır koymaya başlamıştı..

 

Tayyib Erdoğan işte böyle bir atmosferde, 13 Eylûl akşamı, 1952-2001 zaman aralığında 60 yıldır, Nâsır-Sedat- Mubarek çizgisinde olan rejimlerinin pençesindeki Mısır gezisine çıkıyor ve orada, sadece Türkiye toplumunu değil, dünyayı da şaşırtan ve bazılarını da kıskandıran ve korkutan müthiş bir halk muhabbetiyle karşılanıyordu.. Nasıl karşılanmasın ki, İsrail ismiyle bir devletin zorbalıkla, kanla, gözyaşıyla kurulduğu 1948’den bu yana, onun hemen bütün bu cinayetlerine seyirci kalmış T.C. rejiminin bir başbakanı ilk olarak, İsrail rejimiyle çok ciddî bir hesablaşma havası içinde sahneye çıkıyordu.. (Gerçi, 2000’li yıllarda Ecevit de, bir ara İsrail’i devlet terörü işlemekle suçlamıştı, ama, hemen arkasından, mâlum çevrelerden yükselen itiraz ve baskılar üzerine- geri adım atmak zorunda kalmıştı..)

Kapitalist emperyalizm dünyası, kendi iç sancıları içinde kıvranırken; giderek güçlenmekte olan bir Türkiye’nin, bu gücünü temkinli bir eyleme dönüştürmek ve geçmişte Osmanlı’nın 500 yıla yakın bir süre hükmettiği Ortadoğu coğrafyasında halk kitlelerinin gücünü arkasına alarak hareket etmek istemesi çok da şaşırtıcı sayılmamalıydı..

*

Tabiatiyle, bu gelişmeleri en fazla şaşkınlıkla izleyenlerin başında İsrail rejimi geliyordu.. Kendi iç siyasetindeki zorla oluşturulan hükûmet dengeleri yüzünden, Avigdor Liberman gibi, hiç bir sınır tanımayan fanatik bir siyonist yahudi kişinin Dışişleri Bakanı olması neticesinde, onun, kuşatma altındaki Gazze’ye insanî yardım ulaştırmaya çalışan ’Mavi Marmara’ gemisine uluslararası sularda yapılan kanlı baskın üzerine Türkiye’den özür dilenmemesi için aldırdığı kararlar, ikili münasebetleri daha da germişti..

Dahası, Liberman, Yedioth Ahranoth gazetesine yayınlanan sözlerine göre, Türkiye’ye haddi bildirileceği, Erdoğan’ın İsrail’e saygılı davranmasının sağlanacağı,  1915-Ermeni Hadiseleri’nin alevlendirileceği, PKK’nın destekleneceği, Kıbrıs -Rûm Yönetimi’nin takviye edileceği gibi, zâten beklenen ve bilinen entrika haberleri geldikçe, bu durum,  Tayyib Erdoğan’ın İsrail aleyhine oldukça sert söylemler dile getirmesinin yolunu daha bir açıyordu.

 

Tayyib Erdoğan, Arab Birliği’nde bir devlet adamı gibi değil,

bir ’müslüman sorumluluğu’yla konuşuyordu..

 

Binlerce göstericinin, Kahire’de, İsrail Elçiliği etrafındaki 3 metrelik duvarları yıkıp, binayı ateşe vermesinin üzerinden henüz birkaç gün geçmemişken, Tayyib Erdoğan, Mısır’da Arab Birliği Dışbakanlar Konseyi’nde yaptığı bir saate yakın konuşmasında, onlara bir siyasetçi, bir devlet adamı veya dünya siyasetindeki gücü gün geçtikçe daha bir hissedilen bir devletin başbakanı olarak, bir müslüman olarak hitab ediyordu..  Ve sözlerinde son derece samimî olduğu hissediliyordu.. Erdoğan, bu konuşmasında, müslüman halkların başında zorla, zorbalıkla duran rejimlere veya liderlere hatırlatmalarda bulunuyor, halklarının iradelerine,  saygı göstermeleri çağrısını tekrarlıyor, kendi halklarına mermi sıkan, tankla topla galebe çalmaya çalışanların kanla, zulümle payidâr olamıyacaklarını, ayakta kalamıyacaklarını  anlamaları gerektiğini söylüyordu.. Erdoğan, benzer bir başka konuşmayı ise, Kahire Üniversitesi’ndeki binlerce dinleyici karşısında da tekrarlıyordu.. 

Erdoğan’ın Mısır’ın Refah şehri kapısından abluka altındaki Gazze’ye de geçmeyi arzu ediyordu, ama, bunun bir hasret olarak kalbinde bir süre daha kalması gerekecekti..

Erdoğan, İsrail rejiminin Gazze’ye uyguladığı ablukayı uluslararası hukuk açısından tanımadıklarını kesin bir dille belirtiyor; ’İsrail’in saldırganlığının, halkının geleceğini tehlikeye attığını’, Amerika’nın Ortadoğu ve Filistin siyasetini yeniden gözden geçirmesi tavsiyesinde bulunuyor; Filistin’in de BM. Genel Kurulu’nda bir devlet olarak kabulünü destekliyeceklerini kesin bir dille ifade ediyordu..

Mısır’ın müslüman halkı, Tayyib Erdoğan’ın şahsında, gerçek bir müslüman lider bulmuş olmanın heyecanını yaşadığının ilginç sahnelerini yansıtıyordu, dünyaya..

 

Nitekim, dünya da öyle görüyordu bu gelişmeleri..13-14-15 Eylûl günlerine aid bazı yansımalardan bir derleme demetini buraya da özetle aktaralım:

NEW YORK TIMES: ’Bölgede ayaklanmaların yaşandığı bir dönemde, Türkiye’nin Arab dünyasında güçlenen konumundan ve etkisinden faydalanmak isteyen Başbakan Tayyib Erdoğan, Mısır televizyonunda İsrail’i “Batı’nın şımarık çocuğu” olarak tanımladı.  İsrail’le son dönemde yaşanan ateşli tartışmadan önce bile Erdoğan, İslamcı siyasete, çoğulcu anayasal demokrasiye ve enerjik ekonomik kalkınmaya bağlılığı dolayısıyla bölgede aslanlaştırılıyordu. Mısır’da siyasetçiler kendilerini çoğu zaman “Mısırlı Erdoğan” diye tanıtmaya çalışıyorlardı’

EL’CEZİRE: ’Erdoğan’ın ziyareti bazı Arap liderleri rahatsız edebilir..

Tayyib Erdoğan’ın Mısır ziyaretiyle ilgili olarak Kahire-Uluslararası Strateji Çalışmaları Mrk. Başk. Âdil Süleyman, ’Bölgesel bir rol için rekabet olacağı kesin. Mısır şu an böyle bir rol oynayacak konumda değil. dolayısıyla Erdoğan bundan faydalanmaya çalışıyor” dedi.’

Erdoğan’ı karşılamaya giden Hani isimli 21 yaşındaki üniversite öğrencisi ise, Buraya ‘Teşekkür ederim’ demeye geldim. Çünkü o başka hiç kimsenin söylemediği şeyleri söylüyor” diyordu.

Tel Aviv Üniversitesi’nden Ortadoğu analisti Uzi Rabi ise Erdoğan’ın ziyaretinin “Arab dünyasındaki ayağını sağlamlaştırma” çabasının bir parçası olduğunu belirtti. Rabi, “Erdoğan, Kahire ziyaretini Arab sokaklarında ne kadar popüler olduğunu ölçmek için bir barometre olarak kullanacak. Ancak bazı Arab liderler Erdoğan’ın bu populerlikten beslendiğini görmekten memnun olmayabilir” diyordu.

 

WASHİNGTON POST: Bir kez daha İsrail günah keçisi haline getiriliyor. İsrailliler, Arab Baharı’nın diktatörlüğe karşı bir halk hareketinden Yahudi devletine yönelik bir başka saldırıya dönüştüğünden kaygılanıyor ve bu kaygıları temelsiz değil.  Birçok Arab ve Türk’ün İsrail’e öfkeli olduğuna şüphe yok. Ancak Ortadoğu’da çoğu zaman olduğu gibi bu tutkuların hükümetler tarafından yönlendiriliyor. Bölgenin lideri olmak isteyen Başbakan Tayyib Erdoğan, Benjamin Netanyahu hükümetine karşı bir kampanya düzenledi. Erdoğan BM’nin soruşturmasında İsrail’in Gazze ablukasının ve filo müdahalesinin yasal olduğu sonucuna varmış olmasından dolayı kızgın. Dahası İsrail’i azarlamayı Suriye’yle görüşmekten daha kolay görüyor.

İsrail on yıllardır ilk kez bu kadar yalnız görünüyor. Ancak aslında çaresiz bir seyirciden çok öte: Netanyahu hükümeti BM panelinin aşırı güç kullanımı olduğuna hükmettiği 9 türk’ün öldürülmesi dolayısıyla özür dileseydi krizi önleyebilirdi.’

 

 (İng.) The Guardian: ’Erdoğan’ın 4 günlük Kuzey Afrika turu Türkiye’nin Ortadoğu’da ağırlığını artırmayı ve İsrail’i yalnızlaştırmayı amaçlıyor. Erdoğan, Türkiye’nin Arab Baharı’nın kalbinde lider rolü oynamak istediğini saklamıyor. Arab uzmanlar onun “medya starı” olduğunu, İsrail’e karşı tavrının ve ülkesinde başardıklarının ona bu gücü verdiğini teslim ediyorlar. Erdoğan arab liderlerini zor duruma düşürdü, onların ülkelerine gidip, liderlerini eleştirdi.. Ama ülkesinde iyi işler başardığı için itibarı var."(Guardian'da Ian Black imzasını taşıyan bir analizde ise Erdoğan'ın yüksek riskli bir oyuna girdiği belirtilerek özetle şöyle deniliyordu: "Erdoğan'ın Kahire'de yaptığı konuşmalar, Türkiye'nin Orta Doğu'da daha büyük bir oyuncu olma çabasınında mükemmel bir platformdu. Gazze saldırısından sonra İsrail'le onlarca yıl sürdürdüğü ittifakı bozarak bu ülkeyi açık bir şekilde eleştirmeye başlayan Türkiye'nin bölgede daha güçlü bir rol oynama arzusu, bir düş kırıklığının ürünü. Zira, Türklerin Avrupa Birliği'ne katılma çabaları Almanya ve Fransa tarafından fiilen engellenmiş durumda. (...) Türkiye'ye, İsrail'e karşı sesini diğer Arab ülkelerinden daha fazla yükseltebildiği için, hayranlık duyuluyor.’)

 

New York Times: Başbakan Erdoğan, Arap Birliği bakanlarına Filistin’in tanınmasının “bir tercih değil, bir mecburiyet/ zorunluluk” olduğunu söyleyerek, USA ve İsrail üzerindeki baskıyı artırdı. Mesajının emredici tonu ve bir zamanlar Türkiye’nin yakın bir dostu olarak görülen İsrail’e giderek artan hasmâne tutumu, Türkiye’nin nasıl, kendini bölgede lider olarak konumlandırdığına vurgu yapıyor. Erdoğan’ın sözleri, Filistin devleti ilanına yönelik bir girişime karşı çıkmaya söz veren Amerika’ya yeni bir meydan okuma da oluşturuyor.’

Washington Post: ’İsrail bir kez daha, baskı altındaki komşu liderler için elverişli bir günah keçisi oldu. İsrail yıllardır hiç olmadığı kadar izole halde.. İsrailliler, Arab Baharı’nın diktatörlüğe karşı bir halk hareketinden, kendisine karşı yeni bir saldırıya dönüşmekte olmasından endişe ederken, bu kaygının yersiz olmadığı ortaya çıkıyor. Arablar ve Türkler, İsrail’e kızgın.’
The Times
: ’Müslüman dünyanın yeni sesi olmak isteyen Türk Başbakan, İsrail’e karşı sesinin tonunu artırdı. Erdoğan’ın Mısır’daki konuşması, Türk F-16’larının artık İsrail uçaklarını otomatik olarak ‘dost güç’ olarak tanımamaya başladığına dair haberlerin üzerine geldi. Arab Baharı zafer turuna çıkan Erdoğan, İslam, demokrasi ve refahı birleştiren Türk uygulamasını model olarak sunuyor.’ (Times gazetesi, Erdoğan'ın Kahire'de kendisini, "İslam dünyasının yeni sesi" olarak göstermeye çalıştığını yazıyor ve Erdoğan'ın "Gazze'de ağlayan Filistinli bir çocuk, Ankara'daki bir annenin yüreğini sızlatır" sözlerini öne çıkarıyordu..)
Huffington Post:
’Türk Başbakanı İsrail’e karşı katı tutumundan etkilenen Mısırlılarca kahraman gibi karşılandı. Gezi Mısır’da “Erdoğan doğru model mi?” tartışması başlattı. Müslüman Kardeşler’in aynı yolunu takib edeceğinden kuşkulananların sayısı az değil..’

Financial Times:
’Erdoğan, İsrail’e karşı bölgede hiçbir ülkenin takınmadığı sert tavırla Arab dünyasında kazandığı hayranlığı nakde çevirmeyi amaçlıyor.’ (Financial Times’da Erdoğan'ın Kahire'de İsrail'e sert suçlamalar yönelterek, İsrail'i alarma geçiren ve Amerika Birleşik Devletleri'ni kaygılandıran dış politika değişikliğini perçinlediği belirtiliyor ve Kahire'de Erdoğan'a sevgi gösterisinde bulunanların, "Erdoğan'ın tavrı Arab liderlerinkinden çok iyi. İsrailli diplomatları ülkesinden ilk o kovdu. Erdoğan liderimiz olsaydı, Kudüs'ü kurtarırdık" dedikleri de aktarılıyordu. Financial Times'da, İmâd Gad adlı siyaset uzmanı da, Kahire'nin Ankara'yla yakınlaşma konusunda yine de gönülsüz davrandığını belirterek şöyle diyordu: "Ülkenin idaresini elinde bulunduran askeri konsey ve hükûmet Türkiye'yle stratejik bir ortaklık başlatmak için zamanın uygun olmadığını düşünüyor olabilir. Çünkü Türklerin güçlü, bizim zayıf olduğumuz bir dönemdeyiz."

(İtalyan) Corriere della Sera: ’Mısırlılar, Erdoğan’ı yeni bir Arab Kahramanı olarak selamladı. Bir ankete göre, Erdoğan, Mısırlıların yüzde 78’i, Ürdünlülerin yüzde 72’si ve Lübnanlıların yüzde 62’si tarafından seviliyor, İsraillilerin yüzde 95’i ise nefret ediyor.’

(İsr.) Haaretz: ’Erdoğan, Obama değil.. Mısır’da bir Türk Obaması, yeni bir Osmanlı Sultanı veya İsrail’e savaş açan bir lider görmeyi bekleyenler, paralarını geri isteyebilirler. Erdoğan, İsrail ile ilişkilerin iyileştirilmesine kapıyı kapatmadı. Erdoğan ne Akdeniz’de hareket özgürlüğünü korumayla ilgili Türkiye’nin niyetlerini dile getirdi, ne İsrail Büyükelçisi’nin kovulmasıyla övündü, ne de İsrail’in Kahire Büyükelçiliği’ne yapılan saldırı üzerinden Mısır’ın yaralarına tuz döktü.’
Jerusalem Post:
’Türkiye Başbakanı Kahire’de, Arab Birliği karargâhının etrafında kahraman gibi karşılandı. Pankartlardan birinde Müslüman Kardeşler’e atıfta bulunan “Erdoğan, Erdoğan. Kardeşler’den büyük bir hoş geldin” yazıyordu. Kahire’nin El’Ehram Stratejik Etüdler Merkezi’nden Nebil Abdulfettah’ın “(Türkiye’nin) İsrail’e karşı bütün bu hareketlerinin tek anlamı, değişim ve iktidar özlemi içindeki yeni nesil Arab gençliği üzerindeki etkisini yaymak ve Arab bölgesinde siyasî güç olarak destek sağlamaktır” diyor..’

Israel Hayom (İsrail Bugün): ’Mısır, Erdoğan’ı, Yeni Selahaddin Eyyubî gibi karşıldı. Türkler, İsrail uçak ve gemilerini düşman olarak tanımladı.’

Benzer bir başlığı da, Mısır’ın etkili gazetelerinden El’Ehram atmış ve ’Erdocan, Salahaddin-i Zaman..’ (zamanın Salahaddin’i..) manşetini atmıştı.. (Mısır aksanında G sesi C şeklinde telaffuz edildiğinden Erdoğan, Erdocan diye yazılıyordu..)

 

Foreign Policy Journal: ’Erdoğan, bahislerinin daha yükseltilemeyeceği dönemde çok riskli bir oyun oynuyor. USA, Türkiye ile İsrail arasında tercih yapma durumunda kalırsa, tabiî ki İsrail’i seçer.’
(Alman)
Die Welt gazetesi: ’Osmanlılar, Arab ülkelerini ateş ve kılıçla fethetmişti. Erdoğan ise bu ülkeleri günümüzde kameralar ve İsrail karşıtı söylemlerle fethediyor. Mısırlılar Erdoğan’ı büyük bir coşkuyla karşıladı.’

Berliner Morgenpost: ’Erdoğan Ortadoğu’nun prensi gibi karşılandı.. Mısırlı gazeteci Halife Gaballa’nın “O, kendisiyle oynanamayacak kadar güçlü ve gururlu. Cemal Abdunnâsır gibi gerçek bir lider” sözleri Mısırlıların duygularını yansıtıyor..’
Frankfurter Allgemeine Zeitung
gazetesi de, Mısır'da bir halk kahramanı gibi karşılanan Erdoğan'ın, Mısırlılara laik bir devlet kurmaları çağrısında bulunduğunu belirtiyordu..

Bazı Alman politikacılar ise, Erdoğan'dan duydukları rahatsızlığı dile getiriyorlardı: Alman Hristiyan Demokrat Birlik Partili (CDU) Avrupa Parlamentosu Üyesi Elmar Brok, "Der Spiegel" dergisinin internet sayfasına yaptığı açıklamada, Türkiye'nin Arab dünyasında bölgesel bir güç olma yolundaki çabasına şüpheyle baktığını belirterek, Erdoğan'ın Osmanlı İmparatorluğu gibi ülkesini bölgesel bir güç haline getirmek istediğini, artık AB'ye üye olma hedefini gütmediğini ve bölgedeki güvenilirliğini artırmak için İsrail ile yaşanan krizden faydalandığını’ savunuyordu.

Alman Hür Demokrat Parti'li (FDP) Avrupa Parlamentosu Üyesi Alexander Graf Lambsdorff da, Türk hükümetinin yön değiştirdiğini ve AB hevesinin azaldığını iddia ediyordu. Alman Yeşiller Partisi'nin Avrupa Parlamentosu Grup Başkanı Daniel Cohn-Bendit, Türkiye ve İsrail arasında yaşanan krizin sorumlularının sadece Ankara'da aranmasının yanlış olduğunu belirterek, Erdoğan'ın tavırlarını kabul edilemez ve siyasi olarak tehlikeli bulduğunu, ancak İsrail'in inatçı tavrından dolayı bunun da anlaşılır olduğunu, Türkiye için AB üyeliğinin artık bir perspektif olmaktan çıktığını, AB'nin uzun zamandan beri Türkiye'nin Avrupa'ya entegre olmasını reddettiğini ve böylece Erdoğan'a, Arap ülkelerinde "bölgesel bir güç olma kartını oynamaktan başka seçenek bırakmadığını" kaydediyordu..

İng. Guardian gazetesinde 13 Eylûl günü yer alan bir yorumda ise, "Ortadoğu'yu Avrupa'ya bağlayan stratejik bir güç olarak Türkiye'nin çağı geliyor. Bu Ankara'nın dış politikada bağımsızlık ilanıdır. Ortadoğu bundan böyle asla aynı olmayacak" deniliyordu..

Guardian'da yazan Michigan State University'den uluslararası ilişkiler profesörü Muhammed Eyub ise, Türkiye'nin bölgesel bir güç olarak ortaya çıkmasıyla Ortadoğu'nun artık eskisi gibi olmayacağını belirterek şöyle diyordu:

"Türkiye'nin İsrail Büyükelçisi'ni sınır dışı etmesi, diplomatik ilişkilerini asgari seviyeye indirmesi ve Erdoğan'ın tavrını giderek sertleştirmesi, Türkiye-İsrail ilişkilerinde gelip-geçici bir sorun değil. Bunlar, Türkiye'nin İsrail'in özür ve tazminat konusunda ayak sürümesinden artık usandığının işareti. Haberin devamı Obama yönetimi, Türkiye ile İsrail arasındaki sürtüşmenin Amerika'nın stratejik çıkarlarına zarar verebileceğinden endişe etmesine rağmen, iç siyasi etkenlerle İsrail üzerinde baskı kuramadı. Washington, bu tavrıyla NATO'nun çok önemli bir üyesi olan Türkiye'yi yabancılaştırabilir. Bölgedeki demokratik ayaklanmalar sonrasında, Türkiye'nin pozisyonu, Filistin ve İsrail işgali konusundaki ana akım Arab görüşüne daha da yakınlaşacak. Bu durum, Türkiye'nin Arap dünyasındaki konumunu güçlendirecek ve Filistin konusunda daha aktif bir rol üstlenmeleri için Arap hükümetleri üzerindeki baskıyı artıracak. Demokratik geçiş sürecindeki ülkelerde İsrail'e karşı daha sert bir tutum izlenmesi isteniyor. Türk demokrasisi güçlenmeseydi, Türkiye şimdiki pozisyonuna gelemezdi. Şimdi hükümet askerin müdahale korkusu olmadan politika yürütebiliyor. Birkaç yıl önce İsrail'e karşı sert tavır alınması düşünülemezdi bile. Şu anda bölgede tanık olduklarımız, Ortadoğu'yu Avrupa'ya bağlayan stratejik bir güç olarak Türkiye'nin çağının gelişine işaret ediyor. Bu Ankara'nın dış politikada bağımsızlık ilanıdır. Ortadoğu bundan böyle asla aynı olmayacak. Washington, Ankara'yı hafife almamalı.. Eğer Amerika, Orta Doğu'daki stratejik çıkarlarını muhafaza etmek istiyorsa, İsrail-Filistin meselesine hızlı ve adil bir çözüm bulunmalıdır. Washington, İsrail'e şartsız destek politikasını yeniden değerlendirmeli ve tarafsız bir siyaset izlemeli. Buna Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'ndaki Filistin tasarısı da dahildir. Her şeyden önemlisi Amerika bölgede yükselen üstün bir güç ve Batı'yla Müslümanlar arasındaki köprü olarak Türkiye'nin stratejik önemini hafife almamalı."

*

Bu arada, İsrail'de yayınlanan Haaretz gazetesinde yer alan bir makalede özür dilemeyen İsrail devleti "dört yaşındaki bir çocuğa" benzetiliyordu.

Aner Shalev imzasıyla yer alan makalede İsrail hükümetinin, özür dileme konusunda yetersiz olduğu belirtilirken, "Özür kelimesine karşı olmak rasyonel midir yoksa özü itibariyle çocukça geri çekilme fenomeni midir? Bir özrün bir zayıflık işareti olması gerekmez; aksine bir güveni, sorumluluğu ve olgunluğu yansıtabilir" deniliyordu.

"Özür dilemek neden bu kadar zor" diye soran Haaretz yazarı, "Bu hecelerin kombinasyonunu telaffuzunu bu derece zorlaştıran şey nedir? Hükümet neden kendisini dudaklarından çıkmayacak sadece iki hecelik bir kelime için uluslararası izolasyon, güvenliğin bozulması, milyarlara ulaşan ekonomik zarar tehlikesine atıyor? Başbakan bir elçi atamak için neden yüzlerce saat harcıyor, Türklerden özür dileme konusunda – hiçbir sonuç elde etmeksizin ve korkunç uygulamaları olmaksızın sayısız zigzaglar ve konuşmalar yapıyor?" ifadelerini kullanıyordu..

*

**

 

Erdoğan, bulunduğu makamlara güç verdiği gibi,

laikliğe de bir güç vermek yanlışına düşmemeliydi..

 

Bütün bu anlatılanlarda, Tayyib Erdoğan’ın estirdiği rüzgâr açıkça görülüyor.. O kadar ki, Erdoğan’ın Libya’ya 16 Eylûl günü gideceği önceden açıklanmışken, Fransa C.Başkanı Sarkozy ve İng. Başbakanı Cameron’ın da alel-acele Trablus ve Bingazi’ye gitme kararı alıp, 15 Eylûl günü, program dışı bir şekilde, bu ülkeye gelmeleri, gerçekte, onların inisiyatifi ele geçirme çabalarını gösteriyordu..

Bu bile, Tayyib Erdoğan’ın gücünü kırmak hedefine yönelik idi; gerçekte ise, bu teşebbüs, Erdoğan’ın gücünün boyutlarını daha bir gösteriyordu..

Ama, Tayyib Erdoğan kendi gücünü ciddî olarak kırmak gibi bir hata yaptı..

Hem de son derece ciddî bir hata..

Erdoğan, “Türkiye anayasası, laikliği, devletin her dine eşit mesafede olması olarak tanımlar. Laiklik kesinlikle ateizm değildir. Mısır’ın da laik bir anayasaya sahib olmasını tavsiye ediyorum”  diyor ve şaşırtıyordu..

Erdoğan, Mısır’da Dream TV’de ülkenin en ünlü kadın ‘talk show’ programcısı Muna el’Şazlî’nin konuğu oldu. Bu proğramda, Erdoğan özelliklelaiklik” konusunda mesaj vermiş ve Mısır’da yeni anayasanın nasıl olacağı tartışmalarına karışıyor ve “Laiklik, din karşıtlığı anlamına gelmez” diyordu. Erdoğan’ın mesajları özetle şöyleydi:
’Amerika ve Batı ülkelerinin Ortadoğu’ya artık farklı bir perspektifle bakmaları gerekiyor.
Ben Mısır’ın da laik bir anayasaya sahib olmasını tavsiye ediyorum. Çünkü laiklik din düşmanlığı değildir. Laiklikten korkmayın
.
Umarım ki, Mısır’da yeni rejim laik olacaktır. Umuyorum ki benim bu açıklamalarımdan sonra Mısır halkının laikliğe bakışı değişecektir.
Mısır’ın modern bir devlet olabilmek için yapması gerekenler var. İnsan kaynaklarının doğru yönetilmesi, eğitime daha fazla önem verilmesi, finansal kaynakların yönetiminin geliştirilmesi ve yolsuzlukla mücadele. Ben İstanbul Belediye Başkanıyken işe yolsuzlukla mücadeleyle başladım. Çünkü yolsuzluğu ortadan kaldırırsanız ülkeyi kalkındıracak kaynaklar ortaya çıkar.’

’Türkiye’de anayasa laikliği, devletin her dine eşit mesafede olması olarak tanımlar. Laiklik kesinlikle ateizm değildir
. Ben Receb Tayyib Erdoğan olarak Müslümanım (ve)) ama laik değilim. Fakat laik bir ülkenin başbakanıyım. Laik bir rejimde insanların dindar olma ya da olmama özgürlüğü vardır.’ diyordu.

Evet, Erdoğan bu ülkelerdeki yeni rejimlere de, anayasalarını laik esaslara göre tanzim etmelerini tavsiye ediyor ve laikliğin dinsizlik olmadığını söylüyordu..

Kendisine ağır suçlamaların yapılmasına yol açabilecek bir hatalı yaklaşım, bu..

Bu suçlamalar kendisini iktidara getiren rejime bedel ödemek şeklinde olabileceği gibi, müslüman toplumlara laiklik dayatmasında bulunan emperyalist güç merkezlerinin dayatmalarına göre hareket etmek şeklinde de değerlendirilebilir..

 

Tayyib Erdoğan bir siyasetçi ve bir başbakan olarak bir icra adamı, bir uygulayıcıdır ve tabiatiyle pragmatisttir, fayda unsurunu, netice almak hedefini esas alır..

Ama, bunu yaparken, o pragmatizmi, bir takım itiqadî, ideolojik, fikrî konuların üzerine bir şemsiye gibi tutmaya çalışırsa, işte o zaman problem başlar.. Çünkü, uygulayıcıların bu gibi konularda derinlemesine kafa yormaları biraz zorlaşır.. 

Bu bakımdan, onun maksadı aşan bir beyan olduğunu kabul etmesini temenni ederim..

 

’Dinsizlik, dinsizlik demek değildir..’ gibi bir komik durum..

 

Gerçi 16 Eylûl günü Trablus’daki basın toplantısında kendisine bu sözleriyle ilgili eleştiriler sorulduğunda, durumu hafifletmeye çalıştı, ama, yine ısrar ediyordu hatasında.. Ve ’Bilmiyorum tercümeden doğan yanlış anlamalar mı oldu.. Ben bir müslümanım, bu sözlerimdeki mânanın, insanların din ve vicdan özgürlüğünün İslamâ aykırı olduğu iddia ediliyorsa, bunu tartışırım ve buna karşı çıkanlar beni ikna etmelidir..’ diyordu. Ama, Tayyib Bey’in o sözlerinin muhtevasına karşı çıkan yoktu, bu mânanın laiklik olarak sunulmasınaydı, itiraz.. (Kaldı ki tercümelere biraz dikkat ettim, yanlış değildi, ama komikti.. Çünkü, Tayyib Erdoğan‚ ’Laiklik dinsizlik değildir’ diyor, tercüman da  kelime kelime ’el’ilmaniyye, leyse  la-diniyye’  diyordu..

Laiklikğin karşılığı,  arab lügatında ilmaniyye idi ve dinsizlik demekti ve ’dinsizlik dinsizlik demek değildir..’ gibi bir komik mâna ortaya çıkıyordu..)  

Ve laikliğin dinsizlik veya ateizm olup olmadığını belirlemek de Tayyib Erdoğan’ın işi değildi.. Ve, laiklik eğer dinsizlik değil ise, hele de bizde ve bir çok müslüman toplumda, kendisi bir din gibi, laiklik dini olarak en katı şekkilde uygulanmıştır..

Ayrıca, icracı- uygulayıcı kişilerin böyle tariflere girmesi, kemalist rejim yöneticiliğinden kendisine de bulaşmış bir yanlışlık olup, bunun müslümanlara ne büyük acılar yaşattığını Tayyib Erdoğan da iyi bilir..

 

İnanç özgürlüğü ve eşitlik gibi kavramlara sarmalanarak sunulan laiklik anlayışının sadece Türkiye’de değil, hemen bütün müslüman toplumlarında ne büyük zulümlere âlet olduğunu Erdoğan nasıl bilmezlikten gelir.. O laiklik ki, nice mazlum kanlarını içerek, dârağaçları kurarak ve sarhoş nâraları atılarak gelmiştir bugüne.. Ayrıca, bizzat Erdoğan da bilir ki, her ıstılah, her terim aid olduğu kültür dünyasının genel çerçevesine göre şekillenir..

Başbakan Erdoğan elbette biliyor ki, Türkiye rejimi, özü itibariyle kemalist-laik bir diktatörlük rejimidir ve bu diktatörlüğün 90 yıllık ömrünün üçte ikisi, tekparti diktatörlüğü, sıkıyönetim ve olağanüstü hal uygulamaları içinde, yani halkımızı laiklik adına sıkboğaz eden yönetimler altında geçmiş ve laiklik yeni ve acaib bir kutsallığa sarmalanarak nesillerimizin üzerinden bir buldozer gibi geçirilmiştir..

Üstelik, ülkemizde de müslüman halk, hâlâ da kemalist-laik rejimin istediği gibi bir din anlayışının cenderesinde tutulmak istenmekteyken, nasıl olur da, laiklik bu şekilde övülebilir, ve bir de başkalarına cici bir şeymiş gibi tavsiye olunabilir?

 

T.C.’de henüz kemalizmle hesablaşılmamışken, bu menhus resmî ideoloji bertaraf edilmemişken, laiklik nice zulümleri beslemeye devam ederken; onu sahiblenmek, bizim bildiğimiz Tayyib Erdoğan’ın işi olamaz..  

100 yıla yakın bir zamandır, sadece Türkiye’de değil, hemen bütün müslüman toplumlarında, emperyalizmin bir kırbaçı olarak müslümanların vücudunda şaklayan ve onların ruhlarını bile esir almak ve talân etmek isteyen bu kanlı ideoloji ve onun emrindeki ideolojik mafia kadrolarının cinayetleri ortadayken, gönüllü olarak laiklik havariliğine soyunmanın bir ne gibi bir mâna ve hedefi vardır; Erdoğan bize bunu anlatmalıdır..
 

Hele de müslüman halkları, kendi inançlarına göre hür olarak yaşamak imkanından mahrum bırakan bir zulüm mekanizmasını kurtarıcı olarak tavsiye etmenin bir izahı yoktur..

Erdoğan’ın sözünü ettiği mânalar, laiklik değil, inanç ve vicdan özgürlüğüdür..

Laiklik başka bir şeydir..

Ve ideolojik ve tarihî olarak ’vahy-i ilahî’ye kesinlikle karşı çıkmak mânasını içerir..

O halde, Tayyib Erdoğan, bu terimi yanlış kullanmıştır..

Kendisi bir uygulama, bir icra adamı olarak bu konulara fazla kafa yormak fırsatı bulamamış olabilir.. Ama., o zaman da, temkinli olması gerekmektedir.. Laikliğe yeni bir tarif getirmeye kalkışmanın bir mantığı yoktur. Çünkü, laikliğin sınırlarını, mânasını, mahiyetini, o kelimenin asıl vatanı olan kendi kültür havzasının fikir adamları, filozofları belirler; müslümanlar değil..

Kişinin hatasını bilmesi gibi irfan olmaz ve hatayı itiraf insanı yüceltir..

Bu satırların sahibi, bu irfanın da, bu yücelmenin de Tayyib Erdoğan’a yakışacağını düşünüyor ve yanlışda ısrar etmeden, hatadan dönmesini bekliyorum..