Takva Sahipleri ve Şeytan
Şeytan zaman zaman takva sahiplerine, dini bütün insanlara ve tasavvuf hayatı yaşayanlarla uğraşır; onları kandırmak için çaba sarf eder. İğva vermek ve kandırmak, şeytanın vazgeçmediği ve mutlaka yerine getirmeye çalıştığı temel bir görevidir. Şeytan dindar, dünyadan ve günahlardan uzak durmaya çalışan birisini gördüğü zaman onlara yanaşır ve hilelerini devreye sokar.
Şeytan bir gün şeyhi tarafından icazetle halife yapılan ve irşada başlayan bir mutasavvıfın kapısına gitti. Bir fırsatını bulup şöyle dedi: “Hocam siz neden hep zkirle meşgul oluyorsunuz? Yanınıza gelenlere ilim öğretseniz daha iyi olmaz mı?” Takvasına dikkat eden mutasavvıf adam ferasetiyle şeytanı tanıdı ve: “Hadi oradan; sen bana nasihat edecek bir düzeyde değilsin. Nasihatin makbul olsaydı Allah tarafından lanete uğramazdın. Sen beni Allah’ın zikrinden caydırmak istiyorsun. Uzaklaş buradan!” dedi.
Şeytan bu kez, “Peki, neden en büyük sadakayı kazanmak için zalim hükümdarın karşısına çıkıp hakkı haykırmıyorsun?” dedi.
Mutasavvıf adam, “Çekil git buradan; senin amacın beni hapislere sokmak ve zikirlerimden alıkoymaktır; seni asla dinlemeyeceğim” dedi.
Şeytan bu kez, insanın en zayıf olduğu farklı bir hileye başvurdu; dedi ki: “Şunu yapmazsın, bunu yapmazsın; peki, neden kendin için mal biriktirmiyorsun? Bu mal sayesinde hem dünyevi şerefini korursun, hem de muhtaç ve gariban olan müritlerini koruma altına alırsın.”
Takvalı adam yumuşamıştı. Şeytana döndü ve: “Bu fikrin fena değil; peki ey melun ben malı nereden bulayım ki?” dedi.
Şeytan, “Sen gerçekten de ahmakmışsın; bakmaz mısın müritlerine? Sen onların ahiretlerini kurtarırken onlar senin dünyanı muhafaza etmişler çok mu? Sen onların kalplerini ihya ediyorsun, onlar senin cebini ihya etseler ne olacak ki? Sen onların ruhlarını arındırıyorsun, onlar senin evini onarmışlar çok mu?” dedi.
Şeytanın bu sözleri takvalı adamın kafasına yatmıştı. Takvalı adam, fazla zaman kaybetmeden, değişik adlar altında müritlerinden yardım alarak önce camisini genişletti. Caminin çevresinde kendisine uygun bir ev yaptırdı. Daha sonra çok büyük ve gösterişli binalar yaptırdı. Bir taraftan dergâh büyürken diğer taraftan takvalı adam büyük varlıklara sahip olmuştu. Binalar, arabalar, benzin istasyonları…
Bütün bunlar müritlerinin himmetiyle elde edilen servetlerdi. Mutasavvıfın çocukları ilmi de zikri de bırakıp mallarının başına geçmişlerdi. Milyonlarca dolarlık gelirler söz konusuydu. Şeyhin hanedanı büyümüştü; artık çocukların ve torunların elleri de öpülüyordu. Fakat fazla paraları işletmek bir sorundu. Paralarını nerede saklayacağına bir tülü karar veremiyordu.
Şeytan yanına geldi ve: “Hocam düşünceli gördüm seni; bir yaramazlık mı var?” dedi.
Hoca, “Ey melun, senin sözünü dinledim, şimdi bir sürü param vardır; bunları nasıl muhafaza edeceğimi bilmiyorum” dedi.
Şeytan,”Bak Hocam, sakın paralarını bankalara koyma! Bilenler olur, duyanlar olur, söz olur; laf ederler. Sen bütün paralarını arazilere, arsalara ve otellere yatır. Bunlar nispeten gizli servetler sayılırlar. Hatta bunların tapularını da eşinin ve çocuklarının, ayrıca sena çok yakın olan müritlerinin üzerine yap” dedi.
Sonunda Takva sahibi adam bunu da yaptı. Ancak bir sorun vardı: Müritleri çoğalmış, malının hadd-u hesabı yoktu. Zahirde zikirler yapılıyor; takva en üst düzeyde görünüyordu. Takvalı adamın başındaki sarık bile çok büyüktü. Ne var ki, kendisi işin iyiye gitmediğini, çocuklarının ve yakınlarının dünya malı peşinde koştuklarını ve buna kendisinin sebep olduğunu çok iyi biliyordu. Bir gün tüm mal varlığını bir hayır kurumuna devretmeye karar verdi. Bunu duyan çocukları ve yakınları birbirilerine girerek kanlı-bıçaklı oldular. Takva sahibi adam da kederinden vefat etti.