SEYDÂ MELLE SABRİ RAHÎMEHULLAH

SEYDÂ MELLE SABRİ RAHÎMEHULLAH

Seydâ Mele Sabri İslam davasına öylesine bağlı, öylesine âşık ve öylesine meftun idi ki, ona bakan kimse, “Bu adam davasını için yaşıyor” demekten kendini alamazdı.

Onun yüzünde mütekâmil ve mağlup edilmez bir mümin siması vardı. O düşünceleriyle, konuşmasıyla, yürüyüşüyle, oturuşu ve kalkışıyla, hatta namaz kılışıyla çok farklı bir insandı. Sanki namaz kılmanın nasıl olması gerektiğini insanlara öğretmek için yeryüzüne gönderilmiş abidevi bir şahsiyet idi. Ne yalan söyleyeyim, onun namaz kılışını seyrettiğimde, kıldığım namazlardan utanır ve mahcubiyet içinde kalırdım.
Seydâ’yı her gördüğümde içten kabaran bir heyecanla konuşurdu. Ölüler karargâhına benzeyen İslam âleminin hali onu derinden üzüyordu. “Hocam bu Müslümanların hali ne olacak ha? Her kafadan bir ses çıkıyor. Ah bu Nur talebeleri akıllarını başlarına alıp, onlar bir araya gelselerdi bari…” derdi. Sonra Müslümanların birlik olmaları halinde neler yapabileceklerini anlatır, asr-ı saadetten ve İslam tarihinin muhtelif devirlerinden örnekler verirdi. Sonra da uzun müddet susardı.
Onun suskunluğunda da söze meydan vermeyen öyle bir belagat vardı ki, hayran kalırdınız.

Evet, bazen sükût en ateşli ve en tesirli bir hitabetten daha beliğanedir. Üstdaımız Bediüzzaman da sırların üstüne perde çekmek için çoğu zaman “Sükût” der. Bazen de sükût laftan anlamayanların yüzüne bir şamar gibi de gelir.
İslam ve Müslümanlar söz konusu olduğu zaman Seydâ’yı korku ve ızdırap içinde, hatta çok zaman mahiyetini tayin edemediğim tarifsiz bir üzüntü içinde görürdüm.  Adeta davası için kıvranır dururdu. Tıpkı üstdaı gibi, “Alem-i İslam’a indirilen darbelerin en evvel kalbime indiğini hissediyorum” şeklinde bir halet-i ruhiye içindeydi. Zayıf vücudunda ve kelebek omuzlarında ilahî davanın ağırlığını hep hissediyordu. Ona göre suçlu olanlar sadece dinimize saldıranlar değildi. En az onlar kadar, bu işe ses çıkaramayanlar da mücrimdi.


Onutanıyanlar bilirler; Seydâ’nın namaz kılışı başlı başına bir fenomen idi. Namaz kılarken deprem olsa, dağlar hallaç pamuğu gibi dağılmaya başlasa, hatta evin yanıyor deseler, o asla namazdaki huşudan ve tadil-i erkândan taviz vermedi. Namaza giriş tekbiri olan iftitah tekbirini alırken, tıpkı üstadı gibi, adeta kalbinin hopladığını, göğsünde suların kaynadığını, “Allahu Ekber” derken kilitlenen çenesinin çatırdadığını sanırdınız. Bakışları çok derin ve anlamlıydı.

Bazen birisinde, İslam’a aykırı bir hal gördüğü zaman, adeta yüksekten dökülen bir şelale misali ardı arkası kesilmeyen bir bakışla bakardı. Kendisinden bahsedilmesini asla istemeyen biriydi. Çünkü o hakikatli bir adamdı.

Hakikat ise, kendini anlatmaktan müstağnidir. Bir aynanın “Ben aynayım” demesine ne gerek vardır!


17 Mart 2012’da vefat haberini aldığımda, “Eyvah! Bir yıldız daha kaydı. Ümmetin ışık kaynaklarından biri daha gitti ve karanlıkta kaldık.” dedim.

Zaten bütün olumsuzlukların, yıldızsız ve karanlık gecelerde saklı olduğunu söylerler.  Ceylanpınar’ın Yüksektepe köyünde onu defnetmeye gittiğimizde, gelenler köy meydanına sığmamışlardı. Uzaktan ve yakından çok sayıda sevenleri namazını kılmak için gelmişlerdi. Allah sonumuzu hayr etsin de, Seydâ gibi âlimler eksik olmasın.
Birkaç yıl öncesine kadar yazları hep Türkiye’deki Nur talebelerini dolaşır ve onlarla sohbet ederdi.

Vefat etmeden 4-5 yıl dizlerinde derman kalmamıştı. Zaten nahif olan vücudu daha da çökmüş ve halsizleşmişti. Hatta vefatından bir yıl önce artık yürüyemez hale gelmiş ve dizleri üzerinde yürüyordu. O halde bile tek sorduğu ve merak ettiği şey Müslümanların ve Nur talebelerin durumuydu. Bir ok gölgesi gibi çabuk geçen yıllar ve bir granit ağırlığıyla vücuduna çöken hastalıklar onun ruhunda hiçbir iz bırakmamış, onun davasına olan bağlılığına asla zarar vermemişti.

Nur içinde yatsın; Allah rahmet ve mağfiret eylesin. Âmin.