‘Saîd-i Nursî - M. Kemal Savaşı'nda Yeni Bir Cebhe...

‘Saîd-i Nursî - M. Kemal Savaşı'nda Yeni Bir Cebhe...
‘Saîd-i Nursî - M. Kemal Savaşı’nda Yeni Bir Cebhe...
Bugünlerde, ‘Hür Adam’ isimli bir filmle yeniden gündeme taşınan bir konu hakkında, Said Nursî / M. Kemal veya nurculuk/ kemalizm , daha genel çerçevede ise, müslüman halk ile laik kadrolar arasındaki savaşın geçmişinden bir kesite kısaca bakmakta, hâfızalarımızdaki bilgileri yenilemekte fayda var..
Selahaddin E. Çakırgil'in yorumu:
 

Bugünlerde, ‘Hür Adam’  isimli bir filmle yeniden gündeme taşınan bir konu hakkında, Said Nursî / M. Kemal veya nurculuk/ kemalizm  , daha genel çerçevede ise, müslüman halk ile laik kadrolar arasındaki savaşın geçmişinden bir kesite kısaca bakmakta, hâfızalarımızdaki bilgileri yenilemekte fayda var..

T.C. döneminde sahnede elbette her iki tarafta daha başka aktörler de vardır..

Ama bu iki isim, kendi cenahlarındaki sembol isimlerdendir..

 

Önce, bu iki ismin yaşadığı dönemin, Osmanlı’nın 600 küsur yıllık varlığının çöküşü ve o enkaz üzerinde yeniden bir şeyleri toparlayıp, yeni sosyal düzenler kurma çabaları içinde geçen bir zaman dilimi olduğunu hatırlamalıyız..

O yıkılış döneminde, enkazdaki her bir parçanın yeniden ayağa kalkma çırpınışlarında  iç zaaflardan ayrı olarak, dış etken olarak rol almış olan emperyalist odakların müdahalelerini, iki ayrı dünyanın asırlarca süren boğuşmasının bir son hesablaşmasını ve dışardakilerin kendi değerlerini hâkim kılmak için içimizden ortaya çıkan ve  aşağılık duygusu ile iyice kuklalaştırılmış kadroların emperyalizmin değerlerine itaat etmeyi varolmanın temel şartı ve de ‘ilerlemek’ zanneden anlayışı ile, buna karşı müslüman halkların direnme çabalarını bir daha hatırlayalım..

 

*    

Filmin konusu olan ‘Hür Adam’la anlatılmak istenen, Saîd Nursî’dir..

Kimdir  Saîd Nursî / Nurslu Saîd..

Bitlis’in Nurs köyünden Saîd..

İsmindeki Nursî / Nurslu buradan geliyor..

 

İlk geldiği zamanlarda ve uzunca bir süre, İstanbul’da ‘Saîd-i Kürdî’ olarak anılıyor..  O zamanın İstanbul’unda, onlarca farklı etnisitelere, kavmiyetlere mensub müslüman halkların birbirlerini tahkir etmeden, kavimlerine göre isimlendirmelerinde, hele de o günkü sosyal yapı açısından bir tuhaflık yok..

Sosyal yapı, müslüman olup olmamaya göre şekillenmişti ve aslî ve düzenleyici unsur müslümanlardı ve her dinden teba’, aynı lokomotifin farklı kompartmanlarında seyahat eden yolcular misali, ama, aynı yönde ilerliyorlardı..

Gayrimüslimlerden (hristiyanlar kavimlerine göre rum, ermeni, bulgar, ulah, (romen), sırb diye; yahudiler de doğrudan yahudi / mûsevî veya (Batı dillerindeki Juif, Jude/ judisch/ Jew/ Jewish vs. gibi isimlendirmelerden bozma olarak) ‘çıfıt’ diye isimlendiriliyorlardı..

 

Müslümanlar ise, (Arnavud Receb, Boşnak Tahsin, Laz Ahmed, Çerkez İsmail, Abaza Yusuf, Gürcü Yakub, Kürd Mehmed, Arab Rıza, Tatar Hasan, Acem Şerif vs.. gibi isimlendirmelerle anılıyorlar ve bu durum gaayet tabiî sayılıyordu.. Türk kavminden olanlar ekseriyette olduklarından olsa gerek ki, onlar için, herhalde başka özelliklerine göre lakab ve isimler veriliyordu..

 

Yakışıklı, cerbezeli genç bir kürd molla-hocası olarak geldiği İstanbul’da, Said de işte o dönemde, Saîd-i Kürdî de isimlendirmesiyle kısa zamanda şöhret buluyordu.. Ayrıca, onun çalışma mekânının kapısına, ‘her suale cevab verilir..’ gibi çok iddialı tabelâlar astıdığı da onun hayatını anlatan ve bazı talebelerince yazılan kitablarda yazılmıştır.. Bunun için kendisine bizzat aldığı ‘Bediî’uz-Zaman / Zamanın Hârikası)  gibi bir sıfatı da isminin önüne ekleyebiliyor..

 

Çoğu insan gibi genç Saîd de, aslında sistemin, rejimin düzgün, ama, toplumun bozuk olduğunu düşünürken, İstanbul’da aslında taa baştan da bir bozulma, çürüme ve kokuşma olduğunu görüyor.. Bu tesbitlerini risalelerinde bir hayal kırıklığı halinde dile getirmiş ve İttihad-Terakkî  içindeki bazı müslüman tiplere bakarak, ‘yanlışlıklar ve yanlış tipler de olabilir, biz doğruları alalım, doğru tiplere yardımcı olalım..’ gibi bir mantıkla, o dönemin seçkin müslüman isimlerinden olan Mehmed Âkif, Saîd Halîm Paşa, Elmalılı Hamdi (Yazır) Efendi gibilerle birlikte o camianın içinde yer alır.. Bunların herbirisinde Abdulhamîd’e  nefret derecesinde bir düşmanlık da ortak özelliklerdendir, adetâ.. (Ki, Âkif, Tevfik Fikret’in aleyhindeki şiirlerini daha sonra Safahat’ından çıkartmışken ve M. Kemal hakkında da doğrudan hiçbir şey yazmamışken, Abdulhamîd aleyhinde, eleştiri sınırlarını çok çok aşan,  Kadınlar gibi ödlekti Hâmid’  gibi hakarete varan mısraların yer aldığı en ağır nitelemeleri çıkarmamıştır.. Elmalılı Hamdi Efendi de aynı durumda olup, Sultan Abdulhamîd’in halifelik ve saltanat makamından azledilmesine dair fetvâyı veren hey’ette yer almayı kabullenebilmiştir..)

 

Saîd, 1909’daki ve ‘31 / (13 Nisan) Mart Hadisesi’ diye bilinen büyük gaile ve sosyal karışıklıktan sonra,  Divân-ı Harb’de idâm talebiyle yargılanırken ve nice yakın arkadaşlarının, verilen idâm kararından hemen sonra avluya çıkarılıp, oracıkta düzenilen halinde dâr’a çekildiklerini mahkeme salonunun penceresinden görerek savunma yapar ve beraet eder..

 

Ve, ömründe  ‘Eski Saîd’  dediği bir dönemi,  ‘Euzu billahi min-eş’şeytane ve-s’siyaseh..’ (Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım..)  diyerek kapatır ve başka türlü bir siyaset takib etmeye yönelir.. Daha çok, tahsil ve terbiyeye, eğitime ağırlık veren çalışmalar yapılması gerektiğini düşünür ve çalışmalarını bu yönde geliştirir..

Doğu Anadolu’da, özellikle de Van’da bir ‘Medrese-t-uz’Zehrâ’  adında bir Dâr’ul-Funûn / üniversite kurmayı hayal eder.. Bu tahsil yuvasında bütün ilimlerin İslamî bir temel çerçeve okunmasını öngörür..

Bu arada Birinci Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında, Şarqî (Doğu) Anadolu’yu işgal etmiş olan Rus Orduları’na karşı yapılan savunma savaşlarında bir milis savaşçısı olarak Rus Ordusu’na esir düşer ve önce Tiflis’e ve oradan da Sibirya’ya gönderilir.. Rusya’da Bolşevik/ komünist İhtilali’nin gerçekleşmesiyle ortaya çıkan büyük karışıklıklar sırasında, oradan bir yolunu bulup kaçar ve Viyana’ya ulaşır ve oradan da İstanbul’a döner..

Ama, artık Osmanlı Devleti son nefeslerini vermektedir.. 465 yıldır Osmanlı’ya başkenttlik yapmış olan İstanbul bile, İngiliz işgaline uğrar.. (Bunun ne korkunç bir yıkım olduğunu kavramakta zorlananlar, o dönemde, Osmanlı güçlerinin zaferler kazanarak ilerleyip sonunda Londra’yı bile işgal etmiş olduklarını hayal edebilirler..)

 

Savaş’ın son 6 ayında Padişah olan Sultan M. Vahdeddin, M. Kemal isimli paşasını, özellikle de Karadeniz ve Doğu Anadolu’da artan karışıklıkları önlemesi için, geniş yetkilerle Samsun’a gönderir..

 

Ve, 11 ay sonra da, Erzurum ve Sivas kongrelerinden sonra, Ankara’da yeni bir Meclis kurulması kararlaştırılır ve son Osmanlı Meclisi olan Meclis-i Meb’usân’ın birçok üyesi ile birlikte, Anadolu’nun muhtelif yerlerinden gelen yeni meb’usların / temsilcilerin katılımıyla  23 Nisan 1920 günü yeni bir Meclis kurulur Ankara’da..

 

Saîd-i Kürdî de Ankara’daki bu çalışmalara ilgi gösterir.. Ama, gün geçtikçe, Meclis’te bir lâkaydîlik olduğunu görür, İslamî hassasiyetlere riayet olunmadığını Meclis’in reisi olan M. Kemal’e anlatır.. Bu görüşmenin tartışmaya dönüştüğü de anlatılır..

(Geçenlerde Said-i Nursî’nin ‘M. Kemal’i öven, muvaffakiyeti için dua eden’ bir mektubu yayınlandı..

Hele de kemalistler bunu çok farklı bir şekilde değerlendirmeye kalkıştılar..

Halbuki, aynı dönemlerde, bizzat M. Kemal’in de taa 1922’nin ortalarına kadar, Padişah’a bağlılığını dile getirdiği, ‘hâk-ı pâyine (ayağının tozuna) yüz sürmeye hasret kaldığını’  ifade eden mektubları yok mudur?

Kezâ, daha sonraların hain ilân edilen (Çerkez) Edhem Bey’in bazı isyanları bastırıp Ankara’ya döneceği sırada, Meclis’in kendisini bir beyanname yayınlayarak ve ‘munci-i millet’ (milletin kurtarıcısı) olarak selamladığı da görülmemiş midir?

Onun için bu gibi mektublara itibar etmemek gerekir.. Ölçü, kişilerin son halleridir.. Başlangıçta iyi işler yapmış olan bir kimse, daha sonra çok şerrli işler yapabilir veya tersi.. Bu gibi durumlarda önceki durumlar sadece bir ibret konusu olarak hatırlanabilir..

M. Kemal ile Saîd-i Nursî arasındaki münasebetler de öyle ele alınmalıdır..)  

 

Bazıları ise, böyle bir görüşmenin olmadığını iddia ederler.. Delil olaraka da, M. Kemal’in bu görüşmeden hiç sözetmediğini ileri sürerler.. Ama, M. Kemal ve kemalizmin genel taktiği, ’adem’e/ yokluğa mahkûm etmek’ değil midir? Müslümanlar, son 90 yılın hele de ilk 60-70 yılında, sosyal denklem içinde ne zaman sözkonusu edildiler ve kendilerini ifade edebilmelerine izin verildi ki, ‘irtica, mürteci, yobaz,.’  vs. suçlamalarından gayri..

Ve Saîd-i Kürdî, Ankara’yı terkeder, Kürdistan’a gider.. (O zaman, Kürdistan da deniliyordu, Lazistan da; bazı bölgelere... Bugün İran’da Kürdistan, Azerbaycan, Belûcistan, Türkmen Sahrası, Fars gibi bölge ve eyaletlerin olması gibi.. Sonra bunlar yok sayıldılar.. Ve amma, onun dünyasının, kafasındaki dünya ile taban tabana zıd olduğunu anlamıyacak birisi değildir, M. Kemal..)

 

Saîd-i Nursî, Kürdistan yöresine gittikten kısa süre sonra, 1925 başında, Şeyh Said Qıyâmı patlak verir, Diyarbekr ve çevresinde.. Said-i Nursî, bu ayaklanmaya sıcak bakmaz.. Dahası, ‘Asırlarca, İslam’ın bayrakdarlığını yapan bir milletin çocuklarına kılıç çekilmez..’ gibi, resmî ideoloji bağlılarını ve kürd olmayan kesimleri sevindiren sözlerle o ‘qıyâm’a kesinlikle karşı çıktığı devamlı vurgulanır..

*

Buna rağmen,  M. Kemal ve Saîd-i Nursî  iki zıd kutub durumundadırlar artık..

Birisi laikliğin, ateizm (tanrı tanımazlık) ve hedonizm (hazz ve zevkperestlik) ve gücetaparlığın en müfrit bir prototipi durumunda olmaya doğru yol almaktadır.. Osmanlı’nın çöküşünden sonra yaşanan büyük perişanlık döneminde, M. Kemal, A takımında değil, B veya C takımında yer aldığı İttihad- Terakkî’den geri kalan  kadroları kendi etrafında toplamak başarısını gösterir.. Çünkü, yapmayı kararlaştırdığı işler konusunda karşı çıkanlar için, ‘bu iş behemehal yapılacaktır, amma, bazı ihtimal ki, bazı kelleler koparılacaktır..’ şeklindeki ‘nâzik’ yöntem devrededir..

Bu uslûba teslim olanların, M. Kemal’i daha işin başından itibaren yüceltip kutsaması, ve bu durumun hâlâ da devam etmesi bir ayrı konudur..

Ve M. Kemal, önünde hiç bir engel tanımaz; müslüman bir halkın bütün inanç değerlerine ve hayat ölçülerine karşı, dârağaçlarıyla süslediği korkunç bir saldırı başlatır..

*

Saîd-i Nursî ise, kendisini kuşatan güçlerine karşı, İslam’ın motiflerden de faydalanarak geliştirilen sufîlik cereyanları ve ‘cifr’ hesablarına, ‘mehdeviyet’ inancı konusuna kadar uç örneklerden de hareketle bir direniş sergilemeye çalıştı.. Yıllarca, hapishane- hapishane dolaştırıldı, sürgünden sürgüne gönderildi..

Ama, o dönemin bütün İslam-dışı uygulamalarının bekçibaşılığını yapan Mareşal Fevzi Çakmak’ın, çevresine, ‘Said-i Nursî’den zarar gelmiyeceği’ne dair sözler söylediği de, ‘nurcu’ denilen taife arasında yıllarca tekrarlanırdı.. (Ki, ‘M. Kemal’i sevmenin ibadet olduğunu’ söyleyecek kadar tuhaf ve ölçüsüz iddialarda bulunabilen büyük kemalistlerden 3. C. Başkanı Celâl Bayar’ın da, ‘Saîd-i Nursî’nin fikirlerinden devlete zarar gelmiyeceğini’, ancak 1980’lerde itiraf etmesi, ilginçti..)

Bu arada, Said-i Nursî,  Demokrat Parti döneminde, Adnan Menderes’e destek vermenin ötesinde, onu bir ‘İslam kahramanı’ olarak bile isimlendirebilmişti..

Ama, kemalist-laik rejim, onu mahkeme-mahkeme süründürüyordu.. Bütün bu yapılanlara karşı, o ise, itiraz ve eleştirilerini, mahkemelerde bile, siyasî iktidarın tepesindeki isme yönelik ‘deccal’ gibi suçlamalarını dile getirmekten geri durmadı ve bu arada, ‘arabca/  farsça/ kürdçe/ türkçe’ karması sayılabilecek bir uslûbla kaleme aldığı ve ‘Risale-i Nûr’  ismi verdiği risaleleri elden ele dolaşmaya başladı..

 

Bu risaleler, 1955’lere kadar 30 yıl kadar, latin harfleriyle yazılmadı.. Bu, harf devrimine karşı Saîd-i Nursî’nin fiilî bir direnmesi idi.. Bu risalelerin osmanlıca olarak ve arab alfabesiyle yazılmasını bir ibadet aşkıyla yerine getiren ve ‘Yazıcılar’ denilen bir ‘nurcu taifesi’  böyle ortaya çıktı.. Bu yazma eylemine katılmayanlar ise, sadece ‘okuyucular’ olarak isimlendirildi.. Ama, her halukârda, ‘Risale-i Nûr’ları benzersiz /emsalsiz bir Kur’an tefsiri olarak görenler olduğu gibi, ‘Risale-i Nûr’u okuduktan sonra, başka şey okumaya gerek olmadığını söyleyenler de oldu..

Bu yaklaşım tarzının oluşmasında, Üstad’ın, ‘Benim içime böyle doğdu, içimde böyle bir ilham hâsıl oldu..’ gibi beyanlar yerine,  Bana böyle bildirildi, böyle yazdırıldı..’ gibi beyan tarzlarını tercih etmesi de etkili oldu ve bu sâyede, onun sâdık bağlıları, ‘başka hiçbir kaynağa ihtiyaç duymayan fanatik bağlılar’ durumuna da geldi.

 

Saîd-i Nursî, Mart-1960’ın son haftasında, Ankara’dan Urfa’ya gitti..

(Ankara’da, Anafartalar Caddesi’nde, kaldığı otelden çıkıp, son yolculuğuna doğru,  otomobile binmek üzere dışarı çıkarken, müridlerinin etrafını çevirdiği bir sırada, 15-16 yaşında bir genç çocuğun, caddenin karşısındaki bir duvar dibinde bir taşın üzerine çıkıp onu görmeye çalıştığını tasavvur edebilirsiniz.. Kalabalık müridleri, resim çekilmemesi için, şemsiyeler açarlar;  ‘üstad’ ise, yüzünü flaşlardan eliyle gizlemeye çalışırdı.. Bu hassasiyeti, kendisinin putlaştırılacağından korktuğu için gösterdiği ve hattâ resimlerini yırtıp attığı söylenirdi..

Ama, şimdi müridleri/ bağlıları, onun hele de oldukça yakışıklı gençlik fotoğraflarını, o tehlike bertaraf olmuş olmalı ki, bol bol yayınlamaktalar..)

 

Saîd-i Nursî, Mart-1960’ın son günlerinde, uzun ve çetin bir mücadelenin sonunda ve kemalist rejimin onca baskılarına asla eğilmeyen bir gerçek ‘hür adam’ olarak Urfa’da vefat etti..

Cenazesi, yüzbinlerce insanın katıldığı bir cenaze namazından sonra toprağa verildi.. Menderes’in İçişleri Bakanı Dr. Nâmık Gedik ise, ‘gerici avı’na çıkmıştı.. Nâmık  Gedik, iki ay sonra, 27 Mayıs 1960 tarihinde, bir askerî darbe ile iktidarlarının  sona erip, bir çöp arabasına atılarak Harbiye’ye götüreleceğini ve orada, iki hafta kadar sonra ise işkence ile öldürülüp, intihar etmiş gibi gösterileceğini veya intihar edeceğini, o hışımlı günlerinde elbette ki hayal edemezdi..

 

Ama, daha ilginç olanı ise,  mezarı bir ziyaretgâha döndürülen Saîd Nursî’nin gördüğü bu itibarın, ihtilalcileri küplere bindirdiği ve ihtilalden birkaç gün sonra,  ihtilalin güçlü albayı olarak ve Başbakanlık vazifesini de fiilen üstlenen Kur. Alb. Alpaslan Türkeş’in bilgisi dahilinde, bir gece mezarının açılıp cenazesinin bir uçakla başka bir yere götürülüp atılması şeklindeki dehşetli zorbalıkla karşılaşılmıştır. TC.’nin kemalist -laik ve de ‘çok aydın, çok hür fikirli’ (!) kadroları, bu korkunç zorbalığı, faşizmin daniskasını sonuç verecek şekilde, bir an bile sorgulayamışlardır ve Türkeş de ömrünün sonuna kadar o konuda susmuştur.. 

Unutmayalım ki, 1925 Qıyâmı’nın lideri Şeyh Saîd ve idâm olunan bütün arkadaşlarının cesedleri de yok edilmişler ve mezarlarının nerede olduğu bilinmemektedir, hâlâ da.. Keza, 1937- Dersim Ayaklanması’nın lideri Seyyid Rızâ ve oğlu ve diğer arkadaşları da idâm olunduktan sonra, cesedleri yakılarak, geride hiç bir iz bırakılmayacak şekilde yokedilmişlerdir.. Ve tabiatiyle, bütün bunların baş sorumlusu da M. Kemal’dir..

*

 

Bugün, ‘Risale-i Nûr’  talebeleri/  nurcular, ‘Yazıcılar- Okuyucular’  gibi gruplaşmadan ayrı olarak, daha başka onlarca gruplara ayrıldılar.. Bu gruplardan kimileri türkçü, kimileri kürdçü eğilimlerle, bağlıları arasında kısaca ‘Üstad’ diye nitelenen Saîd-i Nursî’yi kendilerine yakın göstermeye çalışırken; kendilerinden uzaklaşanları da şu veya bu gibi güç odaklarının hizmetine düşmekle suçlayanlar da oldu.. Kimileri, ‘Risale-i Nûr’ların tahrif edildiğine dair ilginç delillerle yıllar süren yayınlar yaptılar.. Hele, ‘Üstad’la hiç görüştünüz mü?’ sualine, ‘Bilirsiniz, Erzurumlular milliyetçi olurlar.. O bir kürd olduğu için, görüşmek imkanım olduğu halde, içimden gelmediği için, hiç görüşmedim..’ şeklindeki beyanları, kendisiyle yapılan röportajlardan medyaya açıkça yansıyan  ‘seçkin nurcular’ bile görüldü...

 

Şimdi, Üstad’ın vefatı üzerinden 50 sene geçmekteyken, hele de  kemalist-laikleri çileden çıkaran bir film ile yeniden gündeme gelmesi, son yüzyılın tartışılmasında yeni bir merhale olabilir..

 

*

 

*‘İhtişam gözde ve görülende değil, görüşte olmalıdır..’

 

Bu vesileyle, bir özel tv. kanalında  Muhteşem Yüzyıl’  adıyla yayınlandığı bildirilen ve K. Sultan Süleyman’ın harem hayatına dair doğruluğu-yanlışlığı tartışılabilecek iddiaları, allayıp pullayarak anlatan bir diziye de; ‘muhteşemlik, ihtişam, gözde ve görülende değil, görüşte olmalıdır..’ diyerek kısaca değinelim..

 

Bu film dolayısiyle,  ‘sultan efendilerimiz’i pîr’u pâk göstermek kadar, baştan başa ahlâksızlıklara batmış kimseler olarak göstermek, her ikisi de, ifrat ve tefrit durumuna düşülmesi açısından ilginçtir.. (Bu arada, câriyelik kurumu ve hukuku üzerine geliştirilen ve padişahlarla çevresindekilerin yaptıkları tuhaf yorumlara ve  onları mazûr gösterme çabalarına da belki ayrı bir başka yazıda değinmek gerekir.. Unutmayalım ki, geçmiş, olduğu gibi tertemiz sanılmamalıdır.. Sözgelimi, İstanbul- Şehremeni denilen mıntıkada, çok affedersiniz, ‘Avrat Pazarı’ denilen mıntıkada, savaş bölgelerinden getirilen sahibsiz kadınların, bir hayvan gibi nasıl satıldığına dair, Osmanlı tarihçilerinin kitablarında yazılanlar utanç verici olduğundan, bu uygulamaların, İslam’ın yanlış yorumlamasından kaynaklandığını belirtmekle yetiniyorum...

 

Bu vesileyle ilgili olarak yazılan  ve Ebussuûd Efendi’nin bazı fetvâlarındaki çarpıklıklardan da söz eden bir makale dolayısiyle, 6 Ocak günü, ’Tarih, doğrusuyla-yanlışıyla bizim yükümüzdür..’ başlığı altında dile getirdiğim görüşleri burada tekrarlamak istiyorum..


’(…) Yazıda sözkonusu edilen bir filmde gösterilmeye çalışılan çirkinliklerin doğruluk veya yanlışlığı o kadar önemli değildir.

Konu, tövbekârın bile, tövbe ederken ve sonrasında, işlediği hikayesini anlatmaması ve o günahların tasvirini yapmaması gerektiği açısından ele alınmalıdır.
Osmanlı da dahil, bizim bütün geçmiş tarihimiz, iyisiyle-kötüsüyle bizim sırtımıza vurulan bir yüktür. O yük bizden ayrılmaz; doğrularını alıp, yanlışlarını reddetsek bile..
O tarih, şanlı olduğu kadar kanlıdır da..
Geleceğimizi kurmaya çalışırken, tarihimizin bu iki tarafını da görmek ve yanlışlarından arınmak zorundayız.
Bugün, emperyalist çevreler  'Eyvah, (Yeni Osmanlı!)' derken, onun yanlışlarından değil; onun kültür ve medeniyet değerleri içindeki doğrularından korktuklarını göstermektedirler.. Emperyalistler ve onların içimizdeki uzantıları, bizim geçmişimizde hiçbir yüksek değer olmadığı iddiasını yaymaya çalışıyorlar.
Biz müslümanlar da bu gibi tartışmalarla, körü körüne bir tarih seviciliğine sürüklenmek yerine, geçmişin doğrularını alıp, yanlışlarından arınmaya çalışmalıyız.
*
Ebussuûd Efendi'nin fetvâlarına da sanırım, böyle bakmak gerekiyor. Ne yazık ki, müslümanlar arasında oluşan fırkaların hemen herbirisi, birbirlerini asırlarca tekfir ederek, yok edilmesi gereken düşmanlar olarak gördüler ve bu uğurda 'cihad-ı ekber'ler ilan edip, haklı(sanılan)ların ölmeleri halinde (şehadet-i azîme)ye nail olacakları ve Cennet'in kendilerini beklediğine dair fetvâlar verdiler. Bu kadar yaldızlı teşvikler, kimi iştahlandırmaz?
Ki, bunu Anadolu'da 30 yıl öncelerdeki Maraş, Çorum hadiselerinde ve Afganistan'da 10 yıl öncelerde, kendilerini ’sünnî müslüman’ olarak gösteren Tâlibân yönetimi ile, 'Hezarecât' denilen şiî müslümanlar arasındaki korkunç boğuşmalarda da gördük.
Tarih, 'vardı, yoktu..' gibi temennilere dayalı iddialarla doğrulanamaz. (…)’

 

Selahaddin E. çakırgil haksöz haber