RİSALE-İ NUR’UN TELİF MERKEZİ BARLA

RİSALE-İ NUR’UN TELİF MERKEZİ BARLA

Bediüzaaman, “Eski Saîd Dönemi” diye ifade ettiği çalkantılı hayatında İslam dünyasının başına gelen musibetleri bire bir yaşamış, 1. dünya savaşına katılmış; Ruslara esir düşmüş, iki yıl süren esaret hayatından sonra, hayli zor olan bir mücadele sonucunda Sibirya’dan İstanbul’a gelebilmiştir. Mütareke yıllarında İstanbul’da Darü’l-Hikmette müderrislik yapmış, 1920’de TBMM’nin kurulmasıyla birlikte Akara hükümeti tarafından Başkente çağrılmıştı. Bediüzzaman Ankara’ya gelmekle, 600 yıl süren parlak bir devrin çöküşüne ve yeni bir devrin başladığı yıllara şahitlik yapmıştı. 45 yıllık hayatında gezdiği ve gördüğü yerlerde ve en son uğradığı Ankara’da, hafızasından asla silinmeyecek sosyal bir bunalıma, gizliden gizliye Anadolu’da yayılmak istenen dinsizlik akımına ve uzun yıllar sürecek bir ahlakî çöküntüye ve yeni bir istibdat dönemine şahit olmuştu.

Bediüzzaman kendisini âlem-i İslam ile alakadar gördüğü için, İslam dünyasının bu bunalımlı dönemi nasıl atlatabileceğini gençliğinden beri düşünmeye başlamıştı. Anadolu halkı, taşıdığı feraset, kahramanlık ve fazilete rağmen, hükümeti iğfal eden ve harim-i ismetine uzanmakta olan zındıkların hain elini göremiyor; maalesef halkın temsilcileri de, savaştan sonra Ankara hükümetinin başlattığı yeni istibdat dönemine ayak uydurmaya çalışıyordu. Bediüzzaman’ın önünde, 1. dünya savaşının ve ardından başlayan istiklal savaşlarının yorgun düşürdüğü bir millet ve adeta yağmalanmış durumda bulunan bir memleket duruyordu. Bu kahredici vaziyetten kurtuluşun manevi reçetesinin bir an önce yazılması gerektiğini düşünüyordu.

Hele hele Bediüzzaman’ın gazi olan TBMM’de bir mescidin bulunmadığını ve milletvekillerinin namaz ve evamir-i İslmiyyeyi imtisal konusunda gevşeklik göstermelerini müşahede etmesi, ifade edilemeyecek derecede onu derinden etkilemişti. Denilebilir ki, Ankara’da gördüğü manzara onu ürkütmüş, Kur’an’ın etrafındaki duvarlar mesabesinde olan İslam geleneğinin yavaş yavaş katledildiğini ve Kuran’ın kendi kendisini müdafaa etmek zorunda bırakıldığını gözleriyle görmüştü. Birçok âlimi ümitsizliğe sevk eden bu manzara Bediüzzaman’ı farklı bir metotla çalışmaya sevk etmişti. Onun hayat felsefesinde ümitsizlik olmadığı için, “Kur!an’ın sönmez ve söndürülemez bir nur olduğunu dünyaya ben ispat edeceğim” diyerek Ankara’dan ayrıldı ve sessizce memleketi olan Van’a gitti. Yeni Saîd dönemi böylece fiilen başlamıştı.

Bediüzzaman memleketi olan Van’da, Erek dağında ve Nurşin camisinde imanın, Kur’an’ın, İslam’ın, hayatın, ölümün, hayır ve şerrin hakikatlerine ve sırlarına vakıf olmak için talebelerine dersler veriyordu. Bir taraftan da bunalımlar içinde bulunan İslam dünyası için çare olacak tedbirler düşünüyordu.

1926 yılının şubat ayında, yaşı kemal ermiş, sakin fakat düşünceli bir İslam âlimi olan Bediüzzaman, elinde bir sepetle ve başındaki sarığının ucu şakağına kadar sarkmış olduğu halde jandarma nezaretinde kayığa bindirilerek Barla’ya götürülmüştü. Barla Bediüzzaman için 8,5 yıl sürecek kutlu bir sürgün yeriydi. Bediüzzaman o güne kadar hayat yolunu o kadar faal, o kadar temiz ve o kadar dürüstçe kat etmişti ki, onu oraya sürgüne gönderen irade bile, bir suç isnat edememişti. Sadece “Şeyh Saîd isyanıyla ilgilenebilir” düşüncesiyle onu Barla’ya sürmüşlerdi.

Böylece yeni Saîd’in hayatında yeni ve bereketli bir dönem başlamıştı. Barla’da, siyasetten ve siyasal olaylardan uzak, tamemen Kur’an ve iman merkezli bir hayat başlamıştı Bediüzzaman için… Bu itibarla onun hayatında Barla çok önemlidir. Çünkü Risale-i Nurun en önemli kitapları burada telif edilmiştir. Sözler, Leamalar, Mektubat, Şualar ve Asay-ı Musa… Üstda kendisini, “ehl-i dünyanın değil, kader-i İlahînin mahkûmu” kabul ettiği için Barla’ya asla bir sürgün yeri gözüyle bakmamıştır. Barla zamanla, onun için bir sürgün yeri olmaktan çok, bir medrese hüviyetini almıştır.

Barla’da kaldığı yıllarda birçok talebesi olmuştur. Şamlı Hafız Tevfik, Hulusî, Hulusi-i Sanî Sabri, Hüsrev, Refet Bey, Âsım bey ve Zekâî gibi her türlü sıkıntıyı göze alan kahraman talebeler, Barla’da telif edilen Risale-i Nurları hem okumuşlar hem yazmışlar. Bediüzzaman’ın onlara yazdığı mektuplar ve onların üstatlarına gönderdikleri cevaplar “Barla Lahikası” adı altında Risale-i Nur Külliyatından bir eser olarak vücuda gelmiştir.