Âşûrâ İnqılabı’nı anlamak değil anmak hedef alınınca;
Âşûrâ İnqılabı’nı anlamak değil anmak hedef alınınca; ya kan banyosu çıkıyor ortaya, ya da âşure tadlısı!
5-6 Aralık 2011 günleri, Hicrî-qamerî 1433 yılının Muharrem ayının 10’uncu (âşûrâ) gününe, ’Âşurâ İnqılabı’nın yıldönüm günlerine tekabül ediyor..
Anadolu coğrafyasında resmî takvim 10 Muharrem’i 5 Aralık günü diye gösterince, o Âşûrâ merasimleri o gün tertib olundu; Afganistan, Pakistan, İran, Irak, Lübnan gibi coğrafyalarda ise, 6 Aralık günü.. (Ay veya güneş tutulması gibi durumları saniyesi saniyesine yıllarca önceden belirleyebilen kozmografya ilminin geldiği nokta ortadayken; yeryüzünde hâlâ, aynı coğrafyada sağlıklı bir takvim belirlemesi yapılamaması ve Ramazan başlangıç ve bitiminin, Kurban Bayramı’nın hangi güne denk geldiği üzerinde görüş birliği sağlanamaması, Âşûrâ gününün hangi gün olduğunun belirlenememesi, zaaflarımızın ne kadar sığ ve amma o kadar da sarsıcı olduğunu daha bir ortaya koymaktadır.)
Bu yıl ilk olarak TC. Diyanet İşl. Başkanlığı, Kerbelâ Faciası’nın câmilerde anılması için gerekli emirleri vermiş.. Bu, elbette ki, ileride daha hayırlı neticeler verebilecek bir gelişme olarak algılanabilir.. Çünkü, bu konu, halkımızın geneli tarafından kulaktan dolma bilgilere göre biliniyor..
İslam tarihindeki şiî- sünnî gibi ayrışmaların temelini oluşturan Kerbelâ Faciası’nın anlaşılması ve anlatılması konusunda, Diyanet İşl.Başkanlığı bu zamana kadar neredeyse vurdumduymazdı.. Ve âdetâ bu kurum, sadece sünnî müslümanlara hizmet ediyor gibi bir görüntüye büründürülürdü..
Bu vesileyle belirteyim.. Merve Kavakçı kardeşimiz de, 25 Kasım 2011 tarihli yazısında, ‘yeni (laik) rejimin, üretmeye ‘ahdettiği’ millî kimliğin oluşumu için’ yapılanlara dikkat çekerken, ‘Ümmet kimliğinden türk kimliğine geçişte ortak payda etnik kimlik ve onun sosyal yansımaları olacaktı. Buna göre türk, sünnî Müslüman, türkçe konuşan ve, laik erkek ve kadınlar üretilecekti.’ diyordu..
Kemalist-laik rejimin hedeflerinden birisinin de sünnî müslüman üretmek olmadığını Merve Kavakçı’nın da bildiğinden emînim.. Ama, o cümle, sanırım, gözden kaçan bir tashih hatası yüzünden o şekilde çıkmıştı..
Ancaak, bu ifade, niceleri tarafından da tekrarlandığı için, bu konu üzerinde durmak gerekiyor.. Çünkü, katı ve totaliter laik bir rejim olan kemalist düzenin 90 yıla yaklaşan uygulaması içinde ortaya çıkan korkunç tahribata rağmen, nice müslümanlar da, rejimle devleti aynîleştirip, devletin İslamî esaslara göre yönetilmekte olduğu gibi bir zann içinde bulunuyorlar, hâlâ da..
Halbuki, Beni Umeyye’den, Emevîler zamanından beri var olan bir devlet anlayışıdır, hâkim kılınan.. Yani, otorotiye -her ne ve nasıl olursa olsun-, itaati kitlelere vâcib gibi gösteren, her türlü otoriteyi meşrû’ zannettiren bir anlayıştır, sünnî müslüman toplumlarda, genelde bir inanç ve kültür gibi kabul ettirilen.. Ve açıktır ki, böyle bir anlayışın sadece sünnîlikle değil, İslam’ın herhangi bir sağlıklı yorumuyla da ilgisi yoktur..
Kemalist -laik rejimin daha çok da, sünnî müslüman kitlelere hizmet veriyormuş gibi bir şekilde gösterilen Diyanet İşl. Başkanlığı’na özel bir yer vermesi, halkın en büyük kesimini oluşturan ve sünnî olarak nitelenen müslüman kesimleri daha sıkı kontrol adına almak içindir. Nitekim, sözkonusu kurumun, geçmiş 80 yıllık uygulaması boyunca ne korkunç çarpıtma, saptırma ve yanıltma çabalarını tezgahladığını tekrara gerek yok.. Evet, bu kurum oluşturuluşundaki niyetin özü itibariyle, -içinde vazife gören temiz kitleleri ayrı tutarak- belirtmeliyim ki, Emevîler’den bu zamana gelen bir anlayışla, her türlü zulmün ve zulüm düzeninin meşrûiyyeti için fetvâlar hazırlayan bir ’kapıkulu ulemâsı’nı ayakta tutmak içindi..
Ki, bu konuya, Âşûrâ İnqılabı’nın bir yıldönüm gününde tekrar dikkati çekmek, daha bir kolay olabilir.. Çünkü, Hz. Huseyn’in o müthiş qıyâmının temelini, Emevî anlayışıyla yerleştirilmeye çalışılan İslam anlayışına karşı çıkmak şuûru oluşturuyordu..
O, ’Süngüler ve kargılar yarın Kur’an’ı deliş-deşik edecekse, ben göğsümü bugünden siper edeyim de, o süngüler ve kargılar benim göğsümü parçalasın..’ idrakiyle hareket ediyor ve ’zilleti kabul edenlere yazıklar olsun!’ diyordu..
Esasen, Hz. Huseyn, kendisine karşı olanların, şahsıyla değil, Resul-i Ekrem (S)’in elinden insanlığa sunulan ilahî nizamla hesablaşmak gibi bir hedefi güttüklerini biliyordu herhalde..
Esasen, Resul-i Ekrem (S)’in dünyamızdan ayrılmasının üzerinden henüz yarım asır geçmekteyken, Kerbelâ’da -tıpkı daha önce de Sıffîyin’de olduğu gibi-, O’nun Ehl-i Beytinin toptan bertaraf edilmesini hedef alan böyle bir cinayetin başka türlü bir izahı olamazdı..
Ve Kerbelâ’da Yezid (bütün zamanların Yezid’leri gibi), kılıcına o kadar güveniyordu ki, mazlûm kanlarının, zâlim kılıçlarına galebe çalacağını idrak etmekten âciz idi..
O halde, Kerbela’yı ve Âşûrâ’yı, sadece 1300 küsür yıl öncelerde cereyan etmiş bir facia olmanın ötesinde, bütün zaman ve mekanları bir ışık hızıyla delip geçen ve bugünümüzü de aydınlatan bir inqılab hareketi olarak algılamak yanlış olmayacaktır..
Esasen, Kerbelâ Faciası, -cereyan edeceğine dair önceden de Hz. Peygamber (S) tarafından haber verildiğine dair rivayetler de gözönüne alınırsa- Hz. Huseyn gibi bir sembol şahsiyetin ezelî ve ebedî hakikate bağlı bir hayat yaşanması uğrunda insanların nasıl çetin mücadeleler vermesi gerektiğinin bir çarpıcı örneğini oluşturmaktaydı..
Çünkü, Huseyn, Resul-i Ekrem (S)’in elinde büyümüştü.. O halde, O’nun elinden insanlığa sunulan ilahî mesajın, vahyin kurtarıcılığına en mükemmel örneklerden birisi olarak, zulüm düzenlerine asla boyun eğmemek gerektiğini bizzat kendi hayatını ve en sevdiklerini, en aziz değer bildiği İslam yolunda gözünü kırpmadan fedâ edebileceğinin en mükemmel örneğini oluşturmanın, kendisi için bir mükellefiyet olduğunu biliyordu, Hz. Huseyn..
Bunun içindir ki, Yezid -babası Muaviye’nin ölümü üzerine iktidara gelir gelmez- Hz. Huseyn’den kendisine bey’at alınması için, Şam’dan Medine’ye gönderdiği habercilerin ulaştığı gece, Medine’den ayrılmaya karar veriyor ve önce Mekke’ye gidip, oradan da kendisine daha önceden davet mektubları gönderen onbinlerin yaşadığı Kûfe şehrine doğru yola çıkıyordu..
Peygamber torunu, iktidara doğru gidiyor zannıyla, Hz. Huseyn’in arkasına takılanların sayısının bir ara hattâ 18 bin kişiye ulaştığı bile bildirilir.. Ama, ilginçtir ki, çölün kızgınlığında yüzlerce km.lik çöller aşılırken yolculuğun çetinliğinde hastalananlar, yorgun düşenler, umutsuzlaşanlar, pişman olanlar giderek artıyordu..
Hz. Huseyn, çıktıkları yolun çetinliği söylüyor, ayrılmak isteyenlerde bey’at sorumluluğunun kalmıyacağı bildiriyor, çekinenlerin- utananların gece karanlığında ayrılmalarını gerektiğini ve ayrılanların ayıplanmamasını hatırlatıyordu..
Bu çağrılarla, kafile artık iyice küçülmüş ve Hz. Huseyn’in yâranı, ancak ve Ehl-i Beyt’i toplam, 100 civarında bir küçük grub haline gelmişti.. Ama, Hz. Huseyn’le birlikte Medine’den yola çıkanlardan hiç birisinin geri dönmediği bildirilir..
Müthiş bir kararlılık..
Kûfe’de ise.. Vali Ubeydullah bin Ziyad, halka göz açtırmıyor; Hz. Huseyn’in şehre gizlice öncü olarak gönderdiği amcaoğlu Âqil’i de ve ona destek verenlerin kellelerini uçuruyordu..
Kûfe halkının zulüm karşısındaki direnişi kırılmıştı.. Halbuki, ne kadar heyecanlı ve samimî idiler, başlangıçta..
Nitekim, arab edebiyatının ünlü isimlerinden Ferezdaq, Kûfe’den Dimeşq’e, Şâm’a giderken, yolda rastladığı bir küçük kafilenin Hz. Huseyn’e aid olabileceğini düşündü..
Doğru tahmin etmişti Ferezdaq..
Hz. Huseyn’le görüştü.. Hz. Huseyn ona, Kûfe halkının durumunu sorduğunda, ondan müthiş bir cevab aldı: ’Qulûbihim ma’ek; suyûfihim aleyk!..’ (Onların kalbleri seninle, kılıçları sana karşı!..’
Böyle durumlar sadece Kerbelâ’da değil, bütün zaman ve mekanlarda da tekrarlanıp durmakta değil midir?
Kerbelâ’da sahi, neler ve niçin oldu?
Şiî-müslüman halk kitleleri, neyin, niçin olduğundan daha çok, nasıl olduğu açısından ve tabiatiyle de duygu planında yakınlaşır konuya..
Sünnî diye isimlendirilen müslüman toplumların yaklaşımı ise, daha bir tuhaftır..
Genel de, ‘Allah o kana bizim elimizi bulaştırmadı, dilimizi de bulaştırmasın..’ yaklaşımı..
*
‘Nasıl katledildi’den çok, ‘Niçin katledildi?’nin cevabını aramak..Hz. Huseyn, etrafındaki kuşatmanın daraldığını ve onların cinayet işlemekteki kararlılığını görünce, ’Allah’ın arzı geniş, bırakınız da başka yerlere gideyim..’ diye haber gönderir, bazı kaynaklara göre.. Yezid’in kumandanları ise, Yezid’e bey’at etmesi şartıyla kendisini bırakabileceklerini, ondan sonra istediğe yere gidebileceğini bildirirler..
Yani asıl mes’ele, Huseyn’in gayrimeşru otoriteye teslim olmasını sağlamaktır..
Bey’at ettikten ve teslim olduktan sonra, Huseyn’in gitmesine zâten gerek yoktu.. Üstelik, o durumda, Yezid onu baştâcı ederdi. ’Peygamber torunu bile onun meşruiyyetini tanıdığına göre, başkalarına ne oluyor?’ demek imkanı da elde edilecekti..
Ve ilginç bir tip.. Hürr isimli bir kumandan..
Günler boyu, Huseyn’in küçücük kafilesinin yolunu kesmek ve ona her türlü zorlukları çıkarmak için elinden geleni yapan bir kumandandır, Hürr..
Ama, içinde, ruhunda ne çetin savaşlar sürmektedir ki, 9 Muharrem akşamı, atını gecenin karanlığında Hz. Huseyn’in çadırlarına doğru sürer... Çünkü, o, ertesi günü, çetin bir küçük kıyamet kopacağını biliyor.. Ve öylesine denk olmayan güçlerini savaşında, sonu dünya hayatından geçmek bile olsa, Hz. Huseyn’in yanında yer almayı tercih etmek gibi bir müthiş kararlılık gösteriyor..
Ve, Kerbela’ya en son gelen Hürr, ertesi sabahın ilk ışıklarıyla birlikte saldırı başladığında, Kerbela’nın ilk şehîdi olan mümin örneğidir..
Ve o günün öğle vaktine kadar çember iyice daralıyor.. Bir tarafta, küçücük, 72 kişilik bir küçük savaşçı grubu; karşı tarafta ise, binlerce kılıç.. Ama, o binlerce kılıcın nicelerinin içinde bir tedirginlik.. Niceleri, kendi kılıcının Peygamber torununa dokunmaması gibi bir çekingenlik içindedir..
Dahası, öğle namazı vakti erişince.. Hz. Huseyn cidalin, savaşın -namaz için- durdurulmasını, istiyor ve biraz önce ona kılıç sallayanlar, Peygamber torununun arkasında namaz kılmanın faziletinden istifade etmek için koşuyorlar..
Hem dünyada Yezid’in -Yezid’lerin, gayrimeşrû güçlerin emrinde asker olmak, hem de, Huseyn’in arkasında saf bağlayıp onun imametinde namaza durmak ve âhiret’i kazanmak umudu!!.
Böylelerimiz bugün de yok mu?
*
Ve sonunda Hz. Huseyn de şehid ediliyor..
Başı kesilip bir sırığa geçiriliyor, Ehl-i Beyt’iyle birlikte Şam’da Yezid’e sunulmak üzere yola çıkarılıyor..
Geride kalan bedenler ise, atlar altında, Fırat suyu verilerek çamurlaştırılmış mekanda, üzerlerinde saatlerce at koşturulurak iyice eziliyor..
Düştü Huseyn atından Sahra’y-ı Kerbelâ’ya..
Cibril var- git: haber ver, Resul-i Kibriya’ya..
*
Şimdi o büyük faciadan çıkarılması ve her müslümanın alması gereken asıl peyâm / mesaj ne olmalıdır?
Hz. Huseyn’i anmak için 1300 küsur yıldır çeşitli merasimler yapılır..
Bu anmalardan gidilerek de, Hz. Huseyn’in mücadelesinin hâtırası canlı tutularak asıl peyamının, mesajının kitlelere ulaşabileceği düşünülüyordur herhalde..
Ama, bu ne kadar etkilidir, ayrı bir konu..
Çünkü, Huseyn’i anmak adına yapılan merasimlerde sergilenen tablolar, bazen ürperticidir.. Zencirlerle döğünmeler, başların kama ile yarılıp kan akıtılması (qamazeni) törenleri, hattâ bazı yerlerde insanların sopalarla birbirlerine vurmaları şeklindeki anmalar ve bu yolla Hz. Huseyn’in n tadmış olduğıu o acıyı kendi bedenlerinde de hissetmek iddiası.. Ya da, Kerbela toprağına qadâset / kudsiyet vererek yapılan kutsamalar.. Mezarlara, ölülere bağlılık adına yapılan ve bazılarınca şirk suçlaması yapılan abartılı gösteriler..
Ki., Lübnan’ın seçkin şiî İslam ulemâsından merhûm Allâme Muhammed Fazlullah bu gibi anmaların müslümanları dünyaya ilkel bir topluluk gibi tanıtmaya zemin hazırladığını belirtmekte ve mâtem tutmanın şer’î -mâkul sınırlar içinde tutulması gerektiğini söylemekteydi..
Son yıllarda ise, bir kısım insanların Hz. Huseyn’i anmak adına yaptıkları anma toplantılarındaki abartılı, aşırı bir takım tavırlar dolayısiyle diğer bazı grupların onları tekfir ederek, böylelerini öldürmek üzere bombalı saldırılarla düzenlemeleri.. Nitekim, 6 Aralık günü de, Afganistan ve Pakistan’da bu gibi saldırılar yine oldu ve 70’e yakın insan öldü.. Ve bunları yapanlar da kendilerinin İslam adına, dahası Allah rızasını kazanmak için öyle hareket ettiklerini ileri sürüyorlar..
Haydi, diyelim ki, o anmalarda bazılarının kabul edemiyeceği derecede bazı aşırılıklar var, onlar yanlış..
Pekiy, o yanlışları bertaraf gidermek için, bu gibi intihar saldırıları, helâl ve de doğru mu?
Asıl yapılması gereken, Hz. Huseyn’in anlaşılması ve Kerbela Faciası’nın anlaşılmasının bize neler kazandırabileceğini düşünmek olmalıdır.. Bu anmalar bize bu şuûru verniyorsa, semeresi işte böyle acı da olabiliyor.. O halde, istikametimiz şiar’dan şuûra yolculuk olmalıdır..
Bu, herhalde, adâlet ve hürriyet / özgürlük anlayışı uğrunda, hakikat yolunda tek başına da kalınsa, yine de yürünülmesi yürünülmesi kararlılığıdır.
Ne yazık ki, konu böyle anlaşılmak yerine. Çağımızda daha bir karmaşık hale gelen teknolojisinin iletişim avamın duygularını, merakını tahrik edecek atraksiyon ve manipulasyonları ile, karşımıza bambaşka tablolar çıkıyor..
Nitekim, bugünlerde, TRT’deki bazı programlara bakıyorum, Kerbelâ Faciası’nın anma yıldönümü olan Âşûrâ günlerini bir aşûre tadlısı hazırlamak törenlerine dönüştürmek istercesine acaib bir çaba sergileniyor.. Bu, bir saygısızlıktan ve o büyük faciayı sulandırmak isteyenlerin ekmeğine yağ sürmekten başka bir şey olamaz, herhalde..
Şiî müslümanların Kerbelâ Faciası için 1300 yılı aşkın bir zamandır ağıtlar yaktıkları bir günde, konuyu âşûre tadlısı hazırlamak şeklinde anlamanın sınırları içinde tutmak, o büyük kitleler için de bir saygısızlık olarak değerlendirilmekten kurtulamıyacaktır.. Nitekim, bazı şiî müslüman toplumlarında da, şiî-sünnî ayrışmasını derinleştirmek isteyenler, o kitlelere, ‘Biz bugün mâtem tutarken, sünnîler sevinçten tadlı yapıp dağıtıyorlar..’ gibi laflar zehirleyici laflar ediyorlar.
Bu bakımdan, bu gibi görüntülerden uzak durmak için, şu aşure tadlısının yapımını yılın başka zamanlarına sarkıtmak ve Âşûrâ İnqılabı’nın yıldönümünden uzaklaştırmak herhalde son derece gerekli bir tavır olacaktır..
Evet; Âşûra İnqılabı’nı şiardan şuûra doğru bir hareket halinde derinleştirmek, bir tefekkür hareketi halinde anlamak gerekmektedir..
Yoksa, bu kanlı gösteriler de, aşure tadlıları yapma törenleri de devam edecek ve şuûrlarımız daha bir buğulu halde kalacaktır.. Ve bu da Hz. Huseyn’in asıl mesajının yolunu vuracaktır..