Ortadoğu derin çalkantılar içindeyken; Suûdî, İran ve Türkiye rejimleri rahat mı?
Ortadoğu derin çalkantılar içindeyken; Suûdî, İran ve Türkiye rejimleri rahat mı?
Haksöz Haberden Selahaddin E. Çakırgil'in yazısı:
Bütün Ortadoğu coğrafyası, sadece ümid değil, dehşet de veren çalkantılar içinde..
Libya, Yemen, Bahreyn ve Suriye’deki rejimlerin, Tunus ve Mısır’daki diktatörler gibi gitmeyi bir türlü kabul etmiyeceklerinin işaretlerini vermek istercesine; itirazcıları silah kullanarak yüzlerce, binlerce insanı öldürmek gözü karalığı içinde sindirmeye çalışmaları bu çalkantıları daha bir derinleştiriyor..
Sadece Libya’da Gaddafî rejiminin ağır kuşatmasına ve saldırılarına karşı 1,5 aydır direnen Misrata şehrinde direnen sivil halktan geçen hafta ölenlerin 1 500’ü geçtiği belirtiliyor.. (Farz edelim ki, Gaddafî, emperyalist güçlerle uzlaşmaya varıp iktidarını sürdürme imkanını elde etse bile, kendi halkına karşı bu kadar alçakça cinayetler işledikten sonra, o mazlum kanı ve cinayetler üzerinde nasıl hükmedebilecektir, bu da ayrı bir konu..)
Suriye’de, 48 yıldır süren Sıkıyönetim uygulamasına 21 Nisan günü son verildiği halde, 22 Nisan Cuma günü, gösterilerde öldürülenlerin sayısının 70’i geçtiği bildiriliyor.. Beşşar Esed, ya yönetimindeki Baas kalıntılarına hâkim olamıyor; ya da, mülayemet içinde, mütebessim bir Hâfız Esed olduğunu, babasının çizgisini sürdürmekteki kararlılığını isbatlamaya çalışıyor.
Bahreyn ise, artık daha bir kapalı kutu, nelerin olup bittiği bilinmiyor.. Yemen’de yüzbinlerin, milyonların direnişi sürüyor, can kayıbları da.. Ve Ali Abdullah Salih ve rejimi de ayak diremesini de sürdürüyor..
Bu durumda, dışardan bakılınca, bu coğrafyada en rahat sayılan ülkelerin başında Suudî, İran ve Türkiye rejimlerinin olduğu şeklindeki iddialar doğru gibi kabul edilebilir.. Ama, gerçek sahiden de böyle mi?
Bundan da önce, Ortadoğu’daki bu gelişmeler içinde, emperyalizmin bir takım entrikalarının, manipulasyonlarının ve hedeflerinin olduğu, malûmu ilâm kabilinden, bilinenin tekrarı bir abes durum olsa gerek.. Çünkü, emperyalist güç olmak, her hadiseyi istediği gibi yönlendirmeye yetmezse bile, her mes’elede kendi görüşünü hâkim kılacak planlara sahib olmayı ve o yönde siyasetler izlemeyi gerekli kılmaktadır..
Bu açıdan, Ortadoğu’daki son gelişmelerin her merhalesinde, ister istemez, emperyalist güçler de yerlerini almışlardır..
Bununla, her hareketin emperyalist güçlere hamledilmesi alışkanlığının sürdürülmek istendiği sanılmasın.. Sadece şu var ki, dünyanın her bir yanındaki gelişmeleri takib etmeselerdi, o ülkelerdeki gelişmelerin fiilî veya muhtemel gelişmelerine karşı nasıl bir tavır takınılacağına dair ellerinde planları olmasaydı, zâten o güçler emperyalist olamazlardı..
Yani, bu tesbiti yapmak, onları mâzur göstermek ve emperyalistlerden korkulmasını davet etmek için değil, realiteyi beyan bâbındadır..
Müslümanların devletleri güçlü olduğu zaman da benzeri bir durum sözkonusu idi..
Polonya’da seçilecek kralın, Osmanlı’dan, İstanbul’dan verilecek işaretlere göre gerçekleştiği vakıası, çok değil, henüz 500 sene öncelerde idi..
Esir düşen Fransa Kralı’nın Osmanlı’dan yardım istemesi de aynı dönemlere aiddir..
İsveç Kralı Demirbaş Şarl’ın, 1709’da Poltava’da Rusya karşısında yenilince Osmanlı’ya sığınmasının üzerinden de henüz 300 yıl geçmekte..
Macar Kralı II. Ferenc Rákóczi’nin Avusturya’ya yenilmesinden sonra, önce Fransa'ya ve orada kendisini güvende hissetmeyince, Osmanlı’ya sığınıp, 1687 -1735 yılları arasında, hayatının sonuna kadar Tekirdağ'da yaşaması da aynı kabil örneklerdendir..
Avrupa siyasî çalkantılar içinde olduğu son 200-250 yıl içinde bile, Osmanlı, hâlâ da bir sığınma merkezi idi.. Bugün İstanbul’un Polonezköy’ünde yaşayan Polonyalılar da oraya turistik bir hevesle yerleşmiş değillerdi.. Nâzım Hikmet’in büyük dedesi Mahmûd Celaleddin Paşa da, gerçekte, hemen bütün Avrupa’yı derinden sarsan 1848- devrim çalkantıları içinde Polonya’da yenilgiye uğrayıp Osmanlı’ya sığınan gruptan Alexander Borjensky isimli bir yüzbaşı idi ve Osmanlı’ya sığındıktan sonra müslüman da olmuş ve paşalık rütbesine kadar yükselmişti..
Bunlar birkaç örnektir; yoksa, daha pek çoğu da zikredilebilir..
Ayrıca bu örnekler buraya, geçmişle kuru kuruya öğünmek için değil, dünya siyasetinde güç merkezi olmanın tabiî neticelerine işaret için dercedilmiştir..
Buradan elbette, Osmanlı’nın da emperyalist siyasetler izlediği söylenebilir..
Ancaak, bu iddia, hem geçmiş asırlardaki ve hem de günümüzdeki emperyalizm örnekleri gözönüne alındığında; Osmanlı’nın emperyalistliğinin, en azından, diğerleriyle mukayese edilemiyecek derecede zayıf, düzensiz ve de hâkimiyeti altındaki halkları mutedil, adâletli bir yöntemle yönetmeleri ve o halkların dinleri, dilleri ve kültürlerine müdahale etmeyişleri açısından, dünya tarihinde emsaline az rastlanır bir cihangirlik örneği oluşturduğu rahatlıkla söylenebilir.
Nitekim, bugünlerde, Yunan devlet televizyonunda gösterilen ve ismini, Yunan istiklal/ bağımsızlık savaşının başlangıç noktası olarak kabul edilen tarihten alan ‘1821’ isimli bir tv. dizisinde, yunan tarihçileri bile, Osmanlı yönetimine övgüler dizmekte, hem uzuuun asırlar boyunca, müslümanların hristiyan yunanlılara baskı uygulamadığı ve hele de ilk iki yüzyıl, oldukça zengin ve rahat bir şekilde yaşadıkları; asırlar hükmettikleri halde, hristiyan halkın mâbedlerine, kiliselerine asla dokunmadıkları bile hatırlatılmakta..
1821- Bağımsızlık Savaşı sırasında da, sivil halk kitlelerine zulmetmek sözkonusu edilecekse; asıl zulmü isyancı yunan silahlı- milis gruplarının müslüman halklara karşı uyguladığına örnekler vermekte ve bunun üzerine, yunan nasyonalist çevrelerinden ağır eleştiriler ve tepkiler almaktalar.. Ama, o dizinin tarihî danışmanları olan yunanlı tarihçiler, ‘Gerçek budur, bunu gizlememizi herhalde kimse isteyemez bizden ’ diye görüşlerinde ısrar etmektedirler..
(Hatırlayalım ki, 1913 yılında Osmanlı’nın elinden fiilen çıkıp, Lozan Andlaşması’yla da tamamen Yunanistan’a bırakılan Selanik şehri, 450 yıl boyunca müslümanların elinde kalmışken, hiç bir kilise ve sinagoga dokunulmamıştı.. Ve de bu şehir ve çevresinde yüzlerce mescid / câmi bulunmaktaydı.. Bugün ise, bu şehir ve çevresinde hemen hiç bir müslüman mâbedi ayakta bırakılmamıştır..)
Bu hatırlatmaları bir kenara yazıp, emperyalist güç odaklarının, dünyanın her bir yanındaki gelişmeler üzerine ve hele de müslüman coğrafyaları üzerinde derin planlar, projeler yapmalarını, emperyalist ve de güç sahibi olmanın kaçınılmaz bir gereği olarak görüp, asıl konumuza geçebiliriz.. Şöyle düşünelim ki, mesela Avrupa ve B.Amerika, büyük buhranlar içine düşsünler ve oralardaki sosyal hayatı yeniden düzenlemek ve sivil halk kitlelerinin can güvenliğini korumak adına, mesela İslam Konferansı Örgütü veya Asya Ülkeleri Ortak Savunma Gücü gibi bir takım kuruluşlar bir karar alıp, oralara asker gönderiyorlar..
Böyle bir durum, o ülkeler için ve mensub oldukları kültür ve medeniyet için nasıl bir zül teşkil ediyorsa; bugün müslüman coğrafyaları üzerindeki emperyalist odaklı düzenleme çabaları da aynı mahiyettetir..
*
Evet, Ortadoğu müslüman coğrafyaları içten içe kaynarken.. Bu ülkelerin herbirisinin iç ve mıntıkaî denge hesabları elbette olacaktır. Ama, dahası; emperyalist güç odaklarının herbirisinin gizli veya açık proje ve planları, entrikaları da vardır.
Esasen, Amerikan diplomatlarının Washington’a gizlice geçtikleri yazışmaları içeren –ve her ne kadar sağlıklı kabul edilemeseler bile- son zamanlarda açıklanan WikiLeaks Belgelerinde, ortaya dökülen sırlar, bu coğrafyadaki rejimlerin iç mekanizmalarında Amerikan emperyalizminin ne kadar etkin olduğunu da göstermektedir..
*
Suûdî rejiminin sâkin gözükmesi,
en katı uygulamaları din adına yapmasındandır..
Bu cümlerden olmak üzere, Arabistan coğrafyasının büyük bir kısmına tahakküm eden Suûdî rejiminin kendi içinde derin sancılar içinde olduğu açık ise de, bu rejimin aldığı en sert tedbirlerin din adına yapılması ve kellelerin kılıçlarla din adına uçurulmasında hiçbir sınır bulunmaması yüzünden; muhalefetin şekillenmesinin zorluğu, ayrı bir izaha yer bırakmıyor.
Siyonist İsrail rejimiyle de uzun zamandır B. Amerika kanalıyla gizli irtibatı bilinen Suûdî rejiminin başında bulunan 85 yaşlarındaki Suûd rejimi kralı Abdullah’ın sağlık durumunun iyi olmadığı biliniyor.. Kral Abdullah, Amerika’dan uzun süren bir tedaviden sonra nisbeten iyileşme tablosu gösteriyorsa da, o yaştaki bir kişinin liderliğinin kırılganlığı açıktır.
Aynı şekilde, bu krallığın veliahdı olan 75’lik Sultan bin Abdulaziz Âl-i Suûd’un da ağır hasta olduğu ve kendisini ziyarete gelenleri tanımadığı bildirilmekte.. Onun, veliahdiliğini yerine getiremiyecek bir durum ortaya çıkması halinde, Suûd Khanedanı içinde, sayıları 11 bini bulan şehzâdeler arasında bir yeni iktidar kavgasının yaşanacağı tahmin ediliyor..
Ayrıca, Suûd rejimi, İran’ı en büyük korku kaynağı olarak gördüğünden, iktidarda bulunan Âl-i Khalife Khandanı’nın mezhebî yapı bakımından küçük bir azlığı temsil etmesinin sürdürülebilmesi ümidiyle Bahreyn’e müdahale ediyor, bu sultanlıktaki zâlim kuklalarının iktidarını tehdid eden itirazcı kitleleri bastırmak için, yüzlerce müslümanı katlediyor..
Suûd rejimi, kendi içinde, vehhabîlik cereyanına karşı olan değişik İslamî cereyan ve mezhebleri kendisi için içten bir tehdid olarak görürken, Yemen, Körfez ülkeleri, (son zamanlarda İran’ın etkisine daha çok girmesinden rahatsız olunan) Irak ve Lübnan’da da bir şiî hilâli ile kuşatmakta olduğu gibi bir evhamı kendisine telkın eden emperyalist güçlerin etkisiyle vargücüyle silahlanıp, kendisini İran tehlikesine (!) karşı arab dünyasının ve hattâ sünnîliğin vurucu gücü gibi göstermek umudunu taşıyor..
Bu gelişmeler içinde dikkati çeken bir diğer nokta ise, siyonist İsrail rejimi başbakanı Netanyahu’nun görüşlerinin, Le Figaro’nun 20 Nisan tarihli sayısında, ‘Ortadoğu’da halkların demokratik iradesine göre şekillenecek yönetimlerin işbaşına gelmesi; yani, İsrail’in yenilgisi demektir..’ şeklinde açıklanmasıydı..
Mısır’daki ve diger arab diyarlarındaki hareketlerin Hizbullah ve HAMAS’ı da güçlendirdiği genel olarak kabul ediliyor.. Geçen hafta da, Kahire’deki son sosyal gelişmelerin tezgahlandığı Tahrîr Meydanı’nda göstericiler, İsrail bayrağını yaktılar.. Benyamin Netanyahu dehşete kapılmakta haksız mı?
Şimdi de, Mısır, İran’la 32 yıl aradan sonra yeniden elçilik açıyor ve Yeni Mısır’ın yeni Dışişleri Bakanı, ‘İran’ı Mısır’ın düşmanı olarak görmediklerini’ söyleyebiliyor, artık..
*
Türkiye, emniyet subapları olan bir yüksek gerilim çemberinde..
Türkiye ise, seçime 50 gün kala.. Daha bir ateşli, buhranlı bir döneme giriyor..
Halbuki, daha geçen haftaya kadar, ülkede bir seçim atmosferi bile hissedilmiyordu..
Şimdi ise, henüz oluşmayan o seçim atmosferini zehirleme çabaları gem’i azıya almış durumda..
Bunun, ilk planda, AK Parti’nin karşısında iktidar şansı bulamayan partilerin ve diğer güç odaklarının, AK Parti’yi normal seçim mücadelesi dışındaki yöntemlerle köşeye sıkıştırma çabası olarak değerlendirilmesi mümkün..
Konu herhangi bir tasarruf yetkisi olmadığı halde, suçlamalar önce Hükûmet’e ve AK Parti’ye yönlendirildi.. Çünkü, hele de seçim atmosferinde, ne kadar vurabilirlerse o kadar kârlı olabilirlerdi.. Maksad, ‘bunlar ülkeyi idare edemiyorlar, galiba..’ havası yayabilmek..
Ve, Ortadoğu’da yükselen ateşin Türkiye’ye de sirayet etmesi ihtimalini güçlendirmek..
BDP’nin yüzde 10 barajını aşamıyacağını bildiği için, bağımsız adaylarla seçimlere girmek kararı alması üzerine, adaylarının 12’sinin müracaatını Yüksek Seçim Kurulu, kanunî şartlara uygun olmadıkları gerekçesiyle reddedince..
Bu karar, BDP’ye ve ona tarafdar olan kürdlere karşı bir tavır olarak gösterilmek istendi..
Halbuki, BDP’nin gösterdiği veya desteklediği adaylar için toptan bir redd ve veto sözkonusu değildi.. Sadece, haklarında geçmişte bir takım mahkumiyet hükümleri bulunan Leylâ Zana, Hatib Dicle, Gülten Kışanak, Sabahat Tuncel, Ertuğrul Kürkçü, Salih Yıldız gibi isimler veto edilmişti.. Bu veto listesi açıklanır açıklanmaz, meydana gelen hadiseler, neredeyse bir ayaklanma denemesine dönüştürüleverdi.. YSK’nın bu kararlarının hukukî dayanakları ne kadar geçerliydi?
Konunun bu tarafına bakmak yerine, derhal tepki vermek yeğlendi.. Hattâ konuyu bilmeyen nice çevrelerce de..
Halbuki, henüz 15 sene öncelerde, Tayyîb Erdoğan okuduğu bir şiirin suç sayılıp, İst. Belediye Başkanlığı’ndan alınmasını gerektiren bir mahkûmiyet alınca, şimdi SYK’nun kararlarına karşı onbinlerle birlikte itiraz gösterilerine katılan niceleri ve de ülkenin yüksek tirajlı gazeteleri, ‘Artık muhtar bile olamıyacak..’ diye keyif çatıyorlar, sevinçli başlıkları atıyorlardı.
Erdoğan’ın hapse gönderilişine kızgın olan büyük kitleler ise, sosyal hayatı alt-üst edecek veya özel veya umumî emvalı tahribe vesile olacak gösterilere kalkışmıyorlardı.. Aynı şekilde, bütün eski siyasî partilerin çöktüğü ve 3 Kasım 2002 seçimleri öncesinde de, aynı YSK, iktidara geleceği neredeyse kesin olan AK Parti’nin Gen. Başk. Erdoğan’ın adaylığını ibtal etmiş ve toplumda en küçük bir sosyal karışıklık meydana gelmemiş ve AK Parti seçimi kazandıktan sonra ise, Siirt’teki seçimleri ibtal olununca, yeni kanunî düzenlemeleri takibe, Erdoğan Siirt’ten aday olmuş ve Meclis’e ancak 5 ay sonra girebilmişti.
Şimdi ise, YSK’nun kararları karşısında, müthiş bir tepki ortaya konuluyor, İstanbul ve Diyarbekir başta olmak üzere, bir çok yerde sabotaj, yangın ve diğer tahribatla birlikte sergilenen protesto gösterileri sahneleniyordu..
Daha ilginç olanı ise, Yargıtay ve Danıştay’dan vazifelendirilen seçkin ‘yüksek hâkimler (!)’den oluşan YSK’nun, toplumdan kopukluğu ve kararlarının kesin oluşu ve herhangi bir itiraz merciinin olmayışı durumunu, ‘astığım astık-kestiğim kestik’ anlayışına dönüştüren bir gelenek haline getirmişken, şimdi, ortaya çıkan dev protesto gösterileri üzerine korkuya kapılıp, görüşlerini 24 saat sonra düzeltmesi idi.. Nitekim, isimleri veto edilen kişilerin herbirisi, derhal mahkemelere müracaat ederek, eski hukukî sabıka ve mahkûmiyetlerinin seçilmelerine engel teşkil etmediği gibi kararlar alıp YSK’ya başvurdular ve YSK da, o vetoları kaldırıverdi.
Yurt dışındaki seçmen vatandaşların, bulundukları ülkelerdeki TC. temsilciliklerinde oy kullanması yönünde, hükûmet, ilgili ülkelerin hükûmetleriyle de anlaştığı halde, aynı YSK’nun, yurt dışında oy kullanılmasına izin vermediğini ve aldığı kararlar kesin olduğu için, kimsenin onlara dokunamadığını da hatırlayalım..
Ama, buradan asıl çıkarılması gereken mâna herhalde şu olmalıdır ki, YSK’daki yüksek hâkimler, sadece ülkedeki kanunî değişikliklerden habersiz değiller; dahası, kişilerin hukukî durumlarını, ‘e-devlet projesi’nden istifade ederek, bilgisayar ve internet aracılığıyla derhal anlayabilecek bir cevvaliyet ve maharetten de mahrumlar..
YSK,’nun o veto’larının ardında, Ergenekon veya diğer Derin Devlet oyunları yok mudur?
Bunu isbatlamak, iddia etmek kadar kolay değil..
Ancak, YSK’nın kararının sosyo-politik hayatı alt-üst eden kontrolsüz protesto ve tahrib hadiselerine zemin hazırlaması üzerine, 24 saat sonra nasıl geri adım atılması ve bu arada meydana gelen korkunç tahrib hadiselerinde uğranılan zararları kim ödeyecek?
Siyasetçi bedel öder, halk seçmez, mahkemelere çekilirler..
Ama, yargı yanlış yaptığında ne olacak? Yargıya da yargı yolu etkili şekilde açılmalıdır. Yoksa, bu gibi güç gösterileri daha çok tekrarlanır.
Bu gibi küçücük müdahalelerin bile, ülkeyi allak-bullak edecek gelişmeleri ortaya çıkarması şunu göstermektedir ki, Türkiye de, Ortadoğu’daki bütün rejimlerin ortak kaderini paylaşıyor ve zannedildiğinden de hassas ve zayıf bir durumdadır..
Hele de sessiz büyük kitleler bir kez harekete geçerse, onların nasıl durdurulacağını kestirmek mümkün olmayabilir..
*
Gelelim, İran’daki son büyük buhranlı duruma..
İran, iki yıl önce, 12 Haziran 2009 günü yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerden sonra bir türlü kendisine gelemedi..
Bu konuda yapılan değerlendirmeleri, bazı fanatik kişiler bazı kişilere dostluk ve düşmanlıkla izah etmeye kalkıştılar..
Halbuki, mesele, şahsî dostluklar veya karşıtlıklar değil, hemen bütün müslüman toplumları için bir laboratuar mesabesinde olan bu uygulamadan nasıl bir ders çıkarabileceği konusudur.
Evet, o seçimlerden sonra ortaya çıkan ve inqılabçı saflar arasında derin çatlaklıklara ve kopmalara vesile olan olumsuzluklar ve kırgınlıklar, aradan geçen iki yıla rağmen, hâlâ da giderilememiştir. Ayrıca, son 30 yıl boyunca İslam İnqılabı’nın hizmetinde bulunmuş binlerce seçkin inqılabçı insan hâlâ da zindanlarda..
Başta Hâşimî Refsencanî, CevÎdî-i Âmulî, İbrahîm Eminî gibi ‘âyetullah’ unvanlı ünlü isimler olmak üzere, yığınla seçkin şahsiyetler, iki yıldan beri hattâ, İnqılab Rehberi’nin kıldıracağı açıklanan Cum’a namazlarına bile katılmıyorlar..
Cuma namazları ki, siyasî hâkimiyeti temsil ediyor.. Bu durum, o kadar basite alınacak bir durum değil..
*
Rahmetli İmam Khomeynî’nin Sovyetler Birliği lideri Gorbaçev’e gönderdiği ünlü mesajı götüren seçkin ulemâdan Cevadî-i Âmulî, bir internet sitesinde 19 Nisan günü yayınlanan konuşmasında, ‘Niçin ve nasıl oldu da, halkın itiraz etmiyeceği bir İslamî yönetim modeli geliştiremedik’ diyordu.. Bu söz, söyleyeninin kimliği açısından ele alındığında, sıradan bir söz olarak görülemez.. (Bu arada belirtelim ki, işbu Cevâdî-i Âmulî, 22 Nisan günü kendisini ziyaret edip, ülkelerindeki gelişmeler hakkında bilgi aktaran Bahreynli bir heyete hitaben, (Muhsin Rızaî’nin ‘tabnak.ir’ sitesinde yer alan habere göre) yaptığı konuşmada, Bahreyn Sultanlığı’nı elinde bulunduran Âl-i Khalife ve Hicaz’da, Suûd Khanedanı’nı elinde bulunduran Âl-i Suûd’un (Suûd oğulları’nın) ‘kafir’ olduklarını’ dile getiriyordu..
Herkes, tekfir mekanizmasını tek taraflı olarak çalıştırırsa; tekfir edilenlerin de kendilerine ters yönde fetvâlar verecek nice kapıkulu ulemâsını bulmakta zorlanmıyacağını unutmayalım. Bununla, o tekfir edilenleri temize çıkarmak istediğimiz sanılmasın; ancak, ulemânın hüküm ifade eden bu gibi fetvalarının tarihimizde, İslam tarihinde faydadan çok zarar getirdiğini hatırlayalım..
Hatırlayalım ki, Yûsuf el’Qardavî de benzer bir tavırla, Gaddafî’nin öldürülmesi için fetvâ veriyordu, geçenlerde.. Gaddafî ve onun kapıkulu ulemâsı da, kendisine karşı ayaklanan büyük halk kitlelerini İslam’ın dışına çıkmış âsî ve bagîler olarak nitelendiriyor ve toptan imha / yok edilmelerinin şer’î bir gereklilik olduğunu dile getiriyordu.)
*
Refsencanî ise, durumun normalleşmesi için, iki yıl önce dile getirdiği şartların henüz de geçerliği olduğunu belirtiyordu..
Ki, bugünkü yüksek gerilim, iki sene önceki C.Başkanlığı seçimlerinde üstelik de Refsencanî aday bile değilken, Mahmûd Ahmedînejad’ın, cumhurbaşkanlığının güçlü adaylarından ve İmam Khomeynî zamanında ve 8 yıl süren İran-Irak Savaşı sırasında, 9 yıla yakın bir süre başbakanlık yapmış olan Mîr Huseyn Mûsevî ile bir tv. proğramında tartışırken, Mûsevî yerine, Refsencanî’ye ağır eleştiriler ve hattâ yolsuzluk yaptığına dair iddialar üzerine meydana gelmişti..
Ahmedînejad’ın bu sözleri, 30 yıl boyunca kimsenin eleştirmeye cesaret edemediği Refsencanî’nin ağır şekilde suçlanması, sıradan halk üzerinde, ‘yiğit adam, yürekli adam..’ gibi bir görüntü sergilemesine zemin hazırlamıştı..
Refsencanî ise, kendisine televizyondan yapılan o saldırılara cevab hakkını kullanmak için Rehber’den izin isteyen bir açık mektubu yayınlamış ve amma, o izin de çıkmamıştı.. Sadece, İnqılab Rehberi, seçimlerden sonraki ilk Cum’a Namazı hutbesinde Refsencanî için yapılan yolsuzluk suçlamalarını kabul edilemezliğini belirtmişti.. Ama, ona bağlılık adına hareket edenlerin o iddialarından henüz de elçekmedikleri görülüyor..
Seçimden sonraki diğer gelişmeler ise, mâlûm.. Seçimlerde yolsuzluk yapıldığı iddiası üzerine ise, İnqılab Rehberi, seçim hile ve yolsuzluğunu baştan reddetmiş ve sonra da bu yönde şikayetleri olanlar varsa, Şûrâ’y-ı Nigehbân’ı itiraz mercii olarak göstermişti.. Üyeleri, İnqılab Rehberi tarafından belirlenen Şûrâ’y-ı Nigehbân (İslam Cumhûriyetini Gözetleme Şûrâsı) da, seçim yolsuzluğu olmadığı hükmüne varmıştı, tabiatiyle..
Ama, ülke büyük çapta karışmış, çok sayıda ölümler meydana gelmişti..
Meydana gelen karışıklıklar, iki yıldır sürüyor..
Üstelik, yıllarca İslam İnqılabı’nın hizmetinde bulunanlar dâhil olmak üzere, binlerce insan, hâlâ da zindanlarda..
Rehber ve Ahmedînejad’a tarafdar olduklarını söyleyenler, Mîr Huseyn Mûsevî ve Mehdi Kerrubî gibi, inqılabın ilk 30 yılında kimsenin suçlamadığı isimleri, artık ‘fitnenin başı’ (seran-ı fitne) olarak suçlamaktalar.. Ama, seçim sonrasındaki karışıklıklar yüzünden binlerce insan zindanlarda tutulurken, ‘fitne başları’ olarak nitelenen bu kişiler hakkında ev hapsinden ileriye bir tedbire başvurulmaması da ayrı bir ilginç nokta..
Anlaşılıyor ki, bu mülayim durum, Rehber’in emriyle oluyor..
Ama, kızgın tarafdarlar Kerrubî, Mûsevî ve Muhammed Khâtemî’nin idâm edilmesi için, Meclis’de bile gösteriler yapan kızgın m.vekillerinin görüntüleri bütün dünyaya yaansıyordu. Ve hattâ, onlar, safını düzeltmemesi halinde Refsencanî’nin de aynı şekilde bertaraf edilmesi gerektiğini dile getiriyorlardı..
Tabiatiyle, iki sene sonra yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçiminde Mûsevî, Kerrubî, Khâtemî ve onların çizgilerindeki kişilerin Şûrâ’y-ı Nigehbân tarafından veto edileceğine dair rivayetler, tahmin ve temenniler halinde sözkonusu ediliyor..
*
Ancak, bu kızgın tarafgirlik ve gösteriler içerdeki problemleri halletmeye yetmiyordu, tabiatiyle.. Hep, dikkatleri dış tehlikelere çekerek de nihayet, bir yere kadar varılabiliyordu..
Nitekim, geçtiğimiz hafta, -deyim yerindeyse-, davul patladı..
Gerçi, önceden de bir takım belirtiler vardı, ama, işte geçen hafta, artık ipler koptu..
İki sene önce.. Seçimlerden sonra, Ahmedînejad, aynı zamanda dünürü de olan İsfendiyar Meşaî’yi (bizdeki Başbakanlığa denk makam olan) C. Başkanlığı Birinci Yardımcılığı’na getiriyordu.. Ama, bu geniş bir tepki alıyor ve Rehber de bu vazifelendirmeden vazgeçmesini istiyordu, Ahmedînejad’dan..
O zaman, Ahmedînejad bir hafta kadar süren bir suskunluk direnişinden sonra nihayet, Rehber’in emrine uyuyor ve Meşaî’yi C. Başkanlığı I. Yardımcılığı’ndan alıyor ve amma, onu bu kez de, Cumhurbaşkanlığı Müşteşarlığı denilebilecek bir makama getiriyordu, yine de.. Yani, birilerine âdetâ nanik yaparcasına..
Bu arada, 6 yıldır Dışışleri Bakanlığı yapan Menuçehr Muttekî, birgün Afrika ülkelerinden Senegal’de resmî gezideyken, oldukça istiskal edici bir şekilde azlediliyor ve Senegal Cumhurbaşkanı’nın huzuruna Dışişleri Bakanı olarak giren Muttekî, sıradan birisi olarak çıkıyordu.. Ve onun niçin dönmesinin beklenmediği gibi suallere kimse tatmin edici bir cevab veremedi..
Rehber’in bu durumdan da rahatsız olduğunu söyleniyordu, ama, problem olmaması için müdahale etmediği ileri sürüldü..
Ve nihayet geçen hafta da, İstihbarat Bakanı (Huccet-ul’İslam unvanlı) M. Muslihî, kendi bakanlığındaki yardımcılarından birisini, C.Başkanı Ahmedînejad’a danışmadan azlettiği için, azledildi.. Ama, istifa görüntüsü altında..
Bu haber derhal, İran’ın resmî haber ajansı İRNA başta olmak bütün resmî yayın organlarından kamuoyuna ve dünyaya duyuruldu.. Ve arkasından ise, İnqılab Rehberi, derhal, Muslihî’nin vazifesine devam etmesini emreden bir hüküm yayınladı..
Ancak, bu hüküm, 24 saate yakın bir süre, resmî ajans bültenlerinde yer almadı..
Ahmedînejad ise, suskunluğunu koruyordu..
Bu yazının yazıldığı 22 Nisan gününe kadar da Ahmedînejad’ın bu konuda geri adım attığına ve Muslihî’yi makamına iade eden resmî yazıyı yazdığına dair hiçbir işaret vermedi..
Bu arada, bazı çevrelerde, Rehber’in böyle bir müdahale hakkının olup olmadığı sorgulanmaya başlandı.. Ama, İİC denemesinde yeri henüz tam olarak belirlenememiş olan Rehberlik ve Veli-yy-i Faqihlik, anayasanın da üstünde kabul edilmektedir..
*
Bu anlatılanlar elbette çok büyütülecek hadiseler olmayabilir, ama, çok hafife alınacak hadiseler de değildir ve Rehberlik makamı ile Cumhurbaşkanlığı makamının arasında açıkça dile getirilmeyen bir mücadelenin sürdüğüne işarettir..
Ve dahası, Ahmedînejad’a tarafdar olanlardan bazıları ise, asıl, kendilerinin Ahmedînejad’ı değil, onu derinden etkileyen İsfendiyar Meşaî’yi desteklediklerini belirtmekteydiler.. Onun kendine özgü bir çizgisinin olduğunu söyleyenler de az değildi..
Acaba, öyle miydi?
12 Haziran 2009’daki seçimler esnası ve sonrasında Mîr Huseyn Mûsevî, Mehdî Kerrubî, Muhammed Khatemî ve hattâ Hâşimî Refsencanî çizgisini en ağır ve hattâ hakarete varacak sözlerle suçlayan ve Keyhan gazetesinin başında İnqılab Rehberi’nin temsilcisi sıfatıyla bulunan Huseyn Şeriatmedarî, 19 Nisan günü yayınlanan ‘Asıl kimler azledilmeli?’ başlıklı başyazısında, Meşaî’nin, ‘Benim açımdan İslamcılık geçmiştir.. İslam mektebinden, ekolünden ziyade İran mektebinden, ekolünden söz etmeliyiz.. İsrail halkı bizim dostluğumuza mustehakdır.. Benim bu görüşlerimi kabul etmeyenlerin benim hükûmetimde yeri yoktur.. Benim için kişiler hakkındaki ölçü, benim emirlerime harfiyyen riayet edip etmemektir.. Her ne zaman istersem, Amerika, İngiltere, İsrail veya diğer ülkelere giderim ve her dış makamla veya ülke dışına kaçmış olan İranlılarla görüşürüm... Ve mesela, İstihbarat Bakanlığı’ndan birisi buna karşı çıkacak olursa, hemen azlederim..’ gibi görüşleri dile getirdiğini açıkça yazmış ve böyle birisini, Cumhurbaşkanı Ahmedînejad’ın bütün bunlara rağmen, hâlâ nasıl olup da koruduğundan şaşkınlık duyduğunu dile getirmiştir..
Ama, mes’elenin daha da ilginç tarafı şudur:
Cumhurbaşkanı Mahmûd Ahmedînejad’ın üçüncü bir dönem için aday olması kanûnen mümkün olmadığından, yerine Meşaî’yi veya kendisine sadakatle bağlı kimseleri aday göstermek isteyeceği iddia ve tahmin edilmektedir.. Ve İstihbarat Bakanlığı’nı bu yolda kendi önündeki en büyük engel olarak görmektedir..
Şimdi, Cumhurbaşkanı tarafından azledilen İstihbarat Bakanı Muslihî, İnqılab Rehberi’nin emriyle yerinde tutulurken; bu emrin kanunî formalitesi, Cumhurbaşkanı tarafından henüz de yerine getirilmiş değildir..
İnqılab Muhafızları Ordusu’nun savaş yıllarındaki başkomutanı olan Muhsin Rızaî ise, şimdilerde, İstihbarat teşkilatının bir Bakanlık olmaktan çıkarılıp, tıpkı İİC Radyo-Televizyon Kurumu gibi, doğrudan doğruya İnqılab Rehberi’ne bağlı ve sadece ona hesab veren bir teşkilat haline getirilmesini teklif etmekte..
Ortaya çıkan bu durum, çok sıradan bir durum olmayıp, yarınlarda nasıl bir şekil alacağını,
hele de, gelecek cumuhurbaşkanlığı seçimlerinde, aday gösterileceği düşünülen Meşaî’nin veto edilip edilmeyeceğini şimdiden kestirmek epeyce çetindir..
*
Bir de ‘Mehdeviyet inancı’ ve
‘zuhûrun yakın olduğu’ iddiası var ki..
Bütün bunlara bir mehdeviyet inancının eklenmesi daha konuyu daha bir ilginç hale getirmiş bulunuyor.. ‘Mehdî’ beklentisi sadece İslam’ın hemen bütün mezheblerinde değil, ilahî kaynaklı önceki dinlerde ve hattâ hindulukda bile genel çerçevesiyle var olan bir inançtır..
‘Mehdi-y’i Muntezer/Beklenen Mehdi’ zuhûr edecek ve bütün müşküller hallolacak.. Ve hattâ, Mehdî’nin dünyayı hâlen de gaybûbet âleminden yönlendirdiğine de inanan mezhebler de vardır.
Ama, Mehdî inancının şiî müslümanlar arasındaki yeri daha bir ayrıdır.. Çünkü, İmamiye-i İsna- Aşeriyeyye /12 İmam- Caferiyye mezhebine göre, Mehdi, belirsiz bir kişi olmayıp, 12 asır öncelerde, 12. İmam olarak gelmiş belirli bir kişidir ve şimdi ise, ‘gaybubet-i kubrâ’ (büyük gaiblik) halindedir, yaşamaktadır ve zuhûr edecektir.
Ama, bu inancı kötüye kullanamak isteyen birçok kişi ve cereyanların varlığıyla da sık sık
karşılaşılmakta, kendisini İmam-ı Zaman (Mehdi) olarak niteleyen veya İmam-ı Zaman’ın naqibi, özel temsilcisi olarak niteleyen kimseler sık sık zuhûr etmekte ve İİC güvenlik güçleri, bunlarla bazen çok çetin mücadelelere girişmektedir..
Böyleyken, son zamanlarda hazırlanan ‘Zuhûr (yani, Mehdi’nin Zuhûru) yakındır..’ isimli bir filmin CD’leri İran’da ülke çapında milyonlar dağıtılmış bulunmakta ve avâm kesimi, Mehdi’nin zuhûrunun yaklaştığı iddiasıyla cezbedilmekte..
Bu konuda fısıltı gazetesi, o filmde sözkonusu edilen Şuayb bin Salih’in Ahmedînejad olduğunu yaymakta... Gerçi,