Yeni Şafak Gazetesi Yazarı Ali Murat Güven yine çok konuşulacak bir yazı kaleme aldı.
Başörtülülerin her yerden kovulduğu, dışlandığı ve iş verilmediği bir sistemde ancak bunlar yaşanır..
Başörtülülere yapılan muameleri ve onların ruh halini yansıtmaya çalışılmış okunmaya değer bir yazı...
İşte o yazı:
Sen kıvır, o kıvırsın, ben kıvırayım... Pekiyi, bu başörtülü kızları kim istihdam edecek?
Bu sayfayı kurup yönettiğim süre boyunca anılan konudaki bir tek ricamı bile dikkate almamış, benim sevgili öğrencilerime bir tek sandalyelik bir kontenjan bile tanımamış olan bu güruha tahmin edemeyeceğiniz kadar kırgın ve kızgınım. Fakat, başlangıçta verdiğim namus sözünü tutarak, efendiliğimi hiç bozmadan, gerek onlara, gerekse ortayla koydukları çalışmalara Türk basınında başka hiç kimsenin vermediği desteği vermeye -inatla- devam ediyorum. Tam olarak hangi gün ve nerede patlayacağımı kestiremeden...
Geride bıraktığımız haftanın ortasında, "câmiâ"da yaşadığım can acıtıcı bir olaydan dolayı, çok uzun yıllar sonra ilk kez ağladım. Hem de öyle böyle değil, hüngür hüngür, salya sümük ağladım evimin orta yerinde... Bu, sinema sektöründeki dindar kimlikli yapımcı, yönetmen, senarist ve oyuncularla kurduğum dostluk ilişkilerinde bir süreden beri şahsıma ve verdiğim mücadeleye karşı gözlemlemekte olduğum kimi hoyratlıkların yüreğimde iyiden iyiye birikmesi sonucu yaşanan trajik bir sinir boşalmasıydı.
(Adı da sanı da gerekli değil; çünkü aşağı yukarı hepsi yakın geçmişteki benzer isteklerim karşısında çekincesizce aynı şeyi yapmıştır) "İslâmî kesim"den bir film ekibine, çekimini gerçekleştirdikleri yapımda kendisine şu ya da bu düzeyde bir görev vermeleri ricasıyla, son yıllarda rahle-i tedrisimden geçmiş sinema sevdalısı öğrencilerimden en iyisini gönderdim.
Bu "en iyisi" lafını kesinlikle gelişigüzel kullanmıyorum, hakikaten de en iyisi çünkü... "Başörtüsü sorunu" nedeniyle Türkiye’de okuyamayınca 2000’lerin ortalarında Avusturya’ya giden, Viyana Üniversitesi’nde "bilgisayar mühendisliği" eğitimi gören, fakültesini birincilikle bitiren, bu arada lehçeleriyle birlikte mükemmel Almanca öğrenen, yanı sıra İngilizce’yi de çok iyi düzeyde konuşabilen, sinemaya âşık olduğu için aslî eğitim programıyla yetinmeyip yanında sinema eğitimi de alan, bugüne kadar gerek Avusturya gerekse Türkiye’de pek çok kısa film, belgesel, TV programı ve sinema filminde asistanlık yapan, bütün bunların üstüne de sağlam bir dindar olan akıllı, çalışkan, yetenekli ve iffetli bir hanımefendi...
Bütün talebim, o kozmopolit kimlikli sette bu genç arkadaşımıza da bir kişilik yer açılmasıydı. Öyle ki alacağı ücretin bile hiç bir önemi yoktu. Onun sektörden uzak kalıp gitgide paslanmasına gönlüm razı gelmediği için özellikle istiyordum bu işi...
Ve yapımcı muhatabımın nezdindeki bütün ağırlığımı, saygınlığımı, hatırımı kullanarak, bu cevval hanımı iş görüşmesine gönderdim. Açıkça dillendirmesem bile, yüzde 99 işe alınacağına inanarak, güvenerek... Hele de bizim câmiâda sinemanın gelişmesi için şimdiye kadar ortaya koyduğum onca samimi çabadan sonra, insan benim gönderdiğim bir kızcağıza, o ekibi mengeneyle esneterek bile iki karışlık yer açardı. Hiç bir pozisyon bulamıyorsa, en azından kamera arkası çekimlerini yapacak kameraman ya da set fotoğrafçısı olarak!
Genç arkadaşım, iki saat kadar sonra aradı. Bozguna uğramış bir ses tonuyla "Ağabey, haberin olsun, beni işe almadılar" dedi, "Yine de yakın ilgin için çok teşekkür ederim."
"Dur bir dakika kızım" dedim kalp atışlarım hızlanarak, "Nasıl yani, gerekçeleri neymiş ki, sana zaten atla deve bir ücret vermeyeceklerdi. Senin gibi kalifiye bir elemanın neyini beğenmemişler de almamışlar?"
Sesi titreyen muhatabım, "Ekibi oluşturan ve ortamı koordine eden bir yönetmen yardımcısı vardı" diyerek sürdürdü konuşmasını, "Genel hâl ve tavrından, sonrasında da yaptığı konuşmadan sol görüşe yakın biri olduğunu anladım. Başörtülü biri olarak daha beni görür görmez yüzü asıldı, çok da ciddi bir şekilde ilgilenmedi. Baştan savma bir şekilde ’Ekibi oluşturduk biz, hiç boş kadromuz yok. Belki başka bir projeye’ diyerek kısa sürede başından savdı."
Benim beklediğim şey, o ekibin "İslâmcı patron"unun, "Bu çocuk ekibimizin rengidir, uğurudur, bereketidir. Üstelik de hatırlı bir dostumuzun özel ricasıyla gelmiştir. O yüzden, ne yapılıp edilecek ve çekimlere dahil edilecek" demesiydi. Patron ise bunu dememiş ve bizim tarafın istisnasız bütün film setlerinde görmeye fazlasıyla alışık olduğumuz, "dağdan inip bağdakini kovan" solcu jakobenlerden birinin iki dudağının arasına beş dakika içinde teslim olmuştu. Beni gencecik bir öğrencim karşısında fena hâlde mahçup etmeyi; dahası kendisine yönelik bütün sevgimi, saygımı ve dostluk duygularımı zedelemeyi rahatça göze alarak...
Bu olay, benim geride kalan 5-6 yıl boyunca yaşadığım benzer nitelikteki boza edilişlerin şimdilik son örneğidir. Fakat, adım kadar iyi biliyorum ki bizim sinemacıların ve televizyonların kafası böyle çalıştığı sürece, kesinlikle en sonuncusu da olmayacaktır.
* * *
Memlekette başörtülü televizyoncu ve gazetecilere en fazla sahip çıkan iki kurum yine bizim "Albayrak Holding" çatısının altında bulunuyor: TV Net ve Yeni Şafak... Allah her ikisinden de razı olsun. Ayrıca, Zaman, Hilâl TV ve Kanal 7’nin bu konudaki haklarını da yememek gerekir; dindar gençlere medya sektöründe şans tanımak için onlar da yıllardır ellerinden geleni yapmaktalar... Ancak, şu gerçeği gözden ırak tutmamak gerekiyor ki saydığım bütün bu özel kurumların, piyasadaki acımasız rekabet koşulları içinde, diğer her türlü yatırımları gibi personel istihdamında da belli birer istiap haddi var. Medyada çalışmak isteyen gençlerimizin istihdam yükünün yine bütün sektöre homojen bir şekilde yayılması gerekiyor.
Öte yandan, İslâmî düşüncede kendinden başka hiç kimseye zerrece prim vermeyen pek çok "radikal" gazete, dergi, internet sitesi ve televizyona bakıyorsunuz; bünyelerinde neredeyse bir tek başörtülü kadın muhabir, editör, foto muhabiri, yazıişleri müdürü, istihbarat şefi, sunucu, kameraman ya da kurgucu yok. Neden? Ortodoks papazlarının manastırlarını andıran bu eril yapılar içinde, değişik departmanlarda çalışan erkek milletinin dikkati dağılmasın diye! Yahu, gerekiyorsa dağılsın be birader, fena mı olur? Bu memlekette, sosyal çevresi aşırı sınırlandırılmış olduğu için yaşı kemâle ermesine rağmen fıtratına uygun birileriyle tanışıp evlenemeyen yüz binlerce dindar kız ve erkek var! Bırak da sıkışmış durumdaki o insanlar haddi aşmamak koşuluyla gençliklerinin baharında "aşk"ı yaşasınlar; senin şirketinde tanışıp dünyaevine adımını atsın ve en doğru zamanda çoluk çocuk sahibi olsunlar. Hiç merak etme, bununla günaha değil, ancak çok büyük bir sevaba girersin!
Heyhat, refiklerimizin kadın personele ilişkin yegâne açılımı, yazılarını e-posta yoluyla göndermeleri istenen, fakat kurumda fiilen çalışıp mesai saatlerinde ortalıklarda dolaşmalarına hiç sıcak bakılmayan, "sofradaki tuzluk" kabilinden üç-beş kadın yazar... Ki aynı şeyi son dönemlerde iktidara şirin gözükmek ve ne kadar hoşgörülü, ne kadar demokrat olduğunu kanıtlamak için liboş medya da yapıyor. Ancak, onların başörtülüyü sahiplenişinde bile daha "tuzu kuru"yu, aileden güçlü olanı kayırmak gibi seçkinci bir yaklaşım var. Tabandaki idealist, çalışkan, fakat babası memur ya da işçi emeklisi gariban başörtülü kızların kıyılarına kadar vurmayan yalancı bir iyi niyet dalgası...
Sonuç olarak, saydığım bütün bu istihdamın kucakladığı insan sayısı toplasan 100-150’yi zor buluyor. Geride kalan, iyi eğitimli, yetenekli, güzel huylu, güzel ahlâklı, kalbi çalışma aşkıyla dolu yüzlerce, binlerce genç kız ne yapacak, kimin çatısının altına sığınacak? Onları Aydın Doğan’ın CNN Türk’ü ya da Şahenkler’in NTV’si mi çalıştıracak?
Bu da bir şey değil; medya sektöründeki o beğenmediğimiz, yetersiz bulduğumuz hoşgörünün diğer sektörlerde çok daha az olduğunu -kendi kişisel gözlem ve deneyimlerim ışığında- gayet iyi biliyorum. Kırk yıllık tüccar hacı, "dış dünyaya karşı imajımızı bozar" şeklinde ince hesaplar yaparak, başörtülü kızı -asgarî ücretle bile- şirketinin vitrinine oturtmuyor. Benim son yıllarda tanık olduğum örneklerin büyük bir bölümünde böylesi elemanların en gözde istihdam alanı mutfak ve çaycılık...
O yüzden, Ak Partili belediyelerde son yıllarda gelişen özel hassasiyet bir kenara bırakılırsa, "başörtülü"nün, kalitesi, kapasitesi, kabiliyeti ve kalibresi her ne olursa olsun kamuda da şansı yok, özel sektörde de... Paspasçılıktan gayrı!
Ve sinema-TV sektörü de "Filmcinin iyisi, hası mutlaka solcudan çıkar, bizimkilerden bu alanda bir numara olmaz" şeklindeki o geleneksel aşağılık kompleksi nedeniyle bu konuda en sabıkalı iş kolu... Sakın yanlış anlamayın; jakoben-seküler, ulusalcı ya da sosyalist-marksist çizgideki film şirketlerini ya da televizyon kanallarını falan kastetmiyorum, onlar zaten bizim çocukları semtlerine bile yaklaştırmamaya yeminliler. Benim kastettiklerim, bizzat "dindar" kimlikli yapımcı ve yönetmenler! Setlerinde bir tek başörtülü kalifiye eleman bile barındırmadan bol keseden İslâmcılık yapan ve başörtülülere de yalnızca çektikleri filmlerin/dizilerin gişe/rating aşamasında "Muhterem bacılarımız, sizler için ürettiğimiz esere ilginizi ve desteğinizi bekliyoruz" çağrıları yapan "yoldaşlar"...
Bu sayfayı kurup yönettiğim süre boyunca anılan konudaki bir tek ricamı bile dikkate almamış, benim sevgili öğrencilerime bir tek sandalyelik bir kontenjan bile tanımamış olan bu güruha tahmin edemeyeceğiniz kadar kırgın ve kızgınım. Fakat, başlangıçta verdiğim namus sözünü tutarak, efendiliğimi hiç bozmadan, gerek onlara, gerekse ortaya koydukları çalışmalara Türk basınında başka hiç kimsenin vermediği desteği vermeye -inatla- devam ediyorum. Tam olarak hangi gün ve nerede patlayacağımı kestiremeden...
Çoğunuzun mâlûmudur; zaman zaman liboş medyada boy gösterip, Ayşe Arman gibi sansasyon peşinde koşturan meslektaşlarımıza başörtüleriyle birlikte poz vererek, "Ben kendimi bizim mahallede hiç mutlu hissetmiyorum, çünkü orada bize değer vermiyorlar. Diğer mahallede ise çok daha mutlu ve huzurluyum. Bu arkadaşlarla birlikte çalışmak istiyorum" diye sitemde bulunan çiçeği burnunda sinemacı-televizyoncu kızlara kendime göre haklı nedenlerle esip gürlemekteyim. Onlara, dışarıdan bakınca ilk anda son derece "çiğ" görünen bu tavırları nedeniyle buğz ediyorum. Fakat, bir de adına "adalet" dediğimiz, her şeyin üstünde ve ötesinde ulvî bir duygu var. Dindar bir kız, kendi mahallesinde bu muameleyi görüyorsa, yaşadığı yalnızlık ve sahipsizlik karşısında nasıl bir çözüm üretecek ki? Ya eğitimini aldığı mesleği sürdürmeyi kökten reddedecek, ya da özlediği merhameti ve sevgiyi, kendisine az biraz da olsa insan gibi davranan dış çevrelerde arayacak.
Manzara böyle olunca, bu tür boğucu olayları üst üste yaşaya yaşaya, giderek "gevşeme" belirtileri gösteren o bezgin kızcağızlara da artık eskisi kadar hiddetlenmez oldum. Benim bile olanca kaşarlanmışlığıma rağmen çoğu kez yapayalnız kaldığım, ayakta zor durduğum bir sektörde, onlar ne yapsınlar, nereye kaçsınlar be birader!
* * *
Hafta içindeki "geri püskürtülme"den sonra yaşadığım ruhsal çöküntüyü, evinde ya da iş hayatında duygularını maskeleme yeteneği olmayan bir adam olduğumdan dolayı, 15 yaşındaki büyük kızım da kısa süre içinde fark etti. Bundan dolayıdır ki olaydan sonraki ilk gün, elimde DVD çaların kumandası, cihaza rasgele taktığım bazı filmlerin menülerinde belli bir amacım olmaksızın boş gözlerle gezinirken sessizce yanıma gelip oturdu ve "Babacığım, eğer zamanın varsa sana bir şey söylemek istiyorum" dedi. Suratıma çöken o kesif üzüntü ifadesini biraz olsun yumuşatmaya çalışarak, "Söyle kızım, senin için her zaman zamanım var" dedim.
"Ben ve kız kardeşim, senin genç sinemacılara yol açmak için yıllardır verdiğin mücadeleyi bir kenardan izliyoruz. Zaten, sıklıkla evimize gelip gittikleri için, bu ağabey ve ablaların pek çoğunu da yakından tanıyoruz. Hepsi de çok iyi kalpli, güzel kişilikli insanlar...
Fakat, sen ne yazarsan yaz, ne söylersen söyle, sinemacılar ve televizyoncular senin çağrılarını hiç bir zaman dikkate almıyorlar baba... Bu gençleri staj yapsınlar, film çekmeyi iyice öğrensinler diye bir yerlere sokmaya çalışıp duruyorsun, onlara iş bulmak için sürekli kendini hırpalıyorsun. Fakat, tanıdığın, kendilerine güvendiğin hiç kimse senin bu konudaki hassasiyetini önemsemiyor. Ve sen de yıllardır hep aynı şeylere üzülüp duruyorsun. Ben görüyorum ki yalnızca toplumun belli bir kesimi değil, senin ’benim insanlarım’ dediğin ve çok önemsediğin bir çevre de o başörtülü ablaları, dindar ağabeyleri pek sevmiyor. Onların, eğitimini gördükleri bu meslekte kendilerini geliştirmeleri, senden başka hiç kimsenin umurunda değil. Ve sen de sadece annemle beraber bol bol yıprandığınla kalıyorsun.
Bundan bir süre önce, benden ve kardeşimden, tıpkı annem gibi, erişkin olunca başımızı örtmemizi istemiştin, bunu yaparsak çok daha mutlu olacağımızı söylemiştin. Fakat ben görüyorum ki biz büyüyünce başımızı örttüğümüzde hiç kimse bizi bu hâlimizle sevmeyecek, bize değer vermeyecek. Eğitim hayatımızda ne kadar başarılı olursak olalım, mezun olunca her yerde itilip kakılacağız. Yıllarca iş arayacağız, fakat bulamayacağız. Yalnızca başörtüsüne karşı çevrelerde değil, senin ’yoldaşlarım’ dediğin kuruluşlarda da...
Eğer bunu bizden çok istiyorsan, ben sırf seni mutlu etmek için başımı örterim. Fakat, daha şimdiden biliyorum ki bu benim eğitimini göreceğim bir çok işi yapmama engel olacak. Allah gecinden versin, sen ölünce de bize hiç kimse sahip çıkmayacak. Bu çok açık bir durum, hepimiz şimdiden olacakları görebiliyoruz. Buna rağmen bizden mutlaka örtünmemizi istersen de örtünürüz. Sen bizim babamızsın, senin mutluluğun bizim mutluluğumuzdur. Fakat ben böyle yapınca, artık okumamıza gerek kalmayacağını da çok iyi biliyorum. Çünkü, Viyana Üniversitesi’nden birincilikle mezun olmuş, iki-üç dil bilen o bilgisayar mühendisi abla bile dindarların çektiği bir filmin setinde çalışamıyorsa, bu ülkede bizi hiç kimse yanında çalıştırmaz baba..."
Okuduğu lisenin ikincisi, sınıfının ise birincisi olan, ilçedeki dershanelerin öğrencileri yapmak için birbirini ezdiği, eğitmenlerin bu amaçla evimizi telefon bombardımanına tuttuğu, öğretmenlerinin de "dünya biyoloji olimpiyatları"na hazırladığı 15 yaşındaki bir kız çocuğunun, gözleri dolu dolu bir vaziyetteki babasının yanına oturarak yaptığı bu konuşmaya, 43 yaşındaki ben verecek mâkûl bir cevap bulamadım pek muhterem kanaat önderleri, büyük reisler, kodamanlar, ağa babalar... Duyduğum tespitler karşısında nutkum tutuldu, yutkundum ve kuyruğumu kıstırıp sustum.
Bu kız çocuğuna ve yurdun dört bir köşesindeki milyonlarca akranına verilmesi gereken doğru cevabı sizden bekliyorum. Tabiî, verebilecek eli yüzü düzgün bir cevabınız var ise!