ÖLÜME ÖVGÜ
Yeni yazım için bilgisayarın başına geçtiğim sırada almış olduğum bir haber gündemimi değiştirtti. DSİden emekli Değerli Dostum Necati Tüysüz Beyefendi vefat etmişti. Cenaze namazı ve defin sırasında bir yandan o güzel insanı düşünürken, bir yandan da ölümü ve kendi ölümümü düşündüm. Hüzün eşliğinde dua ve tefekkür
Necati Abiye Allahtan gani gani rahmet, ailesine ve sevenlerine sabr-ı cemil diliyorum. Allah benim de sizlerin de geçmişine rahmet eylesin.
Bu vesile ile çok eski bir yazımı sizlerle paylaşmak istiyorum.
ÖLÜME ÖVGÜ
Ölüm Dünya hayatının sonu. Fizyolojik varlığımızın yok olması, toprağa, yani aslına dönmesi.
Ölüm İnsanoğlunun hiç değişmeyen gündemi. En büyük korkusu.
Ölüm Kendisinden en çok kaçılan ama bugüne kadar kimsenin başaramadığı ve başaramayacağı mutlak akıbet.
Her nefs ölümü tadacaktır diyor Allah(Al-i İmran Suresi:185) O zaman kaçmanın bir anlamı yok. Unutmanın da
Hz. Peygamber, bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor: Ağzınızın tadını bozacak ölümü çok anın.
Tarih boyunca, insanı daha faziletli bir hayata davet etmenin en etkili yolu ölümü hatırlatmak olmuştur. Çünkü ölümü unutmak insanı azdırır, isyana, tuğyana sürükler. Hatırlamak ise kötülüklere bir fren vazifesi görür. Madem ölüm var, değer mi? diye düşünür insan.
Değmez tabii. Her an, her şeyimizi bırakıp gidebiliriz. Bunca mal mülk, şan şöhret, mevki makam geride kalacak, bir faydası olmayacak bize. Bizi en çok sevenler bile kısa bir süre sonra unutacak. En fazla iki kuşak sonra hatırlayanımız olmayacak. Sahi var mıydık biz? Ne oldu bizi biz yapan özellikler? Nerde kaldı o hatıralar? Nereye gitti o hayaller?
İnsanoğlu başlangıçtan beri ölümsüzlüğü aramış. Şeytan Hz. Âdem ile Hz. Havvanın ayağını, hem de Cennette, ebediyeti vaat ederek kaydırmış. En eski kavimlerden Sümerlerin Gılgamış Destanında ölümsüzlüğün peşinden koşan ama sonunda ölüme yenilen bir kahraman anlatılır. Tıbbın bütün çabası biraz daha yaşamak uğruna değil mi?
Peki, ölümden bu kadar çok korkmak doğru mu? Dünya hayatı bu kadar çok yaşamaya değer mi?
Buna da bir menkıbe ile cevap verelim. Şeyhi Sümbül Efendinin Alemi sen yaratsaydın ne yapardın? sorusu üzerine Derviş Muslihiddin, Her şeyi merkezinde bırakırdım. Hiçbir şeyi yerinden oynatmazdım. Âlem, mümkün olan âlemlerin en iyisi. Burada her şey güzel, her şey hoş diye cevap vermiş ve Merkez Efendi olmuştu. Bence de âlem bu haliyle en güzeli.
İsterseniz bir an için çok daha uzun süre yaşadığınızı düşünün. Yüz, yüz elli, iki yüz yıl veya daha fazla yaşadığınızı Sonra çok yaşlı olanları gözlerinizin önüne getirin ve kendi halinizi düşünün. Genç ve dinç olarak mı yaşamak isterdiniz. Ben onu da düşündüm. Özellikle İranlıların çevirmiş olduğu Ashab-ı Kehf dizisinin bir sahnesi beni sarsmıştı. Dizinin kahramanı Maksimilyen 300 yıl uyuduktan sonra uyanıp ekmek almak için şehre geri döner. Gençtir, dinçtir, putperestlik yok olmuş, uğruna nice acılar çektiği hak din insanlar arasında yayılmıştır. Ama yine de yaşamak istemez. Karısının, çocuğunun, sevdiklerinin olmadığı, kimseyi tanımadığı bir dünyada ne yapsın tek başına? Siz sevdiklerinizle beraber mi yaşamak isterdiniz? Peki onların da sevdiği, sonra diğerlerinin de sevdikleri, böyle böyle bütün insanların yaşaması gerekmez miydi o zaman? Ne olurdu peki dünyanın hali? Şimdi bile sahip oldukları zenginlikleri paylaşamayan insanlar ne yapardı birbirlerine acaba?
Yok yok, gerçekten de dünya bu haliyle daha güzel. Bu güzelliğe ölüm korkusu da dahil. Bu korku değil mi medeniyetin bu kadar gelişmesindeki temel etken? Korkmasa bu kadar çok çabalar mı insan? Her şeye anlam kazandıran ölümün varlığı değil mi?
Yanlış anlaşılmasın, ölmeyi isteyelim demiyorum. Tersine Hz. Peygamber Ölümü arzulamayınız. Allahtan uzun ve hayırlı ömür isteyiniz diye buyuruyor. Ben ölümü kabullenmekten, ona hazır olmaktan, ona uygun bir hayatı yaşamaktan bahsediyorum.
Tolstoy diyor ki: Önümüzdeki kış gecesinin gelişi gibi, ölüm önlenemez. Kış gecesine hazırlanıyoruz da, niçin ölüme hazırlanmıyoruz? Ölüme biricik hazırlanış, gerçeklerle dolu bir hayat yaşamaktır. Hayat ne kadar faziletlerle doldurulursa ölüm korkusu o kadar düşer, böylece o artık bir korku da teşkil etmez. Bu insanlar için ölüm yoktur.
Bizim Yunus da bunu Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil diyerek Müslümanca özetliyor.
Ölüm gecesine şeb-i arus(sevgiliye kavuşma gecesi) diyen Mevlanaya göre Herkesin ölümü kendi rengindedir. Düşmana karşı düşmandır ölüm, dosta karşı dost Hepimize çok korkunç görünen Azrail, nicelerine ne kadar güzel görünmüştür? Kabir de kimilerine Cennet bahçelerinden bir bahçe, kimilerine Cehennem çukurlarından bir çukurdur. Ölülerin o daracık yerde o kadar uzun süre yapayalnız, kıpırdamadan yattıklarını, üzerlerine akreplerin, çıyanların, karıncaların üşüştüğünü, çürüme toprak olma sürecini düşünüyorum bazen. Ürpermemek elde değil. Ama bazen de dünyanın keşmekeşi, insanların vefasızlığı, yaşadığım üzüntülü ve acıklı olaylar, gittikçe artan yorgunluk ve bezginlik hissi, kabri, sakin, serin, huzurlu bir yatağa çeviriyor gözümde. İntiharı asla düşünmüyorum. Hayat her şeye rağmen yaşamaya değer. Ama hayatı böylesine güzel yapanın da ölüm olduğunu unutmamak lazım.
Hem ölüm son değil ki insan için. O özlediğimiz, aradığımız ama dünya ölçeğinde mümkün olmayan ebedi hayata geçişin bir başlangıcı.
Mevlanaya kulak verelim:
Beni mezara koyunca elfirak, elfirak deme.
Benim buluşmam o zamandır.
Beni mezara koyunca elveda demeğe kalkışma
Mezar Cennet topluluğunun perdesidir.
Mezar hapis görünür amma
Aslında canın hapisten kurtuluşudur.
Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret
Güneşle Aya batmadan ne ziyan gelir ki?
Sana batma görünür amma
Aslında o doğmadır, parlamadır.
Yere hangi tohum ekildi de yetişmedi?
Neden insan tohumu için
Bitmeyecek, yetişmeyecek zannına düşüyorsun?
Hayat, biraz da sırası geldiğinde ölmek için lazım diyor, herkese güzel ömürler ve güzel ölümler diliyorum.