ÖLÜMÜ TATMAK
Hak olan din ve Batıl olan dinler vardır. Tıpkı insanlar gibi.
![ÖLÜMÜ TATMAK](https://www.balikligol.com/uploads/images/2025/02/image_750x500_67add6b865df1.jpg)
Hak olan din ve Batıl olan dinler vardır. Tıpkı insanlar gibi. Tarihin her döneminde gerçek insanlar ve sahte insanlar olmuştur. İşte sahte insanlar, hak dinleri kendilerine benzeterek onları batıl hale getirenlerdir. Ama her dönemde bir tane hak din olmuştur. Son peygamberle birlikte İnsanlığa sunulan en son ve en mükemmel din İslamiyet’tir. Çünkü “Allah katında gerçek din İslam’dır.”
İslamiyet’i bize ulaştıran ve bize anlatan Hz. Peygamber (sav)’dir. Biz onun ümmetiyiz. Ona tabi olmak ve onun bize getirdiği Kur’an’ı ve diğer buyrukları baş-göz üstüne kabul etmek mecburiyetindeyiz.
Biz insan olarak İslam dinini kabul edebilir veya etmeyebiliriz. Böyle bir özgürlüğümüz vardır. Ama “Ben İslam’ı kabul ediyorum” dediğimiz zaman, Kur’an ve Sünnet dâhil Hz. Peygamberin (sav) getirdiği her şeyi kabul ediyorum, anlamına gelir. Yani “Ben Müslümanım” dediğiniz an düşünce sisteminizi ve hayat tarzınızı, Peygamberin (sav) getirdiği dine uydurmak mecburiyetindesiniz. Eğer düşündüğünüz birtakım şeyler, Peygamberin getirdiklerine uymuyorsa, düşünmekte özgürsünüz ama Peygambere inandığınızı ve ona tabi olduğunuzu söylemseyemezsiniz. Söylediğinizde yalan söylediğiniz için münafık olursunuz.
Kısacası, Onu peygamber olarak kabul eden bir kimsenin, eğer İslam dininden başka bir dine girmeye ya da dinsiz kalmaya niyeti yoksa başka türlü davranması söz konusu olamaz. İnanmadığı halde “İnanıyorum, ben de Müslümanım” diye bir kimse ikiyüzlü münafıktır. Ateistler münafıklardan daha dürüst, daha özgür ve daha mutludurlar. Çünkü “Dirilmemek üzere ölüp toprak olacağız” diyerek, ölünceye kadar başka şeylerden az da olsa bir teselli bulabiliyorlar. Münafıklar ise, Müslümanların yanında mümin, tek kaldıklarında inkârcı oldukları için derin bir ikilem ve tereddüt içindedirler. Üstelik başlarını yastığa koyduklarında, “Ya bir de Müslümanların dediği doğruysa, gerçekten Kur’an Allah’ın kelamıysa ve öldükten sonra dirileceksek halimiz nice olur” diyerek ruhsal bir bunalım içindedirler. Daima bir şey gizledikleri için çok acı çekerler. Ama ister mümin, ister inkârcı, ister münafık olsun herkes ölecektir. En kötü ölüm, ikiyüzlü inkârcı münafıklarındır.
Bir gün Hz. Peygamber (sav) yere birtakım çizgiler çizdi. Sonra o çizgileri göstererek şöyle buyurdu: “Bunlar insanın istek ve arzuları, şu da onun ecelidir. İnsan hayal içinde yaşayıp giderken bir de bakar ki en yakın ölüm çizgisi karşısına gelivermiş.”[1]
Herkes mutlaka bir cenazeye gitmiş, o cenazede bir tabut ve tabutun üstünde bir yeşil örtü görmüştür. O yeşil örtünün üzerinde sarı boya ile yazılı bir ayet vardır: (كُلُّ نَفْسٍۢ ذَآئِقَةُ ٱلْمَوْتِ) yani “Her nefis ölümü tadacaktır”. Bu ayetteki inceliğe dikkat edelim:
Acaba Kuran neden (كُلُّ نَفْسٍ تَمُوتُ) “Her nefis ölecektir” demiyor da “Her nefis ölümü tadacaktır” diyor? Çünkü gerçekten insan sadece ölmez, ölümü tadar. Nefsin evhamlarına bakılırsa ölüm insanı yok eden bir hadise olarak değerlendiriliyor. Çünkü ölüm lezzetleri acılaştıran, insanı umutsuz hale getiren, soğuk ve hoş olmayan bir olgudur. Bir bilim adamı kitabında, “Ölüm bir cümlenin sonuna bir nokta koymaktır” diye yazmış. Sonradan gelen başka bir bilim adamı o cümleyi okurken, “Ama hiç kimse eli titremeden o noktayı koyamaz” diye bir haşiye eklemiş ve ölüm halinin ne kadar zor olacağını anlatmak istemiş.
Her insan, dünyadaki hayatın sonu demek olan ölümün gerçek olduğunu biliyor. Fakat nefis ve şeytanın etkisinde kalan insanlar genç iken bu dünyada ebedi kalacaklarını vehmediyorlar. Yaşlanınca da ölümün bir yokluk olduğu zannına kapılıyorlar. Ölüme yaklaştıkça mutsuz anları çoğalıyor, inananlara karşı öfke ve saldırıları artıyor. Oysa ölüm insanı yok etmez. Kur’an’ın hükmüne göre ve Peygamberin (sav) bildirdiğine göre insan ölümü tadar, zevk eder ve ölüm insan için yeni bir hayatın başlangıcıdır.
Peygamber (sav) ölüm olayını şöyle anlatır: “Kişi ölümü tattığı anda ölmüş olduğunu anlayamaz. Hatta kendisini yıkayanı ve çevresindeki insanları da görür, bilir ve tanır. Kendisi tabutun içinde ve üstü örtülü olmasına rağmen kendi cenaze namazını kılanları da görür, bilir ve tanır.”[2]
Ölümü tatma anındaki olayların bazı ana noktalarını vurgulamak için ölüm denen olayın ne olduğunu bir an için hatırlayalım. Biz henüz ölümü tatmamış insanlar olarak ölüm olayını gerçeğe en yakın biçimde şöyle anlatabiliriz:
Bir aile sohbetinde bir koltukta oturuyorsunuz, çevrenizde de insanlar var, sohbet ediyorsunuz. Her şey normal giderken, yani siz koltuğunuzda oturup dostlarınızla sohbet ederken birdenbire bir şeyler oluyor ve siz elinizi kaldırmak istediğiniz halde kaldıramıyorsunuz. Bir şey söylemek istiyorsunuz; sesiniz çıkmıyor ve bir anda paniğe kapılıyorsunuz.
“Aaa! Adam ölüyor, ambulans çağırın” diyorlar. Siz onların “öldü, ölüyor” deyişinden felç geçirmediğinizi, aslında öldüğünüzü anlıyorsunuz. Ama aklınız ve idrakiniz, bütün duyularınız yerinde ve çevrenizde olup bitenleri görüyorsunuz. Ne var ki, bedeniniz bir anda yığılmış ve hareketsiz kalmışsınız.
Biz buna kalp krizi diyelim. İşte o anda çevrenizdekiler bağırıp çağırmaya, haykırmaya başlıyor, ağlıyorlar, sızlıyorlar, her taraftan vaveylalar kopuyor. Siz: ”Ölmedim, yaşıyorum!” demek istiyorsunuz, ama sesiniz çıkmıyor. Çünkü beyniniz durmuş, sinir sisteminiz felç olmuş, bedeninizin faaliyetleri sona ermiştir. Tabii ki, onların bu haykırışları, bağırışları sizi daha büyük bir sıkıntıya, azaba ve paniğe sevk ediyor.
Hz. Peygamberin (sav) sözünü hatırlayalım; “Ölülerinizin yanında bağırarak ağlamayın, onlara eziyet edersiniz” buyuruyor.[3] Çünkü o sizin deyiminizle ölmüş ama aslında ölü değil, yaşıyor. Yaşıyor, fakat beden durmuş, tükenmiş; dünyalılarla hiçbir iletişimi kalmamış. Bu yüzden ölmüş deniliyor.
Derken etraftakiler, ruhsuz kalmış olan cesedinizi teneşirin üstüne koyuyor ve sizi yıkamaya başlıyorlar. Siz ne kadar çevrenizdekilerle iletişim kurmaya çalışırsanız çalışınız, “Ben yaşıyorum!” demeye gücünüz yetmiyor.
Ama sizi yıkayanları görüyorsunuz, biliyorsunuz, tanıyorsunuz. Tanıyorsunuz ama maddi dünyanızla bağınız tamamen kopmuş. Param diyorsunuz, işim diyorsunuz, koltuğum diyorsunuz, anam, eşim, çocuğum diyorsunuz, fakat hiç birinden cevap alamıyorsunuz. Bunların hiçbiri size ulaşamıyor, siz de onlara dokunamıyorsunuz.
Daha sonra sizi alıp beyaz bir kefene sarıyorlar, tahta bir sandığın içine koyuyorlar, üstünüzü kapatıyorlar; ama kefen ve tabut sizin etrafta olup bitenleri görmenize mani olmuyor. Dışarıda olanları hala seyrediyorsunuz. Gözleri yaşlı, hüzünlü insanlar… Eşiniz, oğlunuz ve yakınlarınız… Cenaze merasiminde yorgun düşmüş yakın akrabalarınız ve dostlarınızın tümü, yaşlı gözlerle belki de bir an önce merasimin bitmesini bekliyorlar.
Sonra sizi götürüp bir musalla taşına koyuyorlar. Bu merasimin oldukça hüzünlü bir anıdır. Çünkü artık son durağa çok yaklaştınız. Çevrenizde ağlıyorlar, bağırıp çağırıyorlar. Gözü yaşlı karınız, kocanız, çocuğunuz, ananız, babanız, arkadaşlarınız, sevdikleriniz… Bütün bu gözü yaşlı yakınlarınız size karşı son görevlerini yerine getirmeye çalışıyorlar ve siz bütün bunları seyrediyorsunuz.
Sonra sizi alıp bir mezarın yanına götürüyorlar. Daha önce hazırlanmış ve ilk menziliniz olan kabir ağzını açmış sizi bekliyor. İşte o anda hayatınızda hiç görmediğiniz en büyük panik başlıyor. Çünkü son durağa geldiniz.
Sizi çok seven dostlarınız elleriyle sizi alıp mezarın içine
koyuyorlar. Tahtalar veya beton taşlar üstünüze konuluyor, dışarıdaki insanlarla iletişiminiz tamamen kesiliyor. Ama hala dışarıdaki sesleri duyuyor ve toprağın içinde canlı canlı hapis kaldığınızı hissediyorsunuz.
Nihayet son durağa gelmiş bulunuyorsunuz. Bağırmak, haykırmak istiyorsunuz; “Beni buraya bırakmayın! Beni buraya koymayın! Ben yaşıyorum! Canlıyım! Diriyim! Ben de sizin kadar şuurluyum!” diye bağırmak istiyorsunuz, ama nafile. İletişim kesildiği için sizi işiten yok. Derken sizi oraya bırakıyorlar, üstünüze toprağı kapatıyorlar; tüm ışıklar kayboluyor, kapkaranlık bir mezarın içinde tek başınıza kalıyorsunuz…
(Devam Edecek)
[1] Buharî, REikâk, 4; İbn Mâceh, Zühd, 27.
[2] Ebû Davud, Sünneti 24; İbn Hanbel, Müsned, 3/26; Tirmizî, Cenâiz, 7.
[3] Buharî, Cenâiz, 32-34; Müslim, Cenâiz, 21.