Libya Kasabı', ‘Ömer Muhtar'ları öldürmekle bitiremez!

Libya Kasabı', ‘Ömer Muhtar'ları öldürmekle bitiremez!

Libya Kasabı’, ‘Ömer Muhtar’ları öldürmekle bitiremez!

Haksöz Haberden Usta yazar Selahaddin E. Çakırgil yazdı.

Ona, önceleri sadece, ’delifişek’ nitelemesi yapılıyordu, deli-doluluğu, tutarsızlığı ve ne zaman, ne yapacağının tahmin edilememesi yüzünden.. Ve amma, onun bir diğer Stalin, bir diğer M.K, bir Pol Pot, bir diğer Şah Pehlevî, bir diğer Saddam, bir diğer Hâfız Esad vs. olabileceği pek düşünülememişti..

Dün bir fransız gazetesi, elindeki satırla görülen bir fotoğrafıyla birlikte, ‘Le Boucher de Bengazi / (Bingazi Kasabı)’ manşetini kullanmıştı.. (Bu zorbaya, emperyalistler kasab dedi diye, başka örneklerde olduğu gibi, sahib çıkmak isteyenler olur mu dersiniz?)

Muammer el’Gaddafî (ya da, Qaddafî) , sadece Bingazi Kasabı değil, Libya Kasabı olacağını dünkü konuşmasıyla bir daha ortaya koydu.. Ekranlarda da, sadece Bingazi’de, katledilenlerin defni için sıra sıra açılmış yüzlerce, belki de binlerce mezar ve kurbanları defnetmek için çırpınan insanlar görülüyor, uzaklardan da bombardıman sesleri geliyordu..

Gaddafî, emperyalistlerin, Amerika’nın entrikalarından, ülkenin Somali gibi işgal edilmek istendiğinden sözediyordu..

Bu iddia ve ihtimalleri kim reddedebilir?

Ama, emperyalistlerin entrikalarını bahane ederek veya onlarla korkutarak, bir halkı 40 küsur yıldır zâlimce güden bir kişi ve kadrosu karşısında halk patlama noktasına gelince, o halk kitlelerini bombardıman eden kimdi?

Emperyalistler mi, Gaddafî mi?

Hatırlayalım ki, İtalyan işgalciler Libya’nın istiklâl / bağımsızlık savaşı yıllarında, o mücadelenin sembol ismi ve gerçek bir İslam kahramanı olan Ömer Muhtar’ı idâm etmişlerdi.. (Ömer Muhtar filminin, farazî bir senaryo değil, tarihi büyük çapta doğru yansıtan bir belge mahiyetinde olduğunu da bu vesileyle belirtelim..)

O zaman yabancı işgalciler idi, Ömer Muhtar’ı öldüren..

Şimdi ise, kendi ülkesini işgal eden ve kendi halkını esir alan bir yerli zorba tarafından,  zorbalığa karşı ‘Hayır!’ diyen binlerce Ömer Muhtar ‘lar katlediliyor..

(CCNTürk’ten C. Ö, 21-22 Şubat gecesi, Gaddafî’nin kendi halkının üzerine bomba yağdırdığı haberlerini verirken,  dünyada kendi halkını savaş uçaklarıyla bombardıman eden bir başka lider görülmemiştir..’ diyor ve izleyicileri de belki de farkında olmadan yanıltıyordu.. Bırakalım yukarda isimlerini verdiğimiz bazılarını, bizzat kendi ülkemizde, ilk savaş pilotu diye anılan ve M. Kemal’in evladlığı olarak anılan ve onun özel himayesinde yetiştirilen Sabiha Gökçen, nerede, hangi savaşta savaş uçağı kullanmıştı?

Dersim’de değil mi? Ki, geçen hafta, Başbakan Erdoğan, Ergenekon’un adresini soran CHP lideri Dersim’li Kemâl Kılıçdaroğlu’na, ‘Git Dersim’e, oradaki kardeşlerimden, kendi yakınlarından sor, onlar sana söyler, Ergenokon’un adresini..’ dememiş miydi?

Şimdilerde Tunceli diye anılan Dersim, kendi ülkemizin bir parçası değil miydi?

Ve Dersim’in hava bombardımanlarıyla yerle bir edildiği 1937 yılında ülkemizin tepesinde oturan kim idi?)

*

Evet, Libya Kasabı’nın dün yaptığı son konuşmayı izledim, ekranlardan..

Gözü dönmüş bir görüntüsü vardı.. Panik-atak içindeki bir klinik vak’a örneği sergiliyordu..  Ya da, zincirinden boşanmış, deli gömleği içinde, zihni perişan, sözlerinin insicamı bozulmuş, hırçın, ağzından köpükler saçarak hiddetle konuşan bir çılgın durumundaydı.. Devlet Başkanı olsaydım, istifa edebilirdim, ama ben Devrim Lideri’yim, bu ülkeyi ben kurdum, kanımın son dalmasına kadar da savaşırım.. Ben bir devrimciyim.. Gaddafî demek, devrim, tarih ve direniş demektir.. Bu çocuklar kandırılmış, uyuşturulmuş, uyutulmuşlardır, ana-babalı onları meydanlardan çeksin.. Libya’nın caddeleri Gaddafî’yi sevenlerce doldurulmalıdır. Devlete karşı çıkanlar öldürülecekler, sonra pişman olmaları fayda etmiyecektir.. Bu yasaları ‘Yeşil Kitab’dan okuyorum’  diyordu; elindeki, -kendi yazması olan ve harikulâde bir şey zannettiği- ünlü ‘Yeşil Kitab’ını sallayarak..

‘Dışgüçlerle bağlantılık’  ithamı, zorba ve zâlim yöneticilerin kendilerine başkaldıranlara karşı geliştirdiği en kolay ve mümkün olan ve saf kimselerin de kolayca inanacakları bir suçlama yöntemidir. Çünkü, hem isbatı zordur; hem de meydana getireceği sosyo-psikolojik kitlevî hassasiyet fazladır..

‘Ben Devlet Başkanı değil, Lider’im’  veya ‘onlar uyuşturulmuşlardır.’  sözü size, kendisine sırt çeviren eski bağlılarına karşı, ‘filan genel başkandır, liderlik ise, bize aiddir..’  gibi, kendisini bir hâkimiyet ve hattâ itiqadî üstünlük zırhı ile kuşatanları hatırlatmıyor mu?

Aynı şekilde, kendisinin 42 yıllık diktatörlüğüne karşı çıkanları, ‘Amerika’nın beslemeleri, nifakçılar’ olarak suçlarken, kendilerine karşı yükselen her itirazı hemen dış güçlere bağlayanları hatırlatmıyor mu?

Bu gibi izahlara tutunanlar, kendilerinin sorumluluk gerektiren fiillerini ve zulümlerini niçin görmezlikten gelirler..

Bu gibiler, ‘Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez../ Toplu durdukça yürekler, onu top sindirimez..’  mantığını kavramaktan niye bu kadar nasibsiz kalıyorlar?

*

Müslüman Okyanusu’ndaki ‘köpekbalıkları’...

Siyonist İsrail rejiminin C. Başkanı Şimon Peres, Ortadoğu’daki son gelişmelerle ilgili olarak geçen hafta, ‘Bu köpekbalıkları okyanusunda bizim rahat yaşamamız kolay değil..’ diyordu..

Gerçekte ise, Müslüman halklardan oluşan bir okyanusa salınmış bir köpek balığı, bizzat işbu siyonist İsrail rejimi idi ve bu halkların tepesine binmiş ve ensesine çökmüş yönetimler de,  yavru köpek balıkları’ durumundaydı.  Gaddafî de bunlardan birisi.. Ve yeni değil, taa baştan beri..

*

Ben bu kişiye taa baştan beri bir yakınlık beslemedim..

Bu mesafeli durum için, başlangıçta elimde çok güçlü deliller yoktu.. Kral İdris es’Sunûsî’yi bertaraf ettiği için, sempati de besleyebilirdim..

Ama, o sultan’ın adı sultan idi, sulta sahibi idi; gerçekte ise, pısırık birisiydi..

Sunûsîlik tarikatı deyince, Büyük Sunûsî diye bilinen ve 1920’lerde Anadolu’daki müslüman halkın direniş yıllarında gelip destek veren Şeyh’i hatırlayabiliriz.. Libya halkının, o zamanlar topraklarını İtalyanlardan geri almak için, Osmanlı’nın Enver ve M. Kemal beylerin komutasındaki Osmanlı askerlerine beslediği muhabbet hâlesiydi, Şeyh Sunûsî’yi Anadolu’ya getiren..

Libya’nın, 1951 yılında siyasî istiklalini, bağımsızlığını kazanmasından sonra ise, Büyük Sunûsî’nin ailesinden İdris kral/ melik olmuştu.. Ama, İdris’in şahsında sunûsîlik, hareketli ve cevval ve hele de yabancı işgalcilere karşı müthiş savaşçı bir ruh taşıyan özelliğini yitirmişti ve  sûfî örneğinin belki de en olumsuz ve en pısırık, mıymıntı bir örneğini oluşturmuştu.. İdris’e muhabbet besleyen bir ‘tarihçi yazar’, Gaddafî’nin onu devirmesine bozulduğu için, ‘Darbe yapmasına ne gerek vardı? İsteseydi, Kral ona da bir bakanlık verirdi..’ derdi, 30 yıl öncelerde..

Bu pek yanlış da değildi.. Çünkü, Kral cenablarının, ne halkının  içinde yüzdüğü yoksulluktan haberi vardı, ne ülkenin sahib olduğu zenginliklerin halkının lehine kullanılması siyasetinden.. Ve kendisine karşı çıkanları makam ve mansıblar dağıtarak susturmayı deniyordu..

‘Kral İdris Hazretleri’  romatizma tedavisi için zaman zaman olduğu gibi Bursa Kaplıcaları’na tekrar geldiğinde, takvimler Ağustos-1969’u gösteriyordu..

Ve, 1 Eylûl 1969 gecesi ise, Libya Krallığı’nı ortadan tamamen kaldıracak bir devrim yaşanıyordu.. Devrimi, darbeyi gerçekleştiren, 27 yaşında bir teğmen idi..

Kral İdris, Bursa Kaplıcaları’ndayken, Trablus’da da, orduevinde bir resmî bayramın yıldönümü vardı.. Hemen hemen bütün üst rütbeli subaylar orada toplanmışlardı..

Muammer el’Gaddafî, bir araya gelmiş olan o yüksek komutanları tutukladı ve ‘devrim’ yaptı.. İdris ortada kalıvermişti.. Hemen, Türkiye’yi terketmesi gerekiyordu.. Gidecek yer aradı, sonunda apar-topar İsviçre’ye gitti..

İlk haberler arasında, Gaddafî’nin de, bazı yabancı subaylar gibi, Türkiye’de Harbokulu’nda eğitim gördüğü bildiriliyordu.. Ama, 27 yaşındaki bu delişmenlik, ilginçti..

Hele de o yıllarda, T.C.’deki Harbokulu’nun ve bütünüyle TSK’nın, darbeci- cuntacı oluşumlar içinde olması hasebiyle, bu yapılanmadan onun da etkilenmiş olabileceği kendiliğinden akla gelebiliyordu..

Ama, Sunûsîlik cereyanının- tarikatının hele de liyakatsiz ellerde, halkı daha bir uyutan atmosferinde, bu genç ihtilalcinin, direkt olarak İslam’a karşı bir tavır takınması tehlikeli olabilirdi.. ‘Teğmenimiz’, devriminin ilk uygulamasında,  kendisini hemen albay rütbesine yükseltmiş ve diğer bütün rütbeleri de albaylığın altına indirmişti..

Onun için, başlangıçta İslamî söylemleri vardı. Nicelerimizde onun ‘İslamcı bir lider’ olduğu umudu belirmişti.  Bu umut, belki de, İslamî iktidara duyulan hasret yüzünden, onun gücüne imrenmelerden de besleniyordu..

Hele Türkiye’nin 1974 Temmuzu’ndaki Kıbrıs Çıkarması günlerinde, NATO silahlarının kullanılamıyacağı Amerika tarafından bildirilince TSK’nın güç durumda kalması üzerine, o çıkarmanın Gaddafî’nin yardım ettiği silah desteğiyle başarıya ulaştırılabildiği yüksek sesli fısıltılarla bütün topluma ulaştırılınca, ona duyulan sempati daha bir artmıştı.. (Çeyrek yüzyıl sonralarda ise, Gaddafî, Osmanlı’nın işgalci olduğunu, kendi tarihlerinin büyük bir bölümünün bu işgal yüzünden karanlıkta kaldığını ifade edecekti..)

O günlerde, Libya Devrimi’nin (şimdi ismini bile hatırlamadığım) iki numaralı ismi, 1974’lerde İstanbul’a geldiğinde, ‘Üniversiteli müslüman gençler’in kalesi olarak bilinen MTTB’ye gelmiş ve orada yaptığı konuşmayla müslüman gençlik büyük çapta mestolmuştu.. Çünkü İslamî bir devlet örneğine hasretti, müslüman kitleler..

Bu arada, Libya’nın zengin petrol kaynakları çoğu kimsenin ağzının sulanmasına da vesile oluyordu..

Gaddafî ise, kendisine göre, bir takım teoriler geliştiriyor, her an ayrı bir renge bürünüyordu, yanan-dönen misali.. ‘Halk cemahiriyesi’ adını verdiği bir sistem geliştirdiğini söylüyordu.. ‘Yeşil Kitab’ını yayınlamakla kalmamış,  şehirlerin her duvarlarını bile yeşile boyatmıştı..

*

*Kendisini ‘ülkesiz, diğer arab ülkelerini lidersiz’ farzeden birisi..

Gerçekte ise, bu ‘delifişek’, her durumdan istifadeyle, kendisine dünya siyasetinde etkili bir yer açmak pragmatizminin peşindeydi. O, kendisini ‘Ben ülkesiz bir liderim, arab ülkeleri ise, lidersiz ülkeler..’ olarak niteliyor ve bütün arab dünyasına liderlik yapmak hayalleri taşıyor,  amma, Mısır Başkanı Enver Sedat, Suriye Başkanı  Hâfız Esad, Irak Başkanı Saddam Huseyn, Tunus Başkanı Habib Burgiba, Cezayir Başkanı Huari Bumedyen, Filistin lideri Yâsir Arafat ve Fas Kralı II. Hasan gibi arab liderleri, bugünkilere göre daha güçlü gözüktüklerinden Gaddafî’yi pek ciddîye almıyorlar ve o da Afrika Birliği Liderliğine soyunuyor ve o da tutmayınca; Mısır ve bütün Kuzey Afrika’yı içine alması düşündüğü (ve bugünkü şiî müslümanlarca genelde kabullenilmeyen ve Hz. Fatımâ neslinden olmak adına, Abbasîler’in son döneminde Mısır’da ve Kuzey Afrika’da İsmailiye şiîleri tarafından miladî 910’da kurulup, 250 yıl kadar hüküm süren ve 1170 yılında yıkılan) Fâtımî Devleti’nin ikinci bir kopyasının kurulması hayalini gündeme getirmeye çalışıyor, ama, bunların hiçbirisi tutmuyordu..

Ama, Gaddafî’nin deli-dolu bir ‘delifişek’ olduğu, gün geçtikte daha bir anlaşılıyordu.. 

O zamanlar, Gaddafî, iki milyar dolar kadar bir yatırımla, dev bir cam fabrikası kurdurtmuştu, yabancılara.. Ama, geniş çöllere sahib olan Libya’daki kumlarda, camın asıl maddesi olan silisium,yok denecek kadar az idi.. O fabrikayı kuranlar, kendilerine ihale olunan işi yapmışlar,  fakat, o çöl kumunun cam üretimi için yeterli olup olmadığı gibi konularla ilgilenmemişler ve o dev yatırımın sonu, böylesi bir fiyaskoyla sonuçlanmıştı..

Bizim ‘delifişek’, umursamamıştı bile, bunu..

O, ‘Yeşil Kitab’ını yazmakla, ideolojini tedvin ve tesis etmek ve buna göre kadrolar kurmakla meşguldü.. Ne de olsa, petrol geliri giderek daha bir artıyordu ve attığı her adımla dünya kamuoyunu meşgul ediyordu.. 

Kendisini ‘Fatih’ diye isimlendirtmişti..

‘Fatih Gaddafî!.’

Galiba, Libya’yı fethettiği ve de dünyayı fethe çıktığı için bu unvanı almıştı..

Ülkesine yabancı ülkelerden davet ettiği heyetleri bile, ‘Faa-tehh!. / Faa-tehh!.’ diye tempo tutturuyordu, goygoycularına..

Ve bir gün, Libya anayasasının Kur’an’a dayandığı ve arkasından, rejimin adının da ‘Libya Sosyalist Halk Cemahiriyesi’ olduğu açıklandı..

Cemahiriye, cumhuriyet kelimesiyle aynı kökten geliyordu ve ‘ülkenin, bütün yerleşim birimlerinde oluşturulan  ‘Cumhur/ Halk Komiteleri’nce yönetileceği’  bir idarî mekanizma geliştirmiş, Valilikleri ve diğere klasik yönetim mekanizmalarını kaldırmıştı..

1980’li yıllarda ise, (Yahya Kemâl’in bile, Çemberlitaş İnkılabı dile alaya aldığı, kemalist devrim hecmelerini hatırlatacak şekilde) bir devrim daha yapmak isteyip; takvimi, Hz. Peygamber (S)’in hicretini değil, rıhletini/ vefatını esas alarak, 10 yıl geriden başlatmak gibi bir uygulamayı da başlatmıştı.. Yani, aklına geleni yapmayı devrim zannetmek ve uygulamak  gibi bir jakoben/ tepeden inmeci devrimcilik anlayışına mubtelâ bir ‘delifişek..’

Libya’nın yönetim şeklinin sosyalizm olduğu, Mayıs-1977’de açıklandığında, günlük yazılar yazmakta olduğum Millî Gazete’de bu konuyla ilgili olarak, ‘Anayasası Kur’an olan bir devlet, sosyalist olamaz..’ başlığıyla bir eleştiri yazısı yazmış ve ‘Anayasası Kur’an olan bir devletin kapitalist, sosyalist vs. gibi sıfatlar alamıyacağını’ anlatmaya çalışmıştım. Halbuki, aynı gazetede aynı gün, başka arkadaşlar Gaddafî’yi övüyor ve yukarlardaki büyüklerimiz ise, bu yorum farklılığıyla gazetenin söylem birliğini koruyamadığına dikkate çekiyorlardı..

*

*İmam Mûsâ Sadr’ı Gaddafî mi yok etti, ya da o, hâlâ yaşıyor mu?

Daha sonra..  

Güney Lübnan’da (bugünkü Hizbullah’ın çekirdeğini oluşturan) İslamî örgütlenmelerin öncüsü sayılan İmam Mûsâ Sadr’ın Libya’ya 1980’li yılların başında yaptığı bir gezi sırasında kaybolması ile, Lübnan ve İran’daki şiî müslümanların tepkisini çekmişti..

Bu çevrelerdeki genel kanaat, Mûsâ Sadr’ın Libya’da Gaddafî tarafından yokedilmiş olabileceği şeklindedir.. Hattâ, Sadr’ın, Gaddafî’den 10 milyonlarca dolar aldığı ve hesabı istendiğinde bundan kaçındığı için yok ettirildiği de ileri sürülmektedir..

Ve bugünlerde İran medyası, Mûsâ Sadr’ın kızının ağzından, ‘babasının hayatta ve Libya zindanlarında olduğu’nda ısrar ettiğine dair haberler ve röportajları yayınlamakta..

İran’daki şiî müslümanlar da, İslam İnqılabı’ndan sonra da Libya ile hep sınırlı tuttular ilişkilerini..

Çünkü, Mûsâ Sadr’ı onun bilgisi dahilinde yokedildiğini belgeleyemeseler bile, tahmin yoluyla hiss ve kanaate sahib idiler..

Bir gün, (merhûm) Âyetullah Beheştî, Haziran -1980’de  İran’a gitmek isteyen bir siyasetçiden söz etmiş ve o kişinin bu ziyaretinin İslam İnkılabı’na faydasının olup olmayacağını sormuştu.. Cevabını vermek zordu..

Yine de, onun elindeki özellikle teknokrat kadroların faydalı olabileceği söylenmişti..

Ama, Beheştî’nin öğrenmek istediği başka idi.. ‘Yani, İmam’ımızın itibarından faydalanmak isteyebilir mi?’

Bunun cevabını vermek zordu..

O zaman kendisi şu örneği vermişti, merhûm Beheştî:

‘Bakınız, Libya lideri Gaddafî, Tahran’a gelmek istiyor.. Ancak, biz onun gibi ciddiyetsiz bir kişinin gelip, İmam’mızla görüşmesine fırsat vermek istemediğimiz için, ülkede henüz güvenliğin bütünüyle tesis edilemediği ve güvenliğini sağlanmasının zorluğu gibi gerekçelerle reddediyoruz.. O ise, hava alanında inip, İmam’la görüşeyim, iki-üç saat sonra da  hemen Tahran’dan ayrılayım diyordu.. Biz öylesine ciddiyetsiz bir kişinin İmamızın yanında görünerek itibar kazanma çabasının İmamımıza zarar vereceğini düşündüğümüz için,  güvenliği sağlamakta zorlanacağımız gerekçesiyle bunu reddediyoruz.. Şimdi o siyasetçi de öyle bir  itibar elde etme çabasında  mıdır?

Buradan da anlaşılıyordu ki, İran’daki İslam İnkılabçıları da daha işin başında, bu kişiye teenni ile yaklaşıyorlardı..

Sonrasında, Gaddafî, uluslararası arenada renkten renge giren ve iktidarını sürdürmek için her şeyi mubah bilen tam bir ‘delifişek’  idi artık..

Özellikle elindeki petrol silahını kullanmak istedikçe.. Bazen Amerika’yla ve Batı dünyasıyla zıdlaşıyor, Sovyet Rusya’ya yakınlaşıyordu..

Saddam’la zıdlaşması üzerine, İran- Irak Savaşı’nın son zamanlarına kadar, İİC’ne destek vermek gibi tavırlar sergiledi.. Ama, bazen de, ‘İran’a verdiği füzelerin, silahların arablara karşı kullanamıyacağı’ gibi açıklamalar yapabiliyordu.. Halbuki, İran-Irak Savaşı’nda Irak tarafının ordusu, otomatik olarak arablardan oluşuyordu..

O savaş sırasında, İİC Başbakanı Mîr Huseyn Mûsevi Libya’ya gitmişti.. Müzakereler sırasında, Mûsevî, İran Körfezi için, İmam Khomeynî’nin, ‘Halic-i İslam (İslam Körfezi) denilsin..’  sözüne uygun olarak,  ‘Halic-i İslam’ isimlendirmesini kullanınca Gaddafî, hemen ‘Halic-i İslam değil, Halic-i Arab..  diye karşı çıkmış ve buz gibi bir hava esmişti..

(Daha sonraki yıllarda ise, İİC’nin de resmî söylemlerinde, İmam’ın o isimlendirmesini sessizce terkedip, Halic-i Fars demeye başlaması ve İmam’dan sonra ise, en üst derece bir sorumlunun, Halic-i Fars isimlendirmesinin kendileri için sadece millî bir mes’ele olmayıp, itiqadî bir mes’ele (?) olduğunu’  da söylemesi ve bunun medyada yer alması, ilginçti..)

*

*Amerikan bombardımanı, Gaddafî’yi öldürmeyince, güçlendirdi..

1987’lerde, Bingazi ile Trablus arasındaki Sirte Körfezi’nde Amerikan emperyalizmi bir deniz tatbikatı yapmak istedi..

Bu açıktı ki, Gaddafî’ye karşı bir güç gösterisi ve onu aşağılamayı hedef alıyordu..

Ama, bu körfez, uluslararası hukuk açısından ‘körfez’ değildi, ‘açık deniz’ hükmündeydi.. Çünkü, Bingazi- Trablus arasındaki iki kara parçasının arasındaki açıklık 600 km.’den fazlaydı..

Gaddafî, bu ‘körfez’in Libya’nın egemenlik alanı içinde olduğu iddia ve Amerikan donanmasının tatbikatına müdahale edeceğini açıkladı..

Ve gerilim tırmanınca, Reagan Amerikası, Libya’yı bombardıman etti.. Trablus ve diğer şehirler büyük tahribata uğradı, yüzlerce insan hayatını kaybetti.. Libya’yı bombardıman eden Amerikan savaş uçaklarının İzmir yakınlarındaki Çığlı Havaalanı’ndan kalktığı daha sonra anlaşılınca, dönemin başbakanı Turgut Özal epeyce sıkıntı yaşamış ve Avrupa’daki NATO Orduları komutanı (tabiatiyle Amerikalı olan) General Rogers ise, Türkiye’de medya mensublarının kendisini, ‘NATO Planı’nda olmayan bir harekât için, nasıl Türkiye’yi kullanırsınız?’  diye sıkıştırması karşısında, ‘Benim iki şapkam vardır, birisi Amerikan generali şapkası, diğeri NATO Başkomutanı şapkası.. İstediğim anda, bu iki şapkadan istediğimi başıma takar ve emrimi veririm..’ diye bir had bildirme tavrı sergilemişti..

Gaddafî, o bombardımandan sağ kurtulmuştu,

‘Öldürmeyen yara, bedeni daha da güçlendirir’ deyimi misali, Gaddafî, halkı karşısında daha bir aslanlaşmıştı.. Ama, o zamandan beri hep,  görkemli ‘çadır-saray’larda oturuyor, bir saldırı anında yıkıntıların altda kalmak korkusu yüzünden.. Hattâ, Roma ve Paris’e giderken bile, önce ‘çadır’ını gönderiyor kurduruyor ve o ‘çadır’da ikamet ediyor, etrafında eski Roma’nın kadın savaşçılarını hatırlatan ‘amazonvarî’ yüzlerce kadın muhafız ve komandolar aracılığıyla korunarak.. Tabloya, develer vs. de bir aksesuar olarak ekleniyor.. 

Gaddafî o Amerikan saldırısından sonra taktik değiştirdi ve Amerika yerine İngiltere’yle zıdlaşmayı tercih etti.. Kuzey İrlanda’da yaşanan kanlı ‘katolik- protestan mezheb kavgaları’nı tahrik eden konuşmalarından dolayı İngiltere’yle sürtüştü..

Ve, 1988 yılının sonbaharında, İngiltere’nin Lockerbie kasabası civarında  270 yolcu taşıyan bir Amerikan uçağı düştüğünde, önce İran suçlandı.. Ama, ortada hiç bir delil yoktu.. Aradan epeyce bir zaman geçtikten sonra, bu uşağın düşmesinde, Libya’lı bazı ajanların rolünün olduğu ve  uçağa onların bomba koydukları iddiası ortaya atıldı..

Libya bu iddiaları yıllarca reddetti ve Libya’ya uygulanan ambargolara karşı da, petrol gelirleriyle büyük çapta direndi..

Ama, 2003 yılında, Gaddafî, bu uçak düşürme eyleminde Libya’nın rolünü ve hadise kurbanlarının herbirisinin ailelerine, her kurban için, 10’ar milyon dolar vermeyi kabul etti... Yani, 2 milyar 700 milyon dolarlık bir meblağ..

Ondan sonra Batı dünyası ile arası büyük çapta düzeldi, Gaddafî’nin.. Ambargolar kaldırıldı..

Dahası, Gaddafî, Libya’nın bazı Alman firmaları aracılığıyla gizlice üretmeye çalıştığı kimyasal silahlar ve sonunda nükleer teknoloji yönündeki çalışmalarını durdurduğunu da açıkladı.. Ve daha da ileri giderek, kendi nükleer bilgi, tecrübe ve cihazlardan birçoğunu İran’a da verdiklerini açıkladı ve emperyalist dünyanın gözüne daha bir girdi..

*

*‘Ben olmasam, bütün Kuzey Afrika, İslamî hareketlerin kontrolüne girer!.’ tehdidi..

Hele de 1992’de, Cezayir’de yükselen İslamî hareketler den sonra, daha bir tedirgin olan Amerika ve bütün emperyalist dünyaya da, açıkça, ‘Benim kadr-u kıymetimi biliniz.. Ben olmasam, bütün Kuzey Afrika İslamî cereyanların etkisine girer..’ mesajını verdi.. Yani, artık, emperyalizmin Kuzey Afrika’daki ‘güvenilir adam’larından birisi haline geldi..

Yugoslavya’nın dağılması  ve hele Bosna Trajedisi yıllarında, yüzbinlerce insan, sırf müslüman oldukları için korkunç bir jenosid canavarlığıyla katledilirken; Gaddafî, Sırbistan lideri ‘Balkan Kasabı’ Miloseviç’in yanında yer aldı..

Ama, BM. Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmalarda, emperyalizme ve emperyalist uygulamalara çatarak ve hattâ BM. Genel Nizamnâmesi’ni yırtıp fırlatarak, emperyalizm karşıtlarının duygularını okşamayı da ihmal etmedi..

Bu arada,  kendi halkına da, kendisinin anladığı ve istediği tarzda bir ‘devlet dini’, bir başka İslam anlayışı telkın ve dikte etti.. Hattâ, sakal bırakmak isteyenlere bile izin vermedi, hanımların kıyafetlerine de, kendi istediği ölçüler içinde izin verdi, kemalist uygulamaları hatırlatacak şekilde.. Azçok dinî bir hassasiyeti olduğu düşünülen kimseleri yüzler-binler halinde, ‘terörist’ diye zindanlara doldurdu.. Ama, özellikle Afrika ülkelerine gittiğinde, oradaki müslümanların ibadet saatlerinde, onlara namaz kıldırmak gibi davranışlara da son yıllarda daha bir ağırlık verdi.. Gaddafî’nin oğlu Seyf-ul’İslam ise, birkaç ay önce, İkhvan-ul’Muslimiyn (Müslüman Kardeşler ) Teşkilatı üyesi oldukları suçlamasıyla yıllardır zindanlarda tutulan 230 kişiyi, gösterişli bir şekilde azad etti..

Gaddafî’nin Libya’yı yüksek petrol gelirleriyle kocamaaan bir şantiyeye dönüştürdüğü ve yüzbinleri bulan yabancı işçilerin çalıştığı ve Libya’lıların ise, efendi gibi yaşatıldıkları propagandalarının tamamiyle yanlış olmadığını da unutmamak gerek..

Esasen, bir diktatörlüğün 42 senedir devam etmesini izah daha bir zorlaşırdı..

Ama..

Ocak-2011 ortasında Tunus’da başlayıp Mısır’da devam eden ve her iki ülkede de, 25-30 yıldır tahakkümlerini sürdüren Zeyn-el’Âbidin bin Ali ve Husnî Mubarek gibi liderleri koltuklarından, tahtlarından uçuran sosyal tûfanlar meydana gelince..

Gaddafî’yi de bir korku sardı; Libya uzmanları her ne kadar, ‘Libya’da bir şey olmaz..’ deseler de.. (Halbuki, Mısır’da da hiçbir şey beklenmiyordu..)

Tunus’da Zeyn-el’Âbidin bin Ali’ye karşı çıkılmasının, hanımının Libya asıllı olmasından kaynaklandığını ve ona zulmedildiğini ileri sürmek gibi bir taktikten istifade etmeye kalkışan Gaddafî, Husnî Mubarek’in diktatörlüğünü bırakmasınndan sonra ortaya atılan ve onun, ‘75 milyar dolarlık şahsî mal varlığıyla dünyanın en zengin adamlarından olduğu’ şeklindeki iddialara karşı da, ‘Mubarek fakirdi, hattâ ben ona yardım ediyordum..’ gibi açıklamalarla onları temize çıkarmaya çalıştı ve onların istifa etmelerinin de yanlış olduğunu söyledi.

Ve nihayet.. Arab diyarlarını kasıp kavuran sosyal tûfan, geçen hafta, Libya’ya da ulaştı..

Ve Gaddafî’nin her tarafı kan ve ateşe bulamakta tereddüd etmediği görüldü..

Çünkü, gidebileceği hiç bir yer yok dünyada, belki de..  Vuruşa-vuruşa ya galib gelecek, ya da öldürülecek..

Bu kadar çaresiz ve ‘çıkmaz’da olan bir çılgın devrimcinin en akıl almaz, en gözü kara cinayetleri işleyebileceği de gözardı edilmemelidir..

Bugün Libya’da gerçekleşmekte olan da budur..

Osmanlı’dan en son kopan arab diyarlarından birisi olan 1 milyon 775 bin km. kare (yani, Türkiye’nin iki buçuk misli) büyüklüğündeki bir çölde, 5-6 milyonluk nüfusuyla Libya, Kuzey Afrika’da elbette önemli bir yer.. Doğu’daki Bingazi ve diğer şehirler şu an itibariyle, Gaddafî’nin kontrolünden o kadar çıkmış ki, halk kitleleri, ortasında hilal ve yıldız bulunan eski bayrağı açtılar, Gaddafî’nin getirdiği yeşil bayrağı fırlatıp atarak.. (Cezayir, Tunus ve Libya halklarının da bayraklarında hilal ve yıldız’ı dikkatle korumaları ilginçtir.. Yani, hilal, sanıldığının aksine, sadece türklere aid olmayıp, çoğu mlüslüman toplumların kültürlerindeki örf ve gelenekten gelen bir semboldür.)

Bugün dünya, Gaddafî’nin cinayetlerine ve katliâm bildirilerine karşı sadece şaşkınlığını ve bunun kabul edilemezliğini sözlü olarak dile getirmekle yetiniyor..

Başka yerlerde, devreye hemen uluslararası güçleri veya kendi güçlerini sokan Amerikan emperyalizminin başında olan Obama da, halkın silahsız, barışçı gösterilerine karşı silah kullanılmasının kabul edilemiyeceğini belirtmekle yetiniyor.. Ama, şimdi Bingazi ve diğer şehirlerde kışlaları ve askerî depoları yağmalayan halk ve halkın yanına geçen askerler, artık gösterilerini ellerinde ağır silahlar olduğu halde ylapıyorlar.. O zaman, Gaddafî’nin elinde kalan ordu ve silahlarla bu halk kitlelerinin ve şehirlerin üzerine ölüm yağdırması normal mi karşılanacaktır? Bu bakımdan, Obama’nın konuşması, gerçekte, Gaddafî’nin iktidarının sürmesi için emperyalist dünya tarafından yakılan bir diğer ‘yeşil ışık’ mesabesindedir..

Çünkü, Libya’daki bu ‘delifişek kasab’ın safdışı olması halinde, onun emperyalist dünyaya yıllardır kopya verdiği üzere, bütün Kuzey Afrika’daki  İslamî cereyanlar daha bir güçlenebilir.. Bu da, emperyalistleri, Libya’yaki diktatörlüğe karşı çıkarken, ummadıkları bir büyük tehlikeyle, İslamî uyanış ve direniş hareketlerinin bütün arab dünyasını sarması ihtimaliyle karşı karşıya getirebilir..

Korkulan bu..

Ancak, onların korkusu, bu zulüm düzenlerinin devamına yardım edecek midir?

Bunu, yaşayanlar yarınlarda görecek..

Sadece şurası da açık ki, Ömer Muhtar’ın rûhu, kül altındaki kıvılcım gibi, Libya halkının rûhunda, varlığını hâlâ dipdiri sürdürüyor ve daha ne yangınlar çıkarabilecek bir güç kaynağı halindedir.. Yabancı işgalciler veya kendi halkını ve ülkesini işgal eden yerli zorbalar, bu halktan daha çok korkacaklar, korktukça daha çok öldürecekler ve öldürdükçe daha çok korkacaklardır; ama, İslam’ın kalblerdeki ve Ömer Muhtar’ları ortaya çıkaran yüksek asîl ruh, öldürülemiyecektir, inşaallah..