KURTULMUŞ, HERŞEYİ AÇIKCA ANLATTI!

KURTULMUŞ, HERŞEYİ AÇIKCA ANLATTI!

İftar baskını için 28 Şubattan daha ağırdı diyen Numan Kurtulmuş, yeni partinin logosu da olmak üzere merak edilen tüm sorulara cevap verdi. İşte Kurtulmuşla yapılan o röportaj...

Kurtulmuş, “Yüzde 35, yüzde 47 gibi oylar aldı Ak Parti, ama tüm toplumu kucaklayarak Türkiye’de bir dönüşüm sağlayacak, milletin gerçek taleplerini siyasete taşıyabilecek bir iradeyi ortaya çıkaramadılar.

Eğer biz Milli Görüş’ü bir şahıstan ya da sadece bir partinin çalışmalarından ibaret görürsek yanılırız. Kendi anladığım Milli Görüş gömleğini çıkarmadım, ama birileri bizim bu gömleğimizi yırtmaya çalıştı,  ona da müsaade etmedik. Erbakan’la görüşme konusuna gelince herhalde bayramda  ararım” diyor.

Aslında bu ilk ayrılışınız değil; siz daha önce de bir kez görevi bırakmıştınız değil mi?
Evet, 2002’de seçim yenilgisi üzerine genel başkan yardımcılığı görevimi bırakmıştım. Ortada yüzde 2.5 oy almak gibi ciddi bir başarısızlık vardı ve bu başarısızlığın hesabını millete vermemiz gerekirdi. Dolayısıyla yöneticiliği bırakmıştım, ama bu partiden bir kopuş değildi. Aksine ondan sonra çok daha fazla çalışmıştım, Anadolu’da gitmediğim yer kalmamıştı.

Ama herhalde bunu yaparkenki beklentiniz genel başkanın da (Recai Kutan) benzer bir tavır göstermesiydi?
Tabii yani bu herkesin, bütün genel başkan ve başkan yardımcılarının yapması gereken bir davranıştı. O süreçte arkadaşlarımızın çoğu da hakikaten “Ayrılmak lazım, millete hesap vermek lazım, bu seçim yenilgisinin değerlendirilmesi gerekir” diye düşündüler, fakat maalesef bir türlü o değerlendirme, o öz eleştiri yapılamadı.

Acaba bu sizinki gecikmiş bir istifa mı? Yani siz Gül-Erdoğan-Arınç-Şener giderken ayrılmamıştınız, ama acaba ne kadar geciktirseniz de bu zaten beklenen bir son muydu?
Yok, hayır değil, çünkü o zamanki ayrışma sürecindeki olgular, o zamanki talepler farklıydı. “Yenilikçi kanat” dediğimiz kanadın ayrılığındaki temel gerekçe, “Biz önceye ilişkin ne söylüyorsak artık bütün bunlardan vazgeçelim ve kendimize yeni bir yol haritası belirleyelim” şeklinde bir çıkıştı. Ben ise o zaman Fazilet Partisi’nin İstanbul İl Başkanı’ydım ve Recai Bey’le Abdullah Bey’in genel başkan adayı olarak girdikleri kongredeki konuşmamda da Mevlana’nın pergel metaforunu savunmuştum. Yani bir ayağımız medeniyetimizin değerlerinde sabit, ama bir ayağımız da toplumun bütün kesimlerine, bütün dünyaya açılacak kadar büyük bir özgüvene ve ufka sahip olmalı. Ta Fazilet Partisi’nin içersinden itibaren hep bunu savundum ben: Evet, kendi değerlerimizle ayağımızı sabit tutalım, ama dünya olaylarını yorumlayışımız, Türkiye’nin sorunlarına bakış açımız, bütün toplumun sorunlarını önceleyecek ve bu anlamda da sadece bir grubun, bir hizbin, bir cemaatin partisi değil, Türkiye’nin partisi olabilecek bir anlayışla hareket edelim.

Sabit ayak bırakmadılar

Dolayısıyla sizin gelenekçi kanattan farklı bir anlayışınız vardı, ama yenilikçi kanatla da ortak hareket etmeniz imkânsızdı, öyle mi?
Yani şöyle söylemek gerekirse, FP-AKP ayrışma sürecinde arkadaşlar evet pergelin ucunu açtılar, ama sabit bir ayak bırakmadılar. Sabit bir ayakları olmadığı için de ortaya eskilerin tabiriyle fikr-i müdrir, yani bir paradigma çıktı. Evet, topluma açıldılar, yüzde 35, yüzde 47 gibi oylar aldılar, ama tüm toplumu kucaklayarak Türkiye’de bir dönüşüm sağlayacak, Türkiye’de ciddi bir reformu ortaya koyabilecek, milletin gerçek taleplerini siyasete taşıyabilecek bir iradeyi ortaya çıkaramadılar. Saadet Partisi içersindeyse ayağımızın biri sabit oldu ama pergelin diğer ucunu da getirip onun üstüne koymaya çalıştılar ve ortaya sadece bir nokta çıktı.

Siz ikisi de değilsiniz?
İkisi de değiliz, ikisinin de olmamasına gayret ettik ve zannediyorum 2008’de genel başkan olduktan bugüne kadarki ortaya koyduğumuz siyaset üslubuyla da ne yapmak istediğimizin en azından küçük bir örneğini bütün Türkiye’ye gösterdik. Örneğin 29 Mart 2009 seçimlerinde oylarımızı 780 binden, 2 milyon 61 bin civarına çıkarttık. Ama daha önemlisi, toplumun her kesimi bizi dinledi. Aldığımız oyların belki de büyük bir çoğunluğunu hayatında ilk kez bir Milli Görüş partisine oy veren insanlar oluşturdu. Yani geleneksel kitlemizden oy almakla yetinmeyip, yeni seçmen kitlesi oluşturmaya çalıştık ki bizim yapmak istediğimiz de buydu.

Sizi il başkanlığınızdan beri izleyenler de bilir bunu aslında... Siz hakikaten başından beri hep o klasik Milli Görüş retoriğinin dışında durdunuz. Hatta değil Milli Görüş retoriği, İslam referanslı pek çok siyasetçinin kullandığı, o artık dini gösterişe kaçan, ağdalı dili, mesajları dahi kullanmadınız. Dolayısıyla size “Saadet Partisi’nden ayrılmakla Milli Görüş gömleğini çıkarmış oldunuz mu?” diye soracağım, ama acaba zaten hiç giymemiş miydiniz bile?
Şöyle görmek lazım bence: Eğer biz Milli Görüş’ü bir şahıstan ya da sadece bir partinin çalışmalarından ibaret görürsek yanılırız. Benim Milli Görüş’ten anladığım bu milletin 1071 Malazgirt’ten bu yana gelen medeniyet değerleridir. Böyle baktığımız zaman da Milli Görüş, sadece bir partiyle, bir şahısla sınırlı, sadece ortaya konan birtakım şablon sözlerden ibaret değildir. Dolayısıyla siyasete başladığımdan günden beri hem kullandığım terminoloji hem bu terminolojiye uygun olarak bakış açımız, evet doğrudur, çok daha geniş kapsamlı çok daha kuşatıcı, çok daha bütünleştirici olmuştur.

Yani zaten siyasi retorik anlamında Milli Görüş gömleğinin dışındaydınız mı demeliyiz?
Kendi anladığım Milli Görüş gömleğini çıkarmadım, ama birileri bizim bu gömleğimizi yırtmaya çalıştı, ona da müsaade etmedik, diyelim. Ayrıca ben siyasetin böyle kostümler üzerinden ifade edilmesini de hoş bulmuyorum. Nihayetinde insanların fikirleri, ideolojileri hakikaten üstündeki bir elbise değildir, ki eskidiği zaman veya canları sıkıldığı zaman bir kenara koysunlar. Siyaset kostümlerle değil, fikirlerle insanların düşünceleriyle, ufuklarıyla yapılabilen bir iştir.

İşte ama ben de bu “gömlek” üzerinden şunu anlamaya çalışıyorum: Siz son temmuz ayındaki kongrede mi birden değiştiniz, yoksa zaten başından beri mi partinin kimyasından değişik bir yapınız vardı?
Hayır, ben kendimi bildim bileli böyleyim. Siyasete başladığım 12 yıldan beri hep geniş kitlelere ulaşmanın perspektifi içinde çalıştım ve zaten temmuz kongresinde de bunu “değişmeden yenileşmek” diye tanımladım. Yani temel iddialarımızdan vazgeçmeden, ama onları bugünün ihtiyaçları çerçevesinde, dünyanın realitelerine uygun bir şekilde anlatmak. Benim Saadet Partisi’ndeyken amacım hep bu oldu.

O zaman siz 12 yıldır dayanmaya çalışıyordunuz?
Yani zaman zaman çok zorlandığım dönemler oldu. Parti içersinde bu anlayışımızı eleştirenler, içten içe direnç gösterenler oldu, ama ne zaman insanlara gidip bu görüşlerimizi anlatsam söylediklerimin parti teşkilatında, tabanımızda, kamuoyunda çok büyük bir karşılığı olduğunu gördüm. O da tabii büyük güç verdi.

Peki zaman zaman liderlik yapmaktan feragat ettiğiniz dönemler oldu mu?
Asla olmadı, zaten belki de öyle olduğu için bu noktaya gelindi. Yani tam, “Yumuşak başlıysam kim demiş uysal koyunum” durumu. Evet, herkese karşı hep saygılı davrandım. Benden yaşça küçükler dahil... Bugün hiç kimse kalkıp “Numan Bey bana burada şöyle bir hakaret etti, şöyle bir yanlış yaptı” diyemez, bu kadar açık söylüyorum bunu. Çok aykırı fikirleri dahi dinledim. Bize karşı çok haddini aşanlara karşı bile çok sabrettim. Ve sonuçta büyük çoğunluktan hep şunu duydum: “SP’de işler iyi gidiyor, parti yükselişe geçiyor, hiç daha evvel ulaşamadıkları insanlara ulaşabiliyorlar, insanları ikna edebiliyorlar.” Ben birçok il başkanımızdan, ilçe başkanımızdan şunu işitmişimdir, “Bu süreçte bizim ildeki çarşıda pazarda dolaşmamız değişti. Herkes bize artık itibar ediyor, bizi ilgiyle dinliyor.” Zaten bunlar da olmasa hakikaten çok zor günlerimiz, böyle dayanmanın çok sınırına geldiğimiz noktalar oldu.

kullanYani daha önce de kopma noktasına gelip dönüldüğü oldu?
Birçok şey oldu, zaten bunlar bir birikimin sonucu. Ama ben hep şuna baktım: Biz, cebinde beş kuruş parası olmadığı halde son paralarını harcayıp toplantıya gelen, aidatını ödeyen o gariban, zavallı insanlar için bu mücadelenin içersindeyiz. Bundan sonra da bu insanlar için olacağız.

Bu hareketi bu kadar sahiplenmeseniz zaten herhalde 2007’de iktidar partisinin ikinci adamı olmanız teklif edildiğinde giderdiniz?
Tabii yani burada değerler üzerinde bir ayağını sabit tutarak toplumla bütünleşen bir siyaset inşa edileceğine inandığım için o teklifi reddetmiştim.

Sizin için bu inancınızın bittiği, ilk kopma noktası neresi?
Benim için her şey geçen Temmuz ayında yaptığımız kongre salonunda koptu. Geniş istişarelerle hazırladığım bir liste vardı. Ancak baktık ortaya 6-7 ismin bizim listemizde olmamasından kaynaklanan bir ikinci liste çıktı. Hadi buna normaldir, demokratik bir yarıştır diyelim, fakat maalesef ikinci listeyi savunan arkadaşlar kongre divanını bastılar, kongre salonundan insanları dışarı çıkarttılar ve o salondan itibaren süreç başlamış oldu.

Ama karşı taraf da sizin önceden söz verdiğiniz halde o 6-7 ismi listeye koymadığınızı iddia etti?
Hayır, böyle bir şey yok. Bunu zaten o dönem televizyona çıkan birçok kimse de “Zaten bir uzlaşma yoktu” diye açıkça söylediler. Kaldı ki bir genel başkan olarak ben deli miyim, bir uzlaşma olmuş olsa neden o liste üzerinden devam etmeyeyim, iki listenin de genel başkan adayı ben iken neden kavga çıkmasını isteyeyim?

Müslümanlarca bir iftar ilk kez basıldı

Peki 11 Temmuz’daki kongreden 1 Ekim’de ayrılana kadar neler yaşadınız?
Hakikaten dört koldan saldırıya uğradık. Bunlardan birincisi, hemen o akşam delegelerden imza toplanarak olağanüstü kongre çalışması yapıldı.

İkincisi, 13 Temmuz’dan itibaren 14 tane farklı dava açıldı partinin aleyhine. Birinin sonucunda biliyorsunuz partiye kayyum atandı. Çok ilginçtir, davacı olan arkadaşlar tarafsızmış gibi kayyum olarak atandılar. Bu da Türkiye’de bir ilktir, ama daha önemlisi Türkiye’de ilk kez bir siyasi parti bir sulh hukuk mahkemesi tarafından kongre sürecine zorlandı. Yani öyle ki bu vakadan sonra artık Türkiye’de bir siyasi partinin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasına gerek yok. Artık bir yerel mahkeme de bir partinin bütün hukuki süreçlerini değiştirebilecek konumdadır ve bu bütün hukuki boşlukları kapatmak da parlamentonun vazifesidir.
Üçüncüsü, fiili saldırılar başladı. Partinin genel başkan yardımcılarına bazı illerde fiili saldırılarda bulunuldu. İstanbul İl Başkanı’nın arabasına taşlı sopalı saldırılarda bulunuldu. Ama en önemlisi İstanbul iftarımız basıldı.

Bunlar bu hareketin içinde ilk kez oluyor, değil mi?
İlk kez oluyor, hatta bir iftar İslam dünyasında ilk sefer Müslümanlar tarafından basılıyor. Ben o günü yaşadım ve hayatım boyunca hiç unutamayacağım günlerden bir tanesi olarak kalacak. Çok açık söylüyorum, Fazilet kapatıldı, Refah kapatıldı, 28 Şubat oldu, biz o süreçleri de yaşadık, ama o süreçlerde inanın ki hiç bu kadar üzülmedik. Bu iftar baskını bunların hepsinden çok daha acı bir süreçtir.

Hiç mi beklemiyordunuz?
Yani birtakım internet siteleri üzerinden saldırılar planlandığı söyleniyordu, ama ben bunların en fazla bir protesto düzeyinde olacağını ümit ediyordum. Düşünebiliyor musunuz, iftar sofralarında misafirlerimizin üzerine çatallar bıçaklar atıldı. Biz bu arkadaşlara müdahale edilmemesi, kavga çıkartılmaması için uyarılarda bulunmasak daha da kötü olabilirdi, ama sonuçta o gün işte hepimizin gönül bağları kopmuş oldu.

O gün mü bitti?
O gün fiilen koptu. Yani artık çünkü o insanlığın bittiği yerdi. Müslümanlıkla ilgisi olmayan bir şeydi ve insanlar fanatik hale getirilerek nasıl insanlıktan çıkarılabilirler, onun örneklerinden biriydi. Aslında şu anda dahi bunları üzülerek anlatıyorum. Ve bir daha da anlatmayacağım. Zihin dünyamdan bunları sildim ve tekrar hatırlamak da istemiyorum.

Peki, demin dört koldan saldırdılar demiştiniz; dördüncüsü ne oldu?
O da hemen kongrenin ertesi gününden itibaren televizyonlarda, gazetelerde, yaşça benden küçük olanlar ve yaşça benden çok kıdemli insanlar akla hayale gelmeyecek ağza alınmayacak bir sürü hakaretlerle bana ve arkadaşlarıma saldırıda bulundular. Bütün bunların hepsi artık bu parti içersinde birlikte siyaset yapma imkânımızın olmadığını ortaya koydu. Gördük ki, millete hizmet imkânınızın kalmadığı bir yerde siyaset yapmanın imkânı da yok artık.

Erbakan’ı herhalde bayramda ararım

Kalsaydınız, kongreyi kazanabilir miydiniz?
Kongreyi kazanacağımıza hiç şüphe yoktu. Teşkilattan bu kadar hızlı çözülme ve istifalar bunu gösteriyor zaten. Ama problem kongreyi kazanmak değildi, çünkü biz bir kongre yapmadığımız veya kongreyi kaybettiğimiz için bunlar yaşanmadı. Tam tersine kongre yaptığımız ve kongreyi kazandığımız için bunları yaşadık.

Yine kazansaydınız ne olurdu, niye istemediniz kongre kazanmayı?
Bu kez aynı film, ama daha şiddetli bir şekilde oynanırdı. Ve insanların artık birbirlerinin yüzüne bakacakları, birbirlerinin isimlerini anacakları dahi bir durum ortada kalmazdı. Çünkü sürekli giderek dozajı arttırılan, edepten uzak bir noktaya doğru taşınan bir muhalefet vardı. Oysa benim üslubumu biliyorsunuz, ben değil kendi partimin içersinde başka partilerle bile kavga etmeyen üslupta bir siyasetçiyim ve bir kavganın içinde görünmeyi de hiç arzu etmem.

Bu konuyla ilgili sadece bir şey soracağım: Bir daha Necmettin Erbakan’la görüşür müsünüz? Mesela önümüz bayram, onu arar mısınız?
Yani herhalde bayramda ararım. Nihayetinde Sayın Erbakan benim babamın arkadaşı, belli hukuk var. Zaten hep şuna çok şükrediyorum, her şey milletin gözü önünde oldu. Hiç kimse şunu söyleyemez,  “Numan Kurtulmuş insanlarla olan dostluk ilişkisini, kardeşlik hukukunu çiğnediÖ” Çünkü benim için hayat sadece politikadan ibaret değildir.

Fatih Erbakan’la?
Onunla da görüşürüz. Yani söylediği laflar milletin gözü önünde söylenmiş sözlerdir, ama artık benim için çok önemli değil. Zaten ben 1 Ekim’deki veda konuşmamda da söyledim, bana ve aileme yapılanlarda dahil olmak üzere ne yapılmış ve ne söylenmişse bunların hepsine hakkımı helal ediyorum.

Yetişirse partiyi 29 Ekim’de kurabiliriz

Yeni partinin ismi belli mi?
Belli değil, sağ olsun vatandaşlarımız, teşkilatlarımız o kadar ilgi gösterdiler ki sürekli yeni bir isim önerisi alıyoruz. Biz içinde “refah”, “özgürlük”, “kardeşlik”, “adalet”, “hak” kelimelerinin geçtiği bir isim düşünüyoruz ama ne çok uzun olmasını ne de daha önce kurulmuş partilerin isimlerini çağrıştırmasını istiyoruz. Tüm meramımızı tek bir kelimede anlatmaya ya da anlamlı bir kısaltma bulmaya çalışıyoruz.

Amblem?
O da hiç belli değil. Hilal de olabilir, zeytin dalı da olabilir, başak da olabilir, hiçbiri de olmayabilir. Aradığımız amblem ilk bakışta akılda kalıcı, basit ve sade olmalı. Şu ana kadar amblem hazırlayıp gelen üyelerimiz dahi var, ama henüz bir sonuca ulaşmadık. Bunların hiçbiri belli değil.

Resmi kuruluş tarihinizi belirlediniz mi?
Ekim sonu, ama kesin bir tarih veremiyorum. Ekim sonu resmi olarak kurulup, sonra hemen seçimlere katılabilmek için asgari 41 il örgütünün oluşumunu tamamlayacağız.

29 Ekim tam da cumaya denk geliyor; o gün olabilir mi?
Aa, olur tabii. Hatta yetişirse çok da güzel olur, hatırlattığınız için sağ olun...

Aklımda yanlış kalmadıysa o gün aynı zamanda Erbakan’ın da doğum günü?
... (Yanıtını sadece gülümseyerek veriyor)

Milliyet