Kürt Sorununun Tarihselliği Üzerine Düşünceler
Kürtler gibi tarih sahnesinde büyük siyasal yapılar meydana getiremeden, yaşadıkları topraklarda varlıklarını sürdürmüş toplumların temel sorunsalı "kimlik" olarak ortaya çıkmaktadır.
Prof. Dr. Bülent Özdemir
Balıkesir Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi
Uzmanlık alanı tarih ve özellikle Osmanlı tarihi olan ve daha çok arşiv belgeleri üzerinden çalışmalar yapan biri olarak, "Güneydoğu sorunu" veya "Kürt sorunu" şeklinde nitelendirilen olgunun tarihselliği üzerine yaptığım tespitleri üç başlıkta ele alarak paylaşmak istiyorum.
1)"Bin yıldır birlikte yaşamak" şeklinde ifade edilen söylem içindeki tarihsellik: Kürt sorununun, Türklerin ve Kürtlerin bin yıldır birlikte yaşayan iki toplum oldukları söylemi içindeki tarihselliği genel olarak her iki toplumun da Müslüman olmaları ortak paydasına yapılan vurgudur. Kürtlerin İslamiyet ile tanışmaları yaşadıkları coğrafya düşünüldüğünde Türklerden daha önce gerçekleşmiştir. Ancak buradaki "bin yıl" vurgusu ise Türklerin Müslüman olduktan sonra önce İran ve Ortadoğu'ya daha sonra da Anadolu'ya gelmeleri sonrasında başlayan bir birlikteliğe yapılan vurgudur. Türkler bölgeye siyasal bir yapı içinde ve hâkim unsur olarak geldiklerinden Kürtlerin varlıkları da bu bin yıl tanımı içinde kendine yer bulmaktadır.
"Bin yıldır birlikte yaşayan iki halk" söylemindeki Müslümanlık vurgusu doğru olmakla birlikte bu söylemin kim tarafından kullanıldığı önem taşımaktadır. Bu söylem devlet tarafından ya da bölgede uygulanan politikalara payanda amacıyla askerî veya idarî kişiler tarafından kullanıldığında bunun samimiyeti bölge halkı tarafından kontrol edilmektedir. Bu vurgunun, entelektüeller ve bölgede yaşayan kanaat önderleri tarafından hissedilerek ve inanılarak söylenmesi gerekir.
Buna benzer bir başka durum yine Türklerin de Kürtlerin de Müslüman olduklarının sıkça söylenmesidir. Bu söylemin bölgeye yönelik bir devlet politikasıymış gibi kullanılması, Türklerin Kürtlere Müslüman olduklarını hatırlatmaları gibi algılanmaktadır. Burada devletin asli unsurları olan Türklerin Kürtlere "oryantalist" bir bakış açısıyla yaklaşımı şikâyeti ortaya çıkmaktadır. Yani Türkler aynı zamanda devleti de temsil eden kişiler olarak Kürtleri tanımlayan ve kim olduklarını söyleyen kişiler olmaktadırlar. Bu durum bazı dindar Kürt siyasetçi ve entelektüeller tarafından da sıkça dile getirilmektedir. Aslında olması gereken, bin yıldır birlikte yaşayarak ortaya çıkarılmış olan kazanımların şuna veya buna ait olmadığının farklı şekillerde ortaya konulması ve karşılıklı olarak her iki toplumun da birbirini tanımasının sağlanmasıdır. Bu noktada son yıllarda Milli Eğitim Bakanlığı'nın bazı sivil toplum örgütleriyle işbirliği içinde başlattığı bölgeler arası öğrenci değişimi ve gezileri projesinin çok önemli açılımlara vesile olduğunu hatırlatmakta yarar vardır. Bin yıldır birlikte yaşama söylemi bu tür projelerle desteklenmeli ve somut bir hale dönüştürülmelidir.
2)Türkiye Cumhuriyeti'nin 80 yıllık geçmişi içindeki tarihsellik:
Osmanlı İmparatorluğu'nun kadim tebaası olarak diğer Müslüman unsurlarla birlikte önce I. Dünya Savaşı sırasında İtilaf Devletleri'ne karşı, daha sonra da İstiklal Savaşı döneminde işgallere karşı mücadele veren Kürtlerin, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kurulması sürecini oluşturan tarihselliğe kurucu unsur olarak dâhil olduklarını görüyoruz. Gerek Mustafa Kemal önderliğinde Milli Mücadele'nin örgütlenmesi sırasında ve gerekse Ankara'da ilk TBMM'nin oluşturulmasında Kürt temsilcilerin bulunduğunu biliyoruz.
İstiklal Savaşı döneminde Mustafa Kemal'in Osmanlı Devleti topraklarının Kürtleri ve Türkleri kapsadığı ve Kürtlerin Osmanlı toplumundan ayrılmasının imkânsızlığı ve yine Kürtlerin ayrı bir toplum olarak haklarının korunacağına dair birtakım sözlerinin olduğu iddiaları vardır. Örneğin Birinci TBMM'nin gizli bir oturumunda "Hududu milli dâhilinde Kürt, Türk, Laz, Çerkes vesaire bütün bu İslam unsurlar müşterekülmenfaadır (ortak çıkara sahiptir)." demiştir.
Musul vilayetinin de dâhil olduğu Güney Kürdistan Bölgesi'nin Lozan Antlaşması ile İngiliz işgalinden kurtarılamaması bölgede bir hayal kırıklığı oluşturmuştu. Asıl kopuşun ise 1925'teki Şeyh Sait İsyanı ile ortaya çıktığını görüyoruz. Şeyh Sait İsyanı'nın, Türkiye'nin Musul'u geri almasına engel olmak isteyen İngiltere tarafından kışkırtıldığı minvalindeki ortodoks Türk tarih yazımı son yıllarda revize edilmiştir. Şeyh Said İsyanı'na yol açan gelişmenin 1924'te Hilafet'in kaldırılması olduğu bilinmektedir. Göz ardı edilmesine rağmen Hilafet'in Osmanlı sonrası Misak-ı Milli sınırları içinde yaşayan toplum için ne kadar önemli dinsel bir simge olduğunu ve kaldırılmasının bu toplumu bir arada tutan ana dayanağı ortadan kaldırdığını söyleyebiliriz. İsyan gerekçesiyle 1925'te Takrir-i Sükûn Yasası çıkarılmış ve görece ılımlı Fethi (Okyar) Bey yerine İsmet (İnönü) Paşa başbakan olmuştur. Her türlü muhalefet susturulmuş ve Türkiye'de tek parti diktatörlüğünün tesisinin yolunu açan bir süreç başlamıştır.
1924 Anayasası ile birlikte ulus-devlet yapılanması hızlandırıldı. Bir taraftan cumhuriyet devrimleri yapılırken bir taraftan da ulus-devlet inşası bağlamında 1930'lar ve 40'lar boyunca çeşitli politikalar uygulamaya koyuldu. "Kürt yoktur" söylemi 1930'lardan 1980'lere kadar geçerliliğini korudu ve 1980'lerden sonra "Kürtlerin aslında dağlarda yaşayan Türkler oldukları" sloganı resmi tarih tezi olarak ortaya atıldı.
Bütün bu 80 yıllık Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarihselliği içinde Kürtlerin sadece ulus-devlet inşası politikaları çerçevesinde kendilerine yer bulmaları bir bakıma yakın tarihimizin özgürce araştırılamamış ve yazılamamış olmasından kaynaklanmaktadır. Bu aslında bugün Güneydoğu sorunu olarak karşımıza çıkan durumun ötesinde bir bütün olarak Türkiye'nin sorunudur. Özgür bir şekilde araştırılamayan ve yazılamayan 80 yıllık bir yakın geçmiş olunca haliyle ortaya alternatif tarih yazım ve anlatımları çıkmıştır. Yakın tarihimize yönelik araştırmaların yapılacağı arşivler tam anlamıyla araştırmacılara açık değildir. Bu durum beraberinde bir gizem ve doğru olmayan, hurafelerden oluşan pragmatist tarih yazımlarını getirmiştir. 20. yüzyılda pek çok yerde görebileceğimiz gibi Türkiye'de de uzun yıllar "tarih" ulus-devlet inşasının ve Kemalist ideolojinin bir aracı olarak kullanılmıştır.
3) Kürt sorununun yakın geçmişteki tarihselliği: 1980'lerden günümüze gelinceye kadar PKK ve Öcalan etrafında bir kişi kültü oluşturulduğu ve 1999'da Öcalan'ın yakalanması sonrasındaki sürecin de bu duruma katkı yaptığı açıktır. Genel olarak Doğu toplumlarında görülen bir özellik olmakla birlikte, bölgedeki toplumsal yapının da bir realitesi olarak, tarih boyunca kişi kültünün önemli olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Özellikle yüzyıllardır aşiret yapılanması içinde bir toplumsal düzeneğe sahip olmuş veya aşiret reisleri ya da tarikat şeyhleri gibi liderler etrafında bir birliktelik oluşturarak üst kimlik tanımlaması yapmış toplumda, örgütlü çalışma başta olmak üzere değişik etkenlerin yardımıyla Öcalan mitinin oluşturulması söz konusu olmuştur.
Öcalan mitinin oluşmasını etkileyen bir diğer önemli faktör de Öcalan adının duyulmaya başlandığı tarihlerden bugüne 40 yaş altı yeni bir kuşağın yetişmiş olmasıdır. Yani PKK ve Öcalan bu uzun zaman sürecinde kendi tarihselliğini oluşturmuştur. Bugün, Öcalan isminin 15-25 yaş aralığında olan ve bölgede yaşayan insanlar için ne ifade ettiği önemlidir. Tarihte kişiler üzerine kurulu bütün efsaneler bu şekilde ortaya çıkmıştır. Bu genç kitlenin eğitim düzeyinin düşük olması, indoktrinasyon faaliyetlerini kolaylaştırmakta ve kişi kültü etrafında oluşturulan hurafelere inancı kuvvetlendirmektedir.
Burada pek çok faktör birleşmektedir. Marksist-Leninist bir ideolojiye bağlı olduğu bilinen Öcalan'ın, feodal-dini bir sosyal yapıya sahip toplumun bireylerinden ilgi görmesinin nedenlerinden biri, bölge toplumunun dini dinamiklerini ayakta tutan geleneksel kişi kurum ve kuruluşlarının, uygulanan ulusal ve bölgesel laiklik politikaları sonucu etkisizleştirilmesidir. Kendi doğal ortamı içinde bir yaşam düzeneği oluşturmuş bir toplumsal yapıda, toplum mühendisliği yaparak büyük değişiklikler yapılmasının negatif sonuçları bugün karşımıza "Kürt sorunu" olarak çıkmaktadır. Sonradan yukarıdan-aşağıya devlet eliyle alınan tedbirler yüzeysel kalmakta ve tepki çekmektedir. Özellikle din olgusu ve din adamları kullanılarak devlet eliyle yapılmak istenen toplum mühendisliği şeklindeki uygulamalar dinî yaşantısında hassas ve doğal olan bölge halkında aksi tesir yapmaktadır.
Kürtler gibi tarih sahnesinde büyük siyasal yapılar meydana getiremeden, yaşadıkları topraklarda varlıklarını sürdürmüş toplumların temel sorunsalı "kimlik" olarak ortaya çıkmaktadır. Dünyayı küçük bir köy haline getirdiğini düşündüğümüz günümüzdeki "globalleşme" olgusu beraberinde yerelin ve kimlik tanımlamasının önem kazanmasını getirmiştir. Bugün "Kürt sorunu" olarak karşımıza çıkan olayların temelinde bazı grupların bir kimlik oluşturma çabası vardır ve bu kimlik inşasına yapılan vurgunun ihtiyaç duyduğu araçlar 30-35 yıllık PKK/Öcalan tarihselliğinde aranmaktadır.
Hemen her toplumda kimlik oluşumu dil, tarih ve kültür varlıkları üzerinden yapılır. Bu noktada özellikle entelektüellere büyük rol düşmektedir. Ancak günümüz Kürt kimlik inşasında Kürt siyasetçi ve entelektüellerin yazdıkları ve söyledikleriyle dil tarih ve kültür değerleri yerine, PKK/Öcalan vurgusu üzerinde durmaları ilginçtir. Zaman içinde kendini bu tarihsellikte önemli kılmak isteyen örgütün bir "terör örgütü" olduğu da düşünüldüğünde, uygulanan çeşitli baskılar sonucu toplum ve entelektüeller buna zorlanmaktadır. Bölgedeki halka oranla büyük şehirlerin göç ile oluşan mahallelerinde PKK/Öcalan hassasiyetinin fazla olmasının temelinde de örgütün bilinçli indoktrinasyon faaliyetlerinin etkisi söz konusudur.
Sonuç olarak; bölgeye yönelik tanımlayıcı ve oryantalist politika, yaklaşım, değerlendirme ve söylemlerden kaçınılmalıdır. Türkiye genelinde bağımsız ve özgürce fikirlerini ifade edebilen ve hem içe hem dışa dönük gerekli tenkit ve eleştirileri yapabilen entelektüellerin ön plana çıkması sağlanmalıdır. Örgüt ve devlet baskısı kaldırılmalıdır. Globalleşen ve ortak kültüre doğru yol alan bir dünyada yeni kuşakların "farklılıkları zenginlik" olarak görmeye daha hazır oldukları ortadadır.
ZAMAN