Kolay mücadeleler, kolayca da sönüverir
Kolay mücadeleler, saman alevi gibi kolayca da sönüverir…
Haksöz haberden Selahaddin E. Çakırgil’in yazısı: Önce Tunus ve Mısır’da ve sonra Yemen’de, Cezayir’de devam eden gösteriler ve de Sûdan, Suriye, Irak ve Fas’ta da beklenenler nicelerimizde büyük bir heyecan uyandırdı.. Ama, emperyalist odakların bize yansıttığıyla sınırlı kalıyor bu heyecanlarımız, ilgi ve bilgilerimiz.. Nitekim, Amerikan emperyalizmiyle çok sıkı ilişkiler içinde olduğu Suûdî ve Fas ve de son zamanlarda emperyalist dünyaya iyice eklemlenen Libya rejimi ile ilgili olarak hemen hiç bir temenni bile dile getirilemedi.. Ve Mısır dışındaki ülkelerde ortaya çıkan gösterilerin çok fazla bir ‘geniş tabanlı bir halk hareketi’ne döndüğü söylenemez.. Bu bakımdan nicelerimizde bir hayal kırıklığı da meydana geldi.. Ve belki de, kendi ülkemizde yapamadıklarımızın, başka ülkelerde gerçekleşmesini beklediğimizden doğdu bu hayal kırıklığı.. Hele de şu son yüzyılımıza bakacak olursak, ne güzel hayallerle ne güzel mücadeleler verildi, müslüman coğrafyalarında.. Ve onların hemen herbirisinin sonu husran oldu.. Buna rağmen, özellikle yeni nesiller, yeni bir heyecanı derinden yaşamanın hayaliyle bile mest oldular.. Kuzey Afrika’dan Afganistan’a kadar uzanan coğrafyalarda.. Ama, geldiğimiz nokta ortadadır. Mısır’da ise.. : Bu ülkenin dünya tarihindeki geçmişi, jeo-politik ve stratejik durumu ve bugünkü konumu itibariyle bütün dünyayı ilgilendiren bir mahiyet kazandı ve beklenmiyen bir geniş tabanlı halk hareketine dönüştü; öyle bir tabanın olduğu anlaşıldı.. Düne kadar, ‘Biz adam olmayız, bizim toplumumuz hep uyuyan bir toplumuz, firavunlardan beri hep başeğmeyi temel prensip edinmişiz..’ diyen Mısır’lıların pekçoğu bile, bugün, kendilerine gelmiş durumdalar ve ‘biz de yapabilirmişiz..’ diyorlar.. Ama, bazılarımız yine de hemencecik ‘bir şeyler oluverse..’ beklentisindeler.. Sosyal hadiselerde eğer, halk tabanı varsa, mücadelenin sürekliliği ihtimali daha bir güçlenir.. Kolay mücadeleler ise, saman alevi gibi kolayca da sönüverir.. Mısır rejiminin sistem olarak bir diktatörlük olduğu izahtan vârestedir.. Ancak, 1952’den bu zamana, Nâsır’ın 17 yıllık, ve o öldüğünde yerine geçen yardımcısı Enver Sedat’ın 11 yıllık ve onun 6 Ekim 1981’de öldürülmesinden sonra da, yerine geçen yardımcısı Husnî Mubarek’in 30 yıllık yönetiminde, temelde hep aynı kadrolar ve ideolojik çizginin tahakkümü sözkonusu.. Hiç de küçümsenmemesi gereken bir zaman dilimi.. Yani, Türkiye’deki kemalist kadroların 90 yıla yaklaşan tahakkümünü hatırlatan bir durum.. Mısır’da, bu 60 yıllık diktatörlüğün, hattâ diktatörlükle bile suçlanamıyacak kadar en yumuşak uygulayıcısı herhalde Mubarek dönemi idi. Çünkü, o, kazı bağırtmadan yoluyordu.. Ve bazılarına göre ise, merhum Khâlid İslambulî’nin Enver Sedat’ı öldürürken, bir sandalyenin altında gizlenmeye çalışan Mubarek’e, ‘Korkma, seni öldürmeyeceğim, senin için fetvâ almadım..’ demesinin ve ölümle burun buruna gelmesi etkili olmuştur.. Bu tesbit de yanlış sayılmayabilir.. Gerçekten de, Mubarek, 30 yıllık iktidarında, müslüman kitleleri ayağa kaldıracak sert uygulamalardan olabildiğince kaçındı.. Çünkü, Khâlid İslambulî, her ne kadar İkhvan-ul’Muslimîyn /Müslüman Kardeşler’den de daha net İslamî talebleri olan bir cemaate mensub idi ve müslüman kitleleri tahrik edecek açık bir saldırıdan kaçınmak gerektiğini Mubarek, kendi hayatındaki o saldırı ânı ile bizzat yaşamıştı.. Ama, bugünlerde, Husnî Mubarek’i diktatör olarak nitelemek eğilimine son birkaç hafta içinde giriveren bizdeki bazı medya mensubları, ülkemizdeki rejimin aslî ideolojisinin, nasıl bir 90 yıllık bir diktatörlük olduğunu görmezlikten geliyorlar.. Halbuki, Türkiye’deki kemalist-laik rejimin benzeri bir diktatörlüğü, müslüman coğrafyalardan hiçbirisinde, toplumu bu derece derinden etkileyecek şekilde tatbik eden bir başka örnek olmamıştır.. Dahası, Mısır rejimi -ve müslüman coğrafyalarındaki diğer rejimler- bugün gidiverse, yeni gelecek iktidar sahiblerinin ‘ilke ve devrimlerine bağlılık yemini’ edecekleri bir ikinci diktatör ve diktatörlük örneği yoktur. Yani, Mısır’daki rejimin muhalifleri bu noktada, Türkiye’dekilerden daha avantajlı durumdadırlar.. Böyleyken, Türkiye’nin örnek gösterilmesinden mest olan niceleri, Türkiye’deki bu zaafı görmek istemiyorlar bir türlü.. * Mısır’daki mücadelenin, mesela bir Hâfız Esed Suriyesi’ndeki, bir Saddam Huseyn Irakı’ndaki veya Şah Pehlevî İranı’ndaki örneklerde olduğu gibi, çok kanlı geçmemesi, mücadeleyi elbette ki, daha yumuşak bir zeminde tutuyor , ama, bu durum, Mubarek’in elini de güçlendiriyor, onu direnmekte yüreklendiriyor ve C. Başkanı Yard. Omer Suleyman eliyle çözüm yolları aramaya yöneltiyor.. O da, Nâsır- Sedat, Mubarek üçlüsünün tahakkümünde geçen 60 yıldır ‘lanetli’ gibi görülen İkhvan-ul’Muslimiyn’i ilk kez müzakerelerde bulunmak üzere resmen muhatab kabul ediyor.. Gerçi, gelinen merhalede, ‘Ben çekilirim, ama, kaos çıkar..’ diye toplumu korkutmaya çalışan kendisini yine nimet olarak sunan Mubarek, B. Amerika ve Avrupa Birliği’nin üzerinden kesin olarak himaye kanatlarını çekmesiyle kenara konulabilir.. İİC. gazetelerinden Cumhûrî-i İslamî, 7 Şubat tarihli sayısında, Fas’ta yayınlanan El’Fecr gazetesinden naklen, Husnî Mubarek’in, Saddam’a yazdığı nasihat mektubunu yayınladı.. Amerika’nın 2003 yılı baharında, Irak’a saldırmasından önce, Saddam’a, arab geleneğine uygun olarak, Saddam’ın büyük oğlunun ismiyle, ‘Ebû Udey’ diye hitab eden Mubarek şunları yazmış: ‘Biraderim, iyi dinle.. Irak halkının ölümden kurtarılması açısından, şu an, senin istifa etmen için, en münasib zamandır.. Ve sen de istediğin ülkede yaşayabilirsin.. Ama, eğer tek bir mermi bile atılırsa, bu, hem Irak halkının yokolmasına yol açacaktır, hem de seni mülteci olarak kabul edecek kimseyi bulamıyacaksın.. Çünkü, Amerika karşısında ölüm ve hayat, zafer ve yenilgi sözkonusudur.. Bu nasihate kulak ver, Ebû Udey!’ Fas gazetesi, bu mektubu yayınladıktan sonra, Mubarek’e hitaben; ‘Bu nasihati şimdi, ey Ebû Cemal, iyi dinle diyerek kendin için tekrarla..’ diye bitirmiş.. Mubarek buna yaklaşmasa bile, artık uluslararası çevrelerden muhatab kabul edilmeyecek ve daha bir kuklaya dönecektir.. Nitekim, Tayyîb Erdoğan’ın diplomatik bir dille değil, bir müslümanın bir diğer müslümana yapabileceği bir nasihat havasında yaptığı tavsiyeye, ‘iç işlerimize burnunuzu sokmayın..’ mânasında karşılık veren Mısır rejimi, şimdi, Erdoğan’dan sonra, Obama ve Merkel’in dile getirdiği ap-açık diplomatik müdahalelere tepki veremiyor.. Ve Mısır istihbaratının uzuuun yıllardır şefliğini yapan ve CIA ve MOSSAD başta olmak emperyalist güç odaklarının güvenilir adamı olarak bilinen Omer Suleyman getirilebilir.. Böyle bir durumda, İkhvan’ın şimdiden müzakerelere katılmasıyla, Suleyman’la daha yumuşak bir geçiş yapılabileceği ihtimali de güçlenebilir.. Ve bu da, esasen, İkhvan’ın metoduna aykırı değildir.. Ama, bu durumu, ilk planda bir geri adım atıldığını düşünen ve bir şeylerin alınıp verilmesi için bir muamelenin başlaması olarak da görenler de haksız sayılmayabilirler.. Tabiatiyle, bu mücadele, daha başlangıçta müzakerelere girip, arkasından da muameleye dönüşürse, İkhvan’n yıpranması kaçınılmaz olabilir.. Şimdi, ‘Bu müzakerelerle kim kime tâviz verdi?’ suali henüz kesin cevabını bulamadı.. Evet, 60 yıl sonra, ‘İkhvan-ul Muslimiyn’e el uzatılıyor, ama, devlet tarafından muhatab kabul edilmekten tatmin olup, mücadele metodunda esasen uzlaşmacılığa ağırlık verdiği bilinen İkhvan’ın çok daha geri adım atabileceğini düşünenler de haksız sayılmamalıdır.. Nitekim, Hasan-ul’Bennâ’nın torunu olup hayatını İsviçre’de sürdüren bir müslüman akademisyen olan Târıq Ramazan, İkhvan’ın geri adım atması halinde, bu zamana kadar alınan mesafe ve avantajların da yitirileceğini belirtiyor.. Bu görüş çok yersiz de değildir.. Ancak, sıkıntı, onun bizzat mücadelenin içinde fiilen bulunmaması ve Mısır’da içinde bulunulan şartları gözönüne almamasından kaynaklanıyor.. Ama, İkhvan liderliği’nin de, göstericilerin tek güçlu örgütü konumunda olan İkhvan’ın toplumda bıkkınlık kazandırmamaya ağırlık verdiği de bir ayrı husus.. Çünkü, gösteriler, ne kadar az kanlı geçerse; göstericilerin de, ‘Mubarek düşene kadar buradayız..’ demelerine rağmen, toplumun yatışabileceği ve bugünkü güçlü durumun yitirebileceği endişesi de mevcud.. Târıq Ramazan bu arada, İkhvan’ın ülke yönetimi için net bir görüş ve planının olmadığını da söylüyor.. El’Pais isimli ispanyol gazetesinde 7 Şubat günü yayınlanan mülâkatında, ‘İkhvan, Suudî ile Tayyîb Erdoğan Türkiyesi arasında gidip geliyor, net bir görüşü yok, bu git-geller arasında her iki yöne de yaklaşan seçkin simâlar bulunuyor..’ diyordu.. * Türkiye gerçekten de ideal bir model midir? ’Türkiye’nin Mısır için bir model oluşturabileceği’ yönündeki yorumlar sürerken New York Times (NTY) gazetesi’nin 6 Şubat günü, bu konuya ilişkin analizinde Türkiye ve Erdoğan için övgü dolu bir makale yayınlaması da üzerinde ayrıca, dikkatle durulması gereken bir husus.. Halbuki, emperyalist dünyada, Türkiye’nin eksen kaymasına uğradığından yakınılıyordu, son haftalara kadar.. NTY’de Landon Thomas Jr. imzası ile yayımlanan “Türkiye örneğinde bazıları Mısır için bir yol haritası görüyor” başlıklı geniş analizde, “Mısır, kendini yeniden bulmaya çabalarken bölgede birçok uzman, bazı değerli dersler için Türkiye’ye bakabileceğini söylüyorlar” diyor ve özetle şu hususlara dikkati çekiyordu: ’İslam, demokrasi ve canlı bir ekonomiyi entegre etmek, şimdiye kadar Ortadoğu’daki reformcular için “adetâ imkansız bir hayal” idi.. Ve, bunu bölgede hiçbir ülke, Türkiye kadar başarma noktasına yaklaşmadı..’ NTY, ayrıca, Erdoğan’ın 4 ay sonra yapılacak seçimlerde, üçüncü defa seçileceğinin tahmin edildiğini, nüfusları eşit olmasına rağmen, Türkiye ekonomisinin Mısır’ınkinden 4 kat daha büyük olduğunu vurguluyordu.. Analizde Erdoğan’ın, yurt içinde geniş bir halk desteğiyle, yurt dışında ise artan etkinlikle ödüllendirildiği yorumunun da yapıldıktan sonra Mısır krizi ile ilgili olarak Obama’nın Erdoğan’ı altı gün içinde iki defa telefonla aradığına da işaret ediliyor ve Mısır’da ordunun, Müslüman Kardeşler’e yönelik tutumunun ülkenin siyasî geleceği açısından hayatî bir unsur oluşturacağını ileri süren NTY, “(Mısır’da Ordu) Türkiye’de olduğu gibi birbiriyle yarışan siyasî partilerin kurulmasını özendirebilir mi? Müslüman Kardeşler’in daha militan gruplarından çok ılımlı unsurlarının öne çıkmasını cesaretlendirebilir mi? Türkiye’nin bu cebhede daha direkt bir rolü olabilir. Erdoğan’ın, kendisini, Ortadoğu’da hâkim ve giderek yükselen İsrail karşıtı ses olarak sunmaya yönelik uzun ve başarılı kampanyası sonucu olarak partisi zaten Müslüman Kardeşler’le bağlar kurmuş durumda…” * Evet, emperyalist odakların görüşlerini dünyaya yansıtmaktaki bu etkili gazete, daha bir ay öncesine kadar, Türkiye’nin eksen kaymasına uğradığı ve laik değerlerden uzaklaştığından dem vururken, şimdi, Türkiye’yi ve Erdoğan’ı istemiye-istemiye tutunulacak bir güç merkezi olarak göstermeye çalışıyor.. Bu yorumlar, elbette ki,Türkiye’nin hele de başta Lozan Andlaşması olmak üzere, 1923’den bu yana, uluslararası hukuk adına, emperyalist dünyanın manyetik çekim alanı içinde olmasından ve ayrıca ordusu da, o dünyanın en etkin askerî saldırı gücünü temsil eden NATO’ya kayıdsız-şartsız bağlı oluşundan dolayı böyle dillendiriliyor, şimdi.. Yoksa, açıktır ki, bir ülkedeki durumun, bir diğer ülke için tıpatıp uygun bir örnek oluşturması düşünülemez.. Ayrıca, Erdoğan’ın da, emperyalist odaklardan kendisi için yükselen bu alkışları bir müslüman dikkat ve ferasetiyle değerlendireceği; en küçük bir karşı çıkışında, aynı emperyalist odakların kendisine hangi sıfatlarla saldırıp tuzaklar hazırlanması için teşviklerde bulunduğunu da unutmayacağı umulur.. Ama, Türkiye de, müslüman halkın eğilimlerine daha fazla kulak veren Erdoğan gibi ‘müslüman’ siyasetçilerin sâyesinde, dünya siyaset sahnesinde daha etkili duruma gelebilir ve yarınlarda, dünya müslümanlarının ve hele de Ortadoğu müslüman toplumlarının etkinliği daha bir artabilir ve yarınlarda, uluslararası satranç tablosunda, devreye yeni imkanlarla karşılaşılabilir.. Şu hususu bir daha hatırlamalıyız ki, Mısır’da müslüman halkın önünde yığınla şeytanî tuzaklar, entrikalar vardır ve problemlerin birkaç gösteriyle halledilivereceği, çözüme kavuşacağı sanılmamalıdır.. Bir rüzgar ile gelen, bir başka rüzgarla gidiverir.. Unutulmasın ki, İran’da da Şah Pehlevî 32 sene öncelerde bugünlerde, 100 binden fazla insanı öldürerek, son âna kadar direnmiş ve ancaka ondan sonra kaçmak zorunda kalmıştı… Haköz haber/ Selahaddin E. Çakırgil