İstibdat ve Hürriyet
"İstibdat zorbalıktır ve keyfî muameledir. Bir tek kişinin sözüne dayandığı için güç ve kuvvete dayalı bir cebirdir. Dolayısıyla sû-i istimâlâta gâyet müsâit bir zemin olup zulmün temeli ve insaniyetin yok edicisidir."
İstibdadın sadece son zamanlardaki Osmanlı saltanat yönetimine mahsus bir özellik olduğunu düşünmek yanlıştır. Çünkü Osmanlının yıkılmasından sonra istibdat muhtelif isimler altında, vatandaşları belli zümrelerin tahakkümün altında ezdirmiştir. Günümüzde bile, sırtını kanunlara dayayarak cebir yoluyla şahsi görüşlerini dikte ettiren ve herkesin bu görüşü benimsemesini sağlamaya çalışan, bu görüşü kabul etmeyenleri de cebren ve baskı yoluyla susturarak onları imhaya çalışan müstebit zümreler az değildir. Bediüzzaman istibdadın özelliklerini anlatırken devamla şöyle diyor:
"İnsanı sefalet derelerinin esfel-i safilinine yuvarlandıran ve İslam dünyasını zillet ve sefalete düşüren, bununla beraber düşmanlıkları ve husumeti ve uyandıran, hatta İslamiyeti zehirleyen, bunun sonucunda, Mûtezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâlet fırkalarını doğuran istibdattır. Evet, taklidin pederi ve siyasî istibdadın çocuğu olan ilmî istibdat Cebriye, Râfıziye ve Mutezile gibi İslâmiyeti karmakarışık hale getiren fırkaları doğurmuştur."
Bu ifadelerden anlaşılıyor ki, istibdat, sadece insanın kişiliğini yok etmekle ve insanlar arasında düşmanlıkları körüklemekle kalmıyor, aynı zamanda Müslümanları zillet ve sefalete düşüren, koca bir din olan İslamiyeti bile anlaşılmaz hale sokarak her şeyi zehirlemek istidadında olan çok kötü bir idaredir. Hatta Müslümanları birbirine düşüren itikadî ve siyasî fırkalar bile Müslümanlar tarafından beslenen ilmî istibdat yüzünden ortaya çıkmışlardır.
Bir ferdin kabahatini bir kuruma mal etmek veya bazı şahısların menfi hareketlerini tüm topluma yüklemek genellikle iyi niyetli olmayan bahanecilerin sığındıkları bir limandır. Bediüzzaman özgürlüklerin teminatı olarak kabul ettiği meşrutiyeti (demokrasiyi) anlatırken, hükümet memurlarının bazı hareketleri sebebiyle meşrutiyetin yanlış anlaşılmaması gerektiğine dikkat çekerek özetle şöyle der:
"Bazı memurların fiilleri sebebiyle sizin tarafınızdan yanlış anlaşılan meşrutiyeti değil, hükümetin asıl maksadı olan ve şer'î ahlaka uygun olan meşrutiyeti size anlatacağım. İşte, meşrûtiyet ???? ??? ??? (Ve işlerde onlarla istişare et.) , (???? ???? ???? Onların aralarındaki işleri istişare iledir.) âyet-i kerîmelerinin tecellîsidir. Meşrutiyet meşveret-i şer'iyedir. O nurlu varlığın hayatı kuvvet değil haktır. Kalbi marifet, lisanı muhabbet; aklı ise şahıs değil kanundur.""
Bediüzzaman burada iki ayete dayanarak, sırtını kanuna dayayıp bir tek şahsın görüşünü topluma dayatmak yerine halkın ve çoğunluğun görüşüne dayanan demokrasinin Allah'ın iradesine daha uygun olduğunu vurguluyor. Çünkü demokrasinin hareket noktası güç değil hukuktur. Kanun demokrasilerin aklı mesabesindedir. Zira kanun herkese eşit uygulanması şartıyla toplum için gereklidir. Daha sonra özetle şöyle diyor:
"Evet, demokrasi milletin hâkimiyeti demektir ve bütün kavimlerin mutluluk sebebidir. Çünkü demokrasi insanda bulunan bütün yüce hisleri ve arzuları uyandıran bir özelliğe sahiptir. Artık uyku zamanı değil; siz de uyanınız. İstibdat insanı hayvanlık derekesine indirirken demokrasi insanı hayvanlıktan kurtarıyor. Artık herkesin insan gibi yaşama hakkı vardır. Demokrasi, herkesin müdahalesiyle ince bir tel gibi her tarafa çekilebilen istibdadın tek kişilik düşüncesi yerine, bir elmas kılıç hükmünde olan kamuoyunu getirir. Demokrasi herkesi bir padişah yaptığı gibi, bütün âlem-i İslam'ı da bir tek aşiret gibi birbirine bağlar."
Bediüzzaman Münazarat adlı eserinin başka bir yerinde istibdadın, insanî meziyetleri yok ettiğini, insanları adeta hayvanlara dönüştürdüğünü, esasen istibdadın hayvanlıktan gelme bir geleneğe dayandığını kurt ve koyun örneğini vererek dramatik bir ifade ile dile getirir. Özetle şöyle der: "Evet, müstebit bir kurt çaresiz bir koyunu parça parça etmek istediği gibi, her zaman güçlü hayvanların zayıf hayvanları ezmeleri, hayvanlığın temel kuralıdır."
Bediüzaman'a gelen sorulardan bazıları da demokrasinin getireceği hürriyetin yol açtığı endişelerle ilgilidir. Onlar: "Bize anlatıldığına göre hürriyet her şeyi yapabilmek demektir. Hatta insan başkasına zarar vermemek şartıyla her ne rezalet işlerse serbesttir" diyorlardı. Bediüzzaman ise, özgürlük ortamı sağlayan demokrasilerde her zaman su-i istimale açık bir konu olan bu hassas noktaya şu ifadelerle açıklık getiriyor: "Öyleleri hürriyeti değil, belki sefahet ve rezaletlerini ilân ediyorlar ve çocuk bahanesi gibi hezeyan ediyorlar. Zira nazenin hürriyet, âdâb-ı şeriatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lâzımdır. Yoksa sefahet ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir. Belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır. Nefs-i emmâreye esir olmaktır. Hürriyet-i umumî, efrâdın zerrât-ı hürriyâtının muhassalıdır. Hürriyetin şeni odur ki, ne nefsine, ne gayrıya zararı dokunmasın."
Bediüzzaman'ın anlayışına göre kendine veya başkasına zarar veren bir özgürlük anlayışı demokrasilerde kabul edilmemelidir. Fakat maalesef günümüz batı demokrasileri, insanı nefsine esir yapan bir özgürlük anlayışını öngörmektedir. Hatırlanacağı gibi, 2004 yılında Türk Ceza Kanununda bir değişiklik yapılacağı sırada, "eşleri rencide eden zinanın bir suç olarak maddeleştirilmesi" tasarıda yer almıştı. Ancak bütün batılı ülkeler bu maddenin kanunda yer laması halinde Türkiye'nin AB'ye girmesinin mümkün olamayacağını dile getirmişler ve madde bu haliyle tasarıdan çıkarılmıştı.
Bence Batı alemi ile olan dostluğumuzun ne amaçla kurgulanmış olduğunu iyi düşünmeliyiz, hatta bu dostluğu yeniden gözden geçirmeliyiz.