IRKÇILIK BELASI

IRKÇILIK BELASI

Irkçılık denen bela insanın benliğini kötü kullanmasından kaynaklanan manevi bir hastalıktır. Allah, bize benlik vermiş ve sınır koymamıştır. Amaç, bu benliği ölçü yaparak Allah’ı sıfatlarıyla tanımaya çalışmamızdır. Şöyle düşüneceğiz: “Ben bu evimi yapabildim ve bu evin sahibiyim. Deme ki, uçsuz-bucaksız kâinatı yaratan ve ona sahip çıkan Allah’tır.” İnsanın kendi nefsine bakarak varlık hakkında verdiği bu karar son derece makul hükümdür. Fakat benliğimiz, Allah’ı tanımak ve tanımamak arasında serbest bırakılmıştır. Sonuçlarına katlanmak suretiyle isteyen inanır, isteyen de inkâr eder.

Üstad Bediüzzaman, “Irkçılıkta menhûs [çok kötü ve uğursuz] bir lezzet vardır” der. Bir insan ırkçılık yapmaktan zevk almaya başladığı zaman inancı dâhil her şeyini bu zevke feda edebilir. Hatta inancını, inandığı ırkçılık teorilerine göre yeniden dizayn eder. Eğer inancı ona, yaptığı ırkçılığın haram olduğunu söylüyorsa inancına da saygısı kalmaz. Hatta inancı savunan herkese düşman olmaya başlar. Sonuçta dinini ekmek-peynir gibi ırkçılığına yediren bir insanla karşı karşıya kalırız.

Türkler ve Araplar Kürtlerden önce bu illete müptela oldular. Irkçılığı öne çıkaran Türkler bir cihan devletini yerle yeksan ettiler. Yemen ve Kuzey Afrika’da ordular besleyen bir devleti onda bir oranında küçülttüler. Araplar da ırkçılık yaparak kendi başlarına adam olacaklarını sanmışlardı; ama onlar da bir cihan devletini kaybedip kendi sıkıntılarıyla baş başa kaldılar. Dünyanın en zengin topraklarına sahip olan Araplar, o gün bugün, servetlerine bile sahip çıkamadılar. Avrupa kâfirleri ve Asya münafıkları onların servetleriyle zengin oldular da kendileri hala muhtaç durumdalar. Irkçılık yapan Türkler de Araplar da ne dinlerine sahip çıkabildiler, ne de dünyalarına…

Devleti yöneten ve “Ağabey” durumunda olan bir unsurun ırkçılık yapması daha da ayıptır. Bu yüzden Bediüzzaman ırkçılıkla ilgili risalesinde, “Ey Türk kardeş, bilhassa sen dikkat et” der. Bu ifade, diğer unsurların ırkçılık yapabilecekleri anlamına gelmez. Ancak yöneten ve ağabey durumunda olan unsurun daha dikkatli olması gerekir.

Sonunda Kürtler de bu illete bulaştılar. Daha doğrusu bulaştırıldılar. Onlar da  bu konuda  Türkleri ve Arapları örnek aldılar. Irkçılık yapan Kürtlerin din ile olan ilişkileri Türk ve Araplarınkine benzemiyor. Onlar din konusunda daha laik, daha rijit, daha liberal ve daha dünyevîdirler. Öyle hocalar var ki, dini tamamen kendi düşüncelerine göre yorumluyorlar. Kendi ırkçılık teorilerine hizmet etmeyen hiçbir dinî temeli kabul etmiyor ve rahatlıkla inkâr edebiliyorlar.

İşte ırkçılık böyle bir beladır. Irkçılık yapanlara sorsanız “Hayır, biz asla ırkçı değiliz” derler. Yani kimse bu illeti kendi üzerine almıyor. Ama bu illetin kalbî hastalıklara yol açtığını görüyoruz. Ayrıca ırkçı insanlar saçmalayacak kadar izandan uzaklaşırlar.

Konu hakkında merhûm ağabeyim Ahmet Hoca’dan bir anektot aktaracağım. Şöyle derdi:

Bir zaman Bolu’da Müftüler seminerindeydik. Seminerin bitiminde birbirilerini tanıyanlar yemekhane ve yatakhanede sohbet ediyorlardı. Bir gün sabahleyin, yatakhanede seminere gitmeye hazırlanırken iki müftünün sohbetine şahit oldum. Onlardan birisi Karadeniz şivesiyle konuşuyor: “Bak hocam; Âdem’in cenneten atılmasına sebep olan şeyin buğday olduğu söyleniyor.  Oysa ben bir kitapta okudum; Allah’ın Âdem’e ‘Yaklaşma’ dediği ağacın elma ağacı olduğunu yazıyor. Allah Âdem’e, ‘Alma oni, Alma oni’ dedi ve ağacın adı da ‘Elma’ oldi.” Onu dinleyen arkadaşı, “Hocam, desene Hz. Adem de Türk imiş” dedi. Ben de onları dinliyordum. Dedim ki: “Hocam, Sadece Hz. Âdem mi; bu öyküye göre Allah da Türk imiş” dedim.