İfade Özgürlüğü Adı Altında Kur’an-I Kerim’e Yapılan Hakaret

İfade Özgürlüğü Adı Altında Kur’an-I Kerim’e Yapılan Hakaret

Kuşkusuz, iki ayağı aksak olsa bile, Batı âleminin bugüne kadar bulabildiği en güzel idare etme şekli,  hukukun üstünlüğünü ve insan haklarına saygıyı esas alan demokrasidir. Batı dünyasının ideologları, buldukları bu idare şeklinin mükemmelliğini ve bundan daha iyi bir idare şeklinin bulunmadığını, her ortamda kıskançlıkla savunmuşlardır. Batılılar bununla da kalmayarak, yaklaşık yüz elli yıldan beri, aslında insan hakları ve özgürlükler konusunda kendilerinin çok çok önünde olan İslam dünyasına karşı adeta demokrasi ve insan hakları tezi ile meydan okumaya başlamışlardır.

 Günümüzde birçok İslâm âlimi ise,  bilim ve pragmatizmi esas alan, fakat nefis muhasebesini ve öldükten sonra dirilmeyi göz ardı eden, fuhşu ve dinde lakaytlığı terviç eden demokrasi rejimini bugüne kadar hep ihtiyatla karşıladılar. İslam âlimlerinin bu konudaki endişeleri, manevi ve ahlakî boyuttan uzak olan çağdaş demokrasiler hakkında daha fazladır. Çünkü çağdaş demokrasilerde, genel ahlak kurallarına aykırı olsa bile, bir ülke halkının çoğunluğu tarafından benimsenen birçok eylem ve talep, zamanla demokratik düzen tarafından meşru kabul edilebilir. Hatta bu talepleri gayri ahlaki bulan kesimler demokrasi düşmanı ilan edilirler. Başka bir deyimle, demokrasi ile idare edilen Batı ülkelerinde, genel ahlak kurallarına aykırı olan bazı hususlar (kürtaj ve ötenazi gibi), halkın çoğunluğu tarafından tasvip gördüğü zaman meşru bir kanun haline gelebiliyor.

Demokrasilerdeki ifade özgürlüğü o kadar kötüye kullanılabiliyor ki, iki milyar insanın inandığı ve mukaddes kabul ettiği bir dine, “ifade özgürlüğü” maskesi altında hakaret yapılabiliyor.

Peki, ifade özgürlüğünü esas alan demokrasi sorunlu bir rejim mi yoksa rejimi yönetenler mi sorunlu? Zaman zaman Avrupa başkentlerinde, özgürlükler adı altında Kur’an’a ve Hz. Peygamber’e (sav) yönelik hakaretler, yöneticiler tarafından tasvip gördüğüne bakılırsa sorun rejimde değil, yöneticilerdedir. Öncelikle şu hakikati ifade etmek gerekir: Batı toplumları özgürlükler rejimi olan demokrasiyle idare edilseler bile bütün yöneticilerin bilinçaltlarında bir İslam düşmanlığı, bir haçlı zihniyeti vardır. Nitekim dine ve mukaddesata yönelik saldırılar Batılı yöneticiler tarafından kovuşturmaya mahal bırakmayacak şekilde adeta alkışlanıyor ve failler “İfade özgürlüğü” adı altında serbest bırakılıyor.

İsveç’te demokrasi ve özgürlükler kılıfı altında Kur’an-ı Kerim’e karşı yapılan son hakaret, sadece mukaddes kitabımıza karşı yapılmış bir saygısızlık değil, bütün âlem-i İslam’a karşı yapılan bir küstahlıktır. İşte bu yüzden,  tarih boyunca İslam âlimlerinin ve dindar insanların, dine saygısız davranan demokratik yönetimlere karşı olan hassasiyetleri artarak devam etmektedir.  

Görüyoruz ki 20 yüzyılın düşünce hayatına damgasını vuran Bediüzzaman’ın her konuda olduğu gibi demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü ve özgürlükler konusunda da orta yolu tercih etmiş ve “Bir şey bütünüyle elde edilmezse bütünüyle terk edilmez” kuralını esas almıştır. Demokrasi anlamına gelen meşrutiyeti “Meşrutiyet-i meşru’a” (şeriata uygun meşrutiyet) kaydıyla benimseyen Bediüzzaman, demokrasi ve hukukun üstünlüğü adına kanunların üstünlüğünü, mutlak eşitlik adına da keyfî muameleyi ve zorbalığı dayatanlara karşı kendi konumunu özetle şöyle ifade eder:

 Evet, ben nesep ve yaşayış bakımından avam tabakasındanım. Meşrep ve fikir bakımından da hukuk önünde eşitlik mesleğini kabul edenlerdenim. Şefkat ve İslâmiyet’ten gelen sırr-ı adaletle, burjuva denilen havas tabakasının istibdat ve tahakkümlerine karşı eskiden beri muhalefetle çalışanlardanım. Onun için, bütün kuvvetimle herkes için adaletin lehindeyim; zulüm ve zorbalığın, tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim.[1]

Bediüzzaman bu sözleriyle, insan hakları ve özgürlükler kılıfı altında inançlara hakaret eden ve insanlara zulmeden sistemlere ve tahakkümcü hükümetlere karşı olduğunu ve herkes için adaletin ve hukukun üstünlüğü prensibinin yanında olduğunu ifade etmiştir. Ona göre demokrasi ve özgürlükler idaresinin şartları şunlardır: a) Fikir özgürlüğü, b) Herkesin hukuk önünde eşit olması; c) İstibdat ve tahakkümün olmaması… Kısacası Bediüzzaman eksikleri de olsa, insanın en temel hakkı olan ve insanı insan yapan özgürlüklere ve hukukun üstünlüğüne taraftarlık gösteren demokrasi anlamımdaki meşrutiyeti savunmuş, hatta meşrutiyetin ruhunun şeriattan geldiğini dile getirmiştir.

Nitekim “Bazıları, Meşrutiyet Şeriata muhaliftir, buna ne dersin?” şeklindeki bir soruya özetle şu cevabı veriyor: “Meşrutiyetin ruhu Şeriattan gelmedir; hayatı da Şeriattandır. Fakat zaruret sebebiyle teferruatta bazı farklılıklar olabilir. Kaldı ki, meşrutiyet döneminde meydana gelebilecek her (olumsuz) hadise,  ondan kaynaklanıyor anlamına gelmez. Üstelik yüzde yüz şeriata uygunluk arz eden bir şey var mı? Şunu söylemek mümkündür ki, meşrutiyet sayesinde su-i istimallerin birçok yolu kapatılmış olur. İstibdatta ise su-i istimallerin yolları açıktır.”

Bediüzzaman’ın da işaret ettiği gibi demokrasi, su-i istimalleri en aza indiren bir açıklık rejimidir. Onun dışındaki rejimler ise kapalı rejimlerdir. Denilebilir ki, inançlara saygısızlık, zulüm, İslam karşıtlığı, ırkçılık ve bunun gibi her türlü olumsuz nefret suçları rejimlerden değil, rejimleri keyfi eylemlerine alet yapan yöneticilerden kaynaklanıyor. Eğer demokratik idarenin başındaki yönetici tahakküm ve istibdat yanlısıysa o rejimin adı ne olursa olsun istibdattır.  Onun için İslam’da devlet adamları rejimden daha önemlidir.

Adaletleriyle dünyaya nam salan İslam halifeleri ve hükümdarları döneminde demokratik bir rejim yoktu ama ifade özgürlüğü vardı ve herkes adaletin önünde eşit haklara sahipti. Tarih boyunca böyle olduğu gibi, günümüzde de en iyi rejim dahi, kötü devlet adamlarının elinde çok berbat bir hale gelebilir. Ve özgürlükler ülkesi olduklarını iddia eden bazı ülke yöneticileri, “İfade özgürlüğü” ile “Hakaret” arasındaki çizgiyi fark etmeyecek kadar bağnaz olabiliyorlar. İsveç dışında bir örnek verecek olursak, İsrail devleti demokrasi rejimiyle idare edilmektedir. Ama Yahudi yöneticiler Filistinli Müslümanlara hiçbir hayat hakkı tanımıyorlar. Kuşkusuz 75 yıldan beridir süren bu zulmü bağnaz haçlılarınn desteğiyle sürdürebiliyorlar.

 Demokrasi rejimiyle övünen Amerika ve Avrupa kıtasında durum İsrail’dekinden farklı değildir. “İnsan hakları” diyorlar,  bakıyorsunuz, enerji kaynaklarının bulunduğu İslam coğrafyasında, petrol yollarının güvenliğini sağlamak için, 2001 yılından günümüze kadar en az 4 milyon Müslümanı katletmişlerdir. Bugüne kadar yaptıkları gibi, bundan sonra da en ufak menfaatleri için milyonlarca Müslümanın katlini göze alabilirler. “Özgürlükler” diyorlar, İslâm coğrafyasında, kendileriyle işbirliği yapan ve insan haklarına saygısız olan diktatörlerle çok iyi anlaşıyor ve onları destekliyorlar. Oralarda serbest seçimlerin yapılmasının kendi menfaatlerine ters olacağını bildikleri için diktatörlüğün devam etmesi için her türlü dalavereyi yapıyorlar.

Bakınız ABD’ye ve onun dünyadaki müttefiklerine… Eğer suç işleyen kişi, onların menfaat ilişkisi olduğu devletlerin vatandaşı ise, o suçluyu korurlar. Onu hiçbir zaman kanunlar önüne çıkarmazlar. Keza eğer suçlu, kendi siyasi emellerine hizmet eden bir ajansa on suçluyu her hâlükârda korurlar. 250 insanın ölümünden sorumlu tutulan Feto elebaşının hala ABD’de lüks bir hayat içinde yaşıyor olması bunun en açık örneğidir. Yine ABD, Mısır’da darbe yapan ve binlerce masum insanı öldüren Sisi’yi ve kendi vatandaşı olan bir gazeteciyi öldüren Suud’lu yetkiliyi hala koruyor. Bu konuda örnekler o kadar çok ki… Uzatmamak için kısa kesiyorum.

Demek sorun demokrasi idaresinde değil, demokrasiyi menfaatlerine alet eden yöneticilerdedir. Bu itibarla, Avrupa liderlerinin Kur’an-ı Kerim’e ve Hz. Peygamber’e (sav) yapılan hakaretleri “İfade özgürlüğü” maddesi altında mütalaa etmeleri bize, “Özrü kabahatinden büyük” darb-ı meselini hatırlatmaktadır.

 

[1]  Lem’alar, 174-175.