Hile, tehdid ve zor ile hükûmet edenlerden kim, 'hayır'la anılmıştır ki, siz de anılasınız!
Hile, tehdid ve zor ile hükûmet edenlerden kim, ’hayır’la anılmıştır ki, siz de anılasınız!
Haksöz Haberden Selahaddin E. Çakırgil yazdı:
Miladî- 2011 Ocak ayının ilk haftasında Tunus’ta başlayıp Gen. Zeyn-el’Âbidin bin Ali’nin 24 yıllık ve Mısır’da da 10 Şubat günü Gen. Husnî Mubarek’in 30 yıllık iktidarlarını sona erdiren halk patlamalarının Libya’da da benzer sonuçlar verebileceğini düşünenler, durumun hiç de öyle kolay olmadığını gördüler..
’Halk patlamaları’ diyoruz, çünkü, bu hareketlerin her üç ülkedeki görüntüsünde de, belli bir teşkilatın, güç odağının, siyasî grubun özel yönlendirmeleriyle ortaya çıkmış organize bir durum sözkonusu değildi.. Belki, ağır baskılar karşısında bir patlama meydana gelivermişti.. Gerçi, İkhvan-ul’Muslimiyn (Müslüman Kardeşler) Teşkilatı gibi örgütlerin bağlıları da bu gösterilerin içinde yer alıyorlardı; ama, onların bu katılımı, bir emir emri gereği olmayıp, sadece, ağır baskılara nihayet ’Hayır!’ diyebilen kitlelerinde içinde olmaları hasebiyleydi..
Ama, Libya’daki durumun Mısır ve Tunus’daki gibi kolay atlatılamayıp bir içsavaş merhalesine gelmesi diğer arab diyarlarındaki direnişlerin de, istenilen semereyi kolayca vermiyeceğinin işaretlerini oluşturdu..
Nitekim, Yemen ve Bahreyn ’halk patlamaları’ karşısında, bu diyarlardaki rejimler, Mısır ve Tunus’daki benzerlerinin başvurduğu iktidarlarını terketmek şeklindeki çözümü takib etmek yerine, Libya’daki 42 yıllık diktatörün, Gaddafî’nin yolunu izlemeyi tercih ettiklerini gösterdiler.. Halk kitlelerinin protestoları derinleşip yaygınlaştıkça, onların makamlarına, iktidarlarını sağlayan baskı güçlerine, silahlı güçlerine daha çok başvurmak şeklindeki eğilimleri daha bir arttı..
Yemen’deki 32 yıllık ’tek adam’ / Ali Abdullah Salih yönetimi, ayağının altındaki halının kaymakta olduğunu ihssettikçe, daha bir direniyor ve iktidarını korumak için, ülkenin yüce menfaatlerini korumak gibi yaldızlı laflara sığınarak yeni entrikalara tutunmaya çalışıyor..
Bahreyn Sultanı’nın kendi halkını bastırmakta yetersiz kalınca, kendi benzerleri olan komşularından yardım taleb etmesi ve Suûd ve Qatar gibi diktatörlük rejimlerinin silahlı güçlerinin gelip, Bahreyn halkını kanlı bir şekilde bastırması; Gaddafî’nin iktidarını korumak için, kendi halkına karşı savaş açmak çılgınlığını sergilemesinden ilham almış olsa gerek..
Çünkü, o rejimler de tıpkı Gaddafî ve ailesinin ve de kabilesinin tasallutundaki Libya’da olduğu gibi, bir iktidar değişikliği ihtimalini kendi iktidarlarının değil, ülkenin de yok olması mânâsında anladıklarından/ gösterdiklerinden ’ülkeyi, vatanı korumak’ adına her zorbalığa başvurmayı ve sahneden çekilmek gerekecekse, bu sonuca vuruşa-vuruşa varmayı göze alan bir yolu tercih ettiler..
Buna rağmen, bu ülkelerdeki arab halkları, Libya’daki direnişçilerin silahlı mücadele yolunu izlemediler.. Bu önemli bir fark.. Çünkü, Libya’da halk kitleleri, başkent Trablus / Tripoli dışındaki hemen bütün yerleşim merkezlerinde yönetime karşı ’patladığı’ anda, organize bir karar odağının olmaması yüzünden, kimin ne yaptığı belli olmadı ve bu itirazcı halk kitlelerinin, o şehirlerdeki askerî birliklerden, kışlalardan, depolardan ele geçirdikleri silahlara güvenerek, gösterilerini kısa zamanda silahlı mücadele şekline dönüştürmeleri gibi bir yol izlendi, Libya’da.. Gaddafî de bu duruma karşı elindeki güçlerce kan akıtmaya başlayınca, bir halk patlaması şeklinde başlamış olan hareket, yine de sivil bir protesto ve direniş seviyesinde kalabilecekken, bir iş-savaş merhalesine geçmiş oldu ve bu durum da, emperyalist güç odaklarına, bu iç-savaş’a, BM. Güvenlik Konseyi adına müdahalede bulunmak fırsatını sundu.. Ve, Gaddafî’nin kendi halkına, sivil insanlara, silahla karşılık vermesinin kabul edilemezliği anlayışına dayanarak, emperyalistler, zâhiren hayırhah bir karar ile, devreye girmenin uluslararası hukuk açısından yolunu açtı.. Libya’da bugün her iki taraf da şaşkınlık ve çaresizlik içinde çırpınıp birbirlerinin kanını dökerken, emperyalist odaklar da, kıyasıya çarpışan bu tarafları ayırmak adına, Libya’yı baştan başa tam bir yıkıma uğratmaktalar..
’BEŞŞAR, ÜLKENİ ESİR TUTTUĞUN HALK İLE Mİ KURTARACAKSIN; HÜR BİR HALKLA MI? VE HALKIN BABANI KORKU VE NEFRETLE ANARKEN, SANA NİYE SEVGİ BESLİYOR, DÜŞÜNDÜN MÜ?’
Bu gelişmeler olurken, Suriye’de de gerçekleşen ve yüzlerce insanın hayatını kaybetmesiyle gelişen ve buna rağmen, halk kitlelerinin rejim güçleri karşısında silaha sarılmak gibi bir yola başvurmadığı ’halk patlaması’ karşısında, Suriye rejiminin, Beşşar Esed rejiminin nasıl bir yol izleyeceği merakla bekleniyordu..
Merakla beklenmesi, 1970 yılından beri Esed Ailesinin ve ülke nüfusunun yüzde 10’unu teşkil eden Nusayrî azlığının elindeki iktidarın başında, son 11 yıldır bulunan Beşşar Esed’in, babası Hâfız Esed gibi kanlı bir hükûmet etme anlayışının olmadığı şeklindeki genel kanaat yüzündendi..
Bu beklentide, Beşşar Esed’in kendisiyle çok sıcak ilişkiler kurduğu Tayyîb Erdoğan’ın tavsiyelerinin de etkili olacağı tahmin ediliyordu.. Esasen, Tayyîb Erdoğan da, Beşşar Esed’e, halkının taleblerine kulak vermesi ve yapması gereken reformlar için tavsiyelerde bulunduğunu gizlemiyordu.. Hattâ, Beşşar Esed adına sözcülerince yapılan açıklamaların yeterli olmadığını, bizzat kendisinin halkına hitab etmesi yolunda tavsiyelerde bulunduğunu bile açıkça beyan ediyordu Erdoğan..
Ve bu şartlar altında, Beşşar Esed’in 31 Mart günü bir konuşma yapacağı açıklanınca..
Hem Suriye, hem arab ve hem de dünya kamuoyunca büyük beklentiler oluştu..
Ama, o gün gelip de Beşşar Esed, Baas Partisi’nin elinde bulunan Suriye Meclisi’nde konuşma yapınca.. Dağ fare doğurdu.. Beşşar’ın beklenenen konuşması, beklenmeyen şekildeydi..
Çünkü, o kadar yüksek beklentilerin hemen herbirisine karşı Beşşar Esed, olabildiğince bir mülayemet içinde, ama, ’gerekirse, savaş da dahil, her türlü sert kakarşılıkların de verilebileceği’nin, babasının izlediği yolu devam ettirilebileceğinin işaretlerini veriyordu.
Gerçi, kabul etmek gerekir ki, Beşşar Esed, kendi rejimi açısından normal olanı söyledi.. Anormal olan, beklentilerdi.. Ama, yine de, akl-ı selim içinde hareket edebileceği, halkına sopa göstermiyeceği umulabilirdi..
Lakin, böyle olmadı ve bu ülkenin yönetiminde 48 yıldır var olan sıkıyönetim uygulamasının kaldırılabileceğine dair hiç bir işaret bile vermedi, Beşşar..
Beşşar Esed, Suriye'nin "büyük bir komplo" ile karşı karşıya olduğunu söylüyor ve "Bu, birliğimizi sınamak için istisnaî bir andır" ifadesini kullanıyordu; zaman zaman hamâsî bir dil de kullanarak..
Elbette, siyonist İsrail rejimi ile, barış andlaşması yapmamış, kendisinin buğday ve su ambarı durumundaki Golan Tepeleri’ni Haziran-1967’deki ’6 Gün Savaşı’ndan beri işgali altında bulunduran bu rejimle her an yeniden patlayabilecek bir savaşın beklentisinde olan ve başkenti Şam / Dimeşq/ Damascus’un, ’düşman İsrail’in sınırlarından sadece 50 km. kadar uzakta olduğu Suriye gibi bir ülke için, bu son karışıklıklar içinde bir ’uluslararası komplo’nun olmadığını söylemek yanlış olur..
Ama, böyle bir ihtimali ve korkutucu unsuru göstererek, bir halkı‚ ’seni ve ülkemizi düşmandan koruyorum’ gibi bir gerekçeyle, ’demir kafes’ içinde, esir tutmanın ve bir mantığı yoktur..
Konuşmasında "Üç konuyu, toplumdaki farklılıkları, reformu ve halkın günlük ihtiyaçlarını birbirine karıştırdılar" diyen Esed, devlet kurumlarına sabotajlarda bulunulmasıyla reform talebleri arasında bir bağlantı kuramadıklarını kaydederken de, "Uydu kanalları komploya katılıyor" derken de, haksız sayılmazdı..
Kezâ, ’Hedefin İsrail'in hedefine uygun olarak Suriye'yi bölmek, bir ulus olarak devamına son vermek olduğunu’ belirtirken de haklıydı, Esed..
"Bana danışmanlarım, ayrıntıya girme dediler, ama, genel konuşmayıp, ayrıntılara da girmek istiyorum" diyen ve böylece muhatabı olan halkla daha yakın ve güven verici bir bağ kurabileceğini düşünen Esed’in, Dera şehri ve diğer yerlerde meydana gelen ve de onlarca insanın ölümüyle sonuçlanan karışıklıklarla ilgili olarak, ’uydu kanalları ve internette, gösterilerden önce bir hareket başladığı ve "tahrif edilmiş fotoğraflar kullanıldığı, mezhebler arası tahrike dönük SMS mesajlarına başvurulduğu" yönündeki sözleri de doğru olabilir..
Ama, bütün bunlar, bir halkı cendere içinde, demir kafesler içinde tutmak için bir bahane olabilir mi? Yanıbaşındaki bir düşmanın her türlü komplolarına karşı, bir küçük azlığın tek başına savunma tedbirleri aldığı bir yönetim mekanizması, bir baskıcı rejim yerine; kendi iradesinin ülkesinin yönetimine yansıdığını gören hür bir halkın iradesinin ve uyanıklığının mı, o düşman karşısındaki daha etkin bir savunma ve direnç oluşturacağı düşünülmeli değil miydi?
Evet, Suriye’yle ilgili yorumlar yaparken, diğer arab rejimlerinden çok daha temkinli olmak gerektiği açık.. Çünkü, siyonist İsrail rejimiyle, savaş durumunu henüz de bitirmemiş tek komşu-arab rejimi durumundadır, Suriye..
Ve amma, Beşşar Esed, babasından tevarüs etmiş olabileceği baskıcı yöntemlerin işe yaramıyacağını, unutmamalıdır.. Unutmamalıdır ki, bugün Suriye halkı son 10 yıldır Beşşar’a, babası Hâfız Esed’e olduğu gibi korkuyla, nefretle değil, muhabbetle, sevgiyle yaklaşıyorsa; bu, onun, babasının sert, katı diktatörlük yönteminden uzak bir görünüm vermesi yüzündendir..
Beşşar Esed ise, bu noktada, sadece, "Reformlar konusunda geciktik" itirafında bulunarak durumu geçiştirmeye çalışıyor ve bu gecikmeyi de, ’ülkede kaos çıkarılmaya çalışılması’yla izah etmeye kalkışıyor..
Beşşar Esed, 2005 yılında karar verilen reformların hayata geçirilmesi konusunda geç kalındığını, ancak önceliklerin değiştiğini dile getirdiği konuşmasında, "Devlet reform vaadinde bulundu, ama evet yerine getiremedi. 11 Eylûl 2001 Hadisesi’nden sonra müslümanlara, arablara, Suriye'ye yönelik suçlamalar vardı. Afganistan'ın, Irak'ın işgali, komplolar... Bunlara ekonomimizi zora sokan 4 yıllık kuraklık da eklendi. Bu süreçte önceliklerimiz değişti, reformları ertelemek zorunda kaldık. Önce yapmamız gerekenleri yaptık, önceliğimiz istikrardır. İkinci önceliğimiz, gündelik hayatı daha iyi hale getirmektir. Reformların sonuçları daha geç bir merhalede ortaya çıkacaktır, hemen sonuç alamayabiliriz..’ derken, yanlış şeyler söylüyor denilemez...
Bunlar doğru olabilir, ama, Beşşar Esed bilmelidir ki, eğer Tayyîb Erdoğan yerine bir yönetici olsaydı, Türkiye’de, son 8 sene içinde, başta terör olmak ve komşularla ilişkiler konusunda karşılaşılan, ortaya çıkan gerilimlerin, ülke içinde bir kaosa dönüştürülmesi ihtimali ile, nice sıkıyönetim uygulamaları ve diğer sert yöntemler denenip durulurdu.. Ama, bugün yakın dostu Erdoğan, ona tavsiyelerde bulunurken, Türkiye’de de benzer sıkıntıların olduğunu bilerek ve amma, o sert yöntemlerin işe yaramıyacağını da zımnen izah etmiş oluyordu..
Kaldı ki, geçmişte, Suriye’nin kuzeyinde, 400 yıl birlikte yaşamış ve birbirine kaynaşmış kardeş halklara sahib olmalarına rağmen, emperyalistlerin entrikaları ve her iki taraftaki türkçü-kemalist-laik veya arabçı- baasist rejimlerin bu emperyalist oltasına takılmaları yüzünden, 80 yıldır kocaman bir düşman durumunda olan Türkiye, bugün yanıbaşında, en yakın ve sıcak ilişkiler içinde olan bir ülke durumuna gelmiştir.. Esed, bu avantajı iyi kullanabilir, kullanmalıdır..
Yoksa, kendi iktidarını tehdid edebilecek muhtemel odaklar konusunda, Suriye gibi bir hassas konumu olan bir ülke ile ilgili olarak emperyalist-şeytanî odakların korkutma ve yanıltma çabaları ve entrikaları bitmez.. Nitekim, siyonist İsrail rejimi ve USA emperyalizmi, Suriye’deki gelişmeleri daha bir dikkatle izliyor ve hattâ, HAMAS ve Lübnan Hizbullahı ile sıkı bir dayanışma içinde olmasına rağmen, Beşşar Esed yönetiminin tercih edilebilir olduğuna dair görüşlere yayıyorlar.. Çünkü, Suriye’nin halkı içinden yükselmekte olan direniş, Libya’daki gibi tamamiyle organizesiz, örgütsüz değil.. Ve burada Mısır’dakine benzer, İkhvan-ul’Muslimîyn bağlısı veya sempatizanı olan, baskılar karşısında görünür bir faaliyeti yok sanılsa bile, gönül bağıyla sürdürülen güçlü bir manevî örgütlenme yapısına sahib büyük bir kitle vardır.. Ve amma, ne bu kitle, dünlerde olduğu gibi, sert yöntemlere başvurmayı düşünüyor ve ne de, özü itibariyle, kemalist-laikliğin arab versiyonu olan Baas ideolojisinin şekillendirdiği Baas Partisi tekelindeki Suriye rejimi, 1982’lerde Hama’da, Hâfız Esed’in çok kanlı bir şekilde gerçekleştirdiği korkunç yıkımı tekrarlaması halinde, netice alabilecektir..
Bu durumda, siyonist İsrail rejimi ve Amerikan emperyalizmi de, elbette öyle bir alternatifle karşılaşmaktansa, Beşşar Esed rejiminin sürmesini ister..
Libya Buhranı, müslüman halkların sadece bir takım iyiniyet söylemleriyle netice alamıyacaklarını ve emperyalistlerin binbir çeşit entrikalarının bütün müslüman coğrafyalarında tezgahlanabileceğini hepimize bir daha hatırlatmış olmalıdır..
Unutmayalım ki, Gaddafî’nin çılgın diktatörlüğüne karşı uluslararası hassasiyetleri de gözeterek bir siyaset takib etmek ihtiyacı duyan Tayyîb Erdoğan şimdi Bingazi halkının sevdiği bir lider değil artık.. Ve Bingazi’de kılınan Cuma namazı hutbelerinde suçlanıyor; namaz sonrasında onbinlerce insan, Erdoğan’ı, ellerinde Fransa bayrakları ve Sarkozy’ye teşekkür yazıları pankartlarla yollara dökülüp Erdoğan’ı suçlayabiliyorlar.. Onlara, karşı karşıya kalacakları katliâm korkusunun bunu yaptıracağını bir ay öncelerde söyleselerdi, kendileri bile inanmak istemezlerdi..
Bu bakımdan, hayalimizdeki bir takım ideal söylemlerimizi unutmadan, ama, ayağımızı da yerden kesmeden, dünyanın acı gerçekleriyle yüzleşmeyi hesaba katarak hareket etmek zorundayız..
*
FİLDİŞİ SAHİLİ, DÜŞÜNCE UFKUMUZUN GÖRÜŞ ALANINA NE ZAMAN GİRECEK?
Bu arada bir diğer konuya, Fildişi Sahili’ndeki kritik duruma da değinelim..
Fildişi Sahili, Orta Batı Afrika’nın Atlas Okyanusuna’na doğru uzanan büyük gövdesinin güneyinde, 325 bin km. karelik, oldukça zengin bir ülke.. Dünya kakao üretiminin yüzde 60’ndan fazlasını elinde bulunduruyor..
Siyasî başkenti olan Yamooussoukro’dan daha çok, ticarî başkenti Abidjan’la tanınıyor.. Eski bir fransız sömürgesi.. Resmî dili de fransızca..
Nüfusunun 18-20 milyon kadar ve halkın yüzde 65’inden fazlasının da müslüman olduğu tahmin ediliyor.. Ama, ülkenin yönetimi bağımsızlık yıllarından beri hep hristiyanların elindeydi....
Ancaak, 28 Kasım 2010’da yapılan Başkanlık seçimlerinde, daha fakir kesimlerin, (müslümanların) adayı olan Alasaane Outtara yüzde 60’ı bulan bir ekseriyetle kazandı.. Ama, bu neticeyi, 8 yıldır Başkan olan (hristiyan) Laurent Gbagbo ve ona bağlı olan ordu tanımadı.. Gbagbo, Başkanlık Sarayı’nı terketmedi ve aylardır devam eden çatışmalardan korunabilmek için, yüzbinlerce insan komşu ülkelere sığınmak zorunda kaldı..
Afrika Birliği ve BM. Güvenlik Konseyi, Outtara’yı resmen Başkan tanıdığı halde, Gbagbo direnmeyi sürdürdü. Fransa bile, eski sömürgesi olan bu ülkedeki duruma yabancı kalmamak için, Outtara’nın yanında yer aldı..
Meydana gelen çatışmalarda binlerce kişi öldüğü bu buhran, yeni bir merhaleye ulaştı ve son günlerde ve Alassane Outtara'ya bağlı müslüman halk güçleri, başkent Yamoussoukro'nun kontrolünü ele geçirdi..
Asıl çatışmaların Gbagbo ve Outtara'ya bağlı güçler arasında, ülkenin ticarî merkezi Abidjan'da yaşanması bekleniyor.
Şimdi asıl üzerinde durmamız gereken konu ise, şu: İslam Konferansı Teşkilatı ve Gen. Sekr. Ekmeluddin İhsanoğlu, Fildişi Sahili’ndeki durumla ilgilenmiş midir veya ne kadar ilgilenmiştir?
Son yıllarda, dünyadaki hemen her gelişmeyle yakından ilgilenmeye başlayan Türkiye ve özellikle Ahmed Davudoğlu Hariciyesi, bu konuda bu zamana kadar ne yapmıştır? Keza, Tayyîb Erdoğan’ın geniş ufuklu dışsiyasetinde, Fildişi Sahili görüş alanı içine niçin girmemiştir? Dahası, geçen hafta Fildişi Sahili’nin doğu komşusu Gana’ya kadar giden Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, orada Fildişi Sahili mes’elesiyle ve oraya sığınan yüzbinlerce sığınmacıyla ilgilenmiş midir? İlgilendiyse, bunlar niçin kamuoyuyla paylaşılmamıştır; ilgilenmediyse, niçin?