Hayat şiiriyle Allahını arayan adam
Hayat şiiriyle Allahını arayan adam
Tomurcuk derdinde olan meyvalı ağaç... Üstad Necip Fazıl...
Kalbim bir çiçektir, gündüzler ölgün; “Çile kapısından erişilecek dünyayı bilseydiniz, yatağınızı yorganınızı satardınız ” Mücahiddi de… Nerelerde okumadı ki… Fransiz Papaz mekteplerine gitti. Kumkapi’daki Amerikan kolejlerinde gezindi. Büyük Resit Pasa Numûne Mektebi, Heybeliada Numûne Mektebi bu cevval zekâlı talebeye mesken oldu. Ve ’Ne oldumsa bu mektepte oldum’ dediği ve şahsiyetinin ana dokusunu tezhip ettiği ’Mekteb-i Fünûn-u Bahriye-i Sahâne’ye imtihanla ve en titiz muayeneler neticesinde alındı. Metafizik arayışlarına ilk bu sıralarda rastladı. Istanbul Darülfünûnu Edebiyat Medresesi Felsefe Şubesi ’ne girdi sonra. İyi hallerinden Sorbon Üniversitesi Felsefe bölümünün de nasiplenmesi gerekiyordu ki yolu Paris’e düştü. Nefis serzenişleri sebebiyle helozonik tablolar arzetti Parsili günleri. Sonra şiire verdi kendini. Osmanlı Bankası ve bohemik hayat çalkantıları onu hep kaldırımdan aşağıda yürümeye sevketti. 18 aylik bu askerlik macerası ve ardından ’Ben ve Ötesi’ geldi… Arûs-ı şöhret peçesini kaldırmıştı artık. 1934’de bir aksam, çalıştığı bankadan Bogaziçindeki evine dönmek için bindigi ’Sirket-i Hayriye’ vapurunda karşısına oturan ve gözlerini ondan ayirmayan Hızır as tavırlı bir adam, ona, kâinat çapinda bir vaadin, Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri’nin adresini verdi. Sonra o eteğe bir yapıştı; pir yapıştı. İlk ‘pîr’li eseri ’Tohum’u yazdığında takvimler 1935 senesini gösteriyordu. Büyük ruh çilesinin sahnelik destanı ’Bir Adam Yaratmak’ ve adı ’Büyük Dogu Marşı’ olarak kalan destansı şiir geldi ardından. Çile ise 1939 mahsulüydü. Güzel Sanatlar Akademisi’nin Yüksek Mimari kısmında ve Robert Kolej’in sonsınıflarına Edebiyat Hocalığı yapti. 1941 senesinde, ‘Bâbanzâde’lerden Ahmed Naim Efendi’yle kardeş çocuğu olan Recai Bey’in kızı, Yahya Nüzhet Paşa’nin torunu Fatma Neslihan Hanimefendi ile evlendi; beş güzel çocuğu oldu. Büyük Dogu Mecmuasi’nin ilk sayısını 17 Eylül 1943’te güneş başak burcundayken çıkardı. Kovulmalar, sürülmeler, kırılmalar, dağılmalar… Asıl çile şimdilerde doluyordu. Başına çok işler açan ’Başımızda kulak istiyoruz’ nükteli sözünün iradı, ’Sır’ isimli piyesinden dolayi ’Milleti kanli ihtilale teşvik’ suçlamasıyle mahkemeye çıkarılması ’Abdülhamîd’in Ruhaniyetinden Istimdat’ından sonra başına gelenler, Borazan mizahı çıkarması tarihi,1946-47… Otel odasına taşınacak kadar bütün mal varlığını davalardan halas olmak için harcadı ve nihayet 28 Haziran 1949’da Büyük Dogu Cemiyeti’ni kurdu. Ama davaların ardı arkası kesilmedi. 1952’de ’Müdafalarim’ çıktı. 27 Mayis 1960 ihtilali, milletinin bahtıyla birlikte Büyük Dogu’nun da kapatılma tarihi oluyordu aynı zamanda. Birkaç ay sonra kendisinde oksijen fazlası görülmüş olmalı ki 1.5 yıl medrese-i yusufiyyede tebdil-i hevası uygun görüldü. 1964’te Büyük Dogu’nun 11’inci devresini açtı. Adnan Menderesin aziz hatirasi için kaleme aldigi ve derginin 1’inci sayisinda neşrettigi ’Zeybeğin Ölümü’ şiirinden dolayı takibata uğradı. 1965’te ’Din esasina bağlı cemiyet kurmak’ iddiasiyle yargılandı. ’Hükümetin Manevi Sahsiyetini Tahkir’ suçlaması ile yine gündemdeydi. 27.12.1967 tarihli Büyük Dogu Dergisinde dönemin Başbakanı’nın kayıtlı olduğu Mason kütüğünün fotokopisini ilk defa olarak yayınladı. Bir de üstüne ‘Süleymanname’ kaleme aldı. ’Vahidüddin’ eseri de inanılmaz gerekçelerle 1,5 yılının daha nemli duvarlar arasında geçmesine vesile oldu. Fas’tan gelen rütbeli teklifleri düşünmeye bile gerek duymayarak “vatanım da vatanım” diye diye yaşadı ve uğurlandı. Suçlandı, sorgulandı, yargılandı; 1983’te yine bir ihtilal sonrasında ardında 64 adet kallavi eser bırakıp bütün hesabını dünyada görmüş olarak sahife-i âmâlini hoşça dürdü. Böyle hayata böyle memat 25 Mayıs 1983’te 79 yaşında vefat etti. Prof. Dr. Osman Özsoy, Necip Fazıl’ın ölüm anını şöyle anlatıyordu: "Tam 26 yıl önce yine gizemli bir Mayıs gecesinde, takvimlerin 25 Mayıs 1983 gece yarısını gösterdiği saatlerde, hastalığının ilerlediği dakikalarda yatağından hafifçe doğruldu, ela gözlerini pencereden dışarıya çevirdi, derin karanlığa baktı Ne gördü bilinmez; ateşin verdiği etki ile kırmızıya yakın pembeleşen dudakları hafifçe kıpırdadı ve "Demek böyle ölünürmüş!" dedi. Kimbilir belki de o an, ölüm meleğinin evine teşrifini gördü. Nitekim bu sözlerinden hemen sonra şahadet getirerek son nefesini verdi" Şöyle tarif ederdi kaderi: “Kader, beyaz kağıda sütle yazılmış yazı Niye bilmem, birden çok özlediğimi hissettim Üstad’ı. Belki masal kahramanlarımızın bize nasihat eder olmamamasından artık… Rahmetle minnetle muhabbetle anıyoruz; Umduğuna nail olduğunu umuyoruz Yavuz Gencer
Gelin, gelin, onu açın geceler!
Beni yâdedermiş gibi, bütün gün
Ötün kulağımda, çın, çın, geceler!
(1930)
26 Mayıs 1904 perşembe günü sabaha karşı İstanbul Çemberlitaş’ta dede yadigârı bir konakta doğdu. Alâüddevle devrinin Şeyhülislâmı Mevlâna Bektût Hazretlerine dayanan ve Osmanogullarindan daha eski bir boy olan Dülkadirogullarının ’Kisakürekler’ soyuna mensubiyetini belgeleyen bir şecereye sahipti. ’Yakıcı bir hayal kuvveti, marazi bir hassasiyet, dehsetli bir korku’ olarak tarif ettiği ruhi haletlerinden velud bir şair ve sıkı bir müslüman doğması takdir edilmişti. O da en güzel şekilde boyun eğerek güzel kaderine ihtişamlı bir suret verilmesine himmet etti. Çünkü ezelden himmet ehline hizmetli bir fıtratı vardı.
’Başımızda kulak istiyoruz’
’Zeybeğin Ölümü’ne ağlayan adam
Elindeyse beyazdan, gel de sıyır beyazı”