HAYAT BİR SERÜVENDİR
Hayat hızlı akan bir nehirdir. Altın gibi parıltıları akıp gider, sonunda bize sadece kum kalır. (George Elliot)
Kitabın ortasından başlıyorum. Her zaman baştan başlanmaz. Bazen orta yerden başlamak gerekebilir.
Babam Süleymaniye mahallesinde üç odalı, hayatlı bir ev almış, biz oraya taşınmıştık. Ben yedi yaşıma gelmiştim. İlkokula başladım. İsmet paşa ilkokuluna gittiğim ilk gün fakirliğin ve ezilmişliğin verdiği kompleksle korku ve heyecandan ağlamaya başladım. İlk defa annem ve babam yanımda yoktu, yüzlerce yabancı çocuk ve öğretmenlerin arasında kalmıştım. Ağlayarak eve geldim. Daha sonra birkaç gün babam beni okula götürüp getirince yavaş yavaş uyum sağlamaya başladım ve alıştım. Daha önce de bahsettiğim gibi fakir bir ailede doğmuştum. Babam çok cömertti, çocuklarından bir şey esirgemezdi, elinden gelseydi bize her şeyin en iyisini almak isterdi. Ancak imkânları yeterli değildi. Bu yüzden çoğu zaman okula harçlıksız gidip gelirdim.
Bir gün teneffüsteyken aynı okulda olduğumuz ve komşumuz olan iki kardeş vardı. Ahmet ile ablası Sultan, onların babası memur olduğu için bize göre durumları daha iyiydi. Sultan benim yaşıtım, Ahmet ise bizden bir yaş kadar küçüktü. Kapı komşumuz sayılalardı. Ailece efendi ve mütevazı oldukları için annesi benim annem ve ablalarımla çok samimiydiler. Sultan güzel bir kızdı, komşuluğumuz uzun sürdüğü için, Sultan’a karşı duygusal bir bağım vardı. Onunda bana karşı aynı duyguları paylaştığını hissediyordum. Tabi çocukluk aşkı olduğu için masumane bir şeydi. Zaten henüz büyümeden oradan ayrılmıştık. Ondan sonra da Sultan’ı hiç görmedim.
Neyse okulda teneffüsteyiz, baktım Sultan ve kardeşi Ahmet kantinden bir şeyler almış yiyorlar, ben de onlara bakmış olmalıyım ki, bana; “babana söyle sana para versin, sende kendine eşya al ye, böyle başka çocukların ağzına bakma…” dediler. Çok utanmıştım. O gün o olay ve o sözler hafızama kazınmış gibi halen hep hatırlarım. Acı bir hatıra…
Hani şair ne demişti; “bizde bilirdik sevgiliye karanfil almasını/lakin açtık, karanfil parasını yedik…” işte bizde bilirdik babamızdan para istemeyi, yâda babamızda bize para vermesini bilirdi ancak, verecek parası yoktu. Bizimde harcayacak paramız…
Okul yıllarımdan bahsederken bir anımı sizlerle paylaşmak istiyorum. Bir öğün okula bir öğün hocaya gidiyordum. Bizim yaşımızdakiler hatırlar, eskiden okullar bir yıl sabahçı, bir yıl öğlenci olarak her yıl değişirdi. Mesela bu yıl sabah gelip öğlen giden öğrenciler sömestr tatilinden sonra öğle gelip akşam giderdi. Hakeza öğlen gelip akşam gidenler de, sabah gelip akşam giderlerdi.
Dolaysıyla bende duruma göre bir öğün hocaya Arapça dersi almaya giderdim. Bu durum benim için biraz sıkıntılı oluyordu. Eğer bu yıl öğlenci isem, her sabah Süleymaniye mahallesinden aşağı çarşıda olan Kıbrıs Tekkesi camisine gidiyordum. Okula gitmem için tekrar eve geliyordum. Evde yemek yiyip hazırlanıp hızmalı mahallesinde olan ismet Paşa okuluma gidiyordum. Buda bazen okula geç gelmeme sebep veriyordu. Elimde değildi çünkü istemeden geç kalıyordum.
Sonradan vefat ettiğini duyduğum (Allah rahmet eylesin) Kemal Evliyaoğlu adında bir öğretmenimiz vardı. Bir abisi de (Cemal Evliyaoğlu) aşağı çarşıda/Haşimiye bölgesinde doktor idi. Kemal öğretmenimiz her geç kaldığımda bana “hoca nerden kaldın?” diye sorardı. Bende öğretmenim hoca beni geç bıraktı ancak yetiştim, kusura bakmayın derdim. Öğretmenim bana ‘hoca’ derdi. Yine bir gün okula geç gelince sınıfa girdim. Öğretmenim yine;
“hoca nerde kaldın, yine geç kaldın, bu iş böyle olmaz. Ya hocayı bırak ya okulu, ama sen en iyisi hocayı bırak, sadece yaz tatilinde hocaya git, yoksa bu iş böyle gitmez..” dedi. Bende tamam öğretmenim deyip yerime geçiyordum ki, öğretmenim;
“gel buraya gel, nereye kaçıyorsun” diyerek beni yanına çağırdı, elimde çantamla gittim yanına yakın durdum. Öğretmenimiz sınıfa dönerek;
“çocuklar şimdi hocaya ne ceza verelim” diye sordu. Öğrencilerin her birinden ayrı bir ses ve fikir çıkıyordu. Birileri bağırıyor;
“öğretmenim tek ayak üzerinde durdur.” Birileri;
“sopa dayağı” diyor, öbürleri başka ceza öneriyordu...
Derken öğretmenim öğrencilere bağırarak;
“susun, tamam tek ayak üzerinde ders bitine kadar dursun” dedi. Bana dönerek;
“hoca kusura bakma, ders bitene kadar ayakta bekleyeceksin ki bir daha geç kalmayasın…” dedi.
Bende mahcubiyet ve heyecandan sesimi çıkarmıyorum. Ayağımı kaldırmamla birlikte, sınıfta bir ses duyuldu. Herkes pencere tarafına baktı. Pencerelerden birinin camı olduğu gibi aşağı inmişti.
Öğretmen pencereye koştu, yakındı zaten, pencerelerden dışarı baktı, kimse yok, üstelik taş falan atan olmadığı sesten de belliydi. Eğer cama biri taş gibi bir şey atsaydı belli olurdu. Öğretmenimiz öğrencilere dönerek;
“taş sesi duyan oldu mu” diye sordu. Herkes koro şeklinde;
“hayır öğretmenim” Öğretmen bana döndü,
“hoca sen ne yaptın, iyi ki seni dövmedik, ya bir de dövseydik, o zaman başımıza sınıf yıkılırdı” şeklinde espriler yaptı.
“Git yerine otur hoca git. Bir daha seninle uğraşmam” deyince geçip yerime oturdum. O gün kırılan o cam sayesinde ceza almaktan kurtulmuştum…