GÜZEL ÖRNEKLER DE VAR

GÜZEL ÖRNEKLER DE VAR


Dindar kesimleri eleştirdiğim geçen yazılarımın birinde şöyle demiştim:
“Bugün insanlar, 'He ya, şu dindarlar, ne mübarek, ne temiz, ne dürüst, ne çalışkan, ne adil insanlarmış' diyorlar mı? “ Keşke biz de onlar gibi olabilsek diyorlar mı? Bizim şahsımızda inancımızı seviyorlar mı? Sezai Karakoç’un o meşhur sözünden iktibasla söyleyecek olursak, "Dün bizi öldürmeye kastedenler bugün halimize bakıp bizde diriliyorlar mı?”
Bu ve benzer sorulara maalesef öyle kolayca “evet” diyemiyoruz.
Dünyayı mamur etmek yetmiyor. Yüreklerden ne haber? Yürekleri fethedebiliyor muyuz?
Kimseleri zorla Müslüman yapamayız; buna dinen de hakkımız yok zaten. Ama öyle güzel yaşamalı, öyle güzel temsil etmeliyiz ki dinimize mesafeli duranlar, önyargıları olanlar bile bizim şahsımızda inancımızı sevmeli. Yüreklerini fethetmeliyiz. Böylece onların hidayetine/doğru yolu bulmalarına vesile olmalıyız.
Olabiliyor muyuz?
Kötü örnekler çok. Ama güzel örnekler de var.
Bugün bunlardan birinden söz etmek istiyorum.
Kahramanımız “İslamcı” diyebileceğimiz bir okul müdürü. Çok çalışkan, çok dürüst, çok ilkeli ve çok adil bir arkadaşımız. Kendisi anlatmıştı:
Görev yaptığı okula “militan” denilebilecek derecede solcu ve ateist bir bayan öğretmen atanmış. İlk zamanlar herkese ve her şeye önyargıyla yaklaşan bu öğretmen, bir süre sonra okul müdürünün odasına girip direkt olarak “siz solcusunuz” demiş.
Oldukça şaşıran müdür, böyle bir kanaate nasıl vardığını sorunca da anlatmış gerekçesini: “Dürüstsünüz, çalışkansınız, herkesin düşüncesine saygılısınız, adilsiniz, kimseye haksızlık yapmıyorsunuz, okulun imkânlarını çar çur etmiyorsunuz, hep öğrencileri düşünüyorsunuz, velilere çok iyi davranıyorsunuz, yoksulun halinden anlıyorsunuz…”
“Solcu filan değilim" demiş müdürümüz, "Sadece Müslümanım. Bunlar da benim inancımın gerektirdiği şeyler; öyle olmak zorundayım…”
Sohbet bu minval üzere uzamış. Sonunda arkadaşımız bir kitap hediye etmiş öğretmene; Seyyit Kutup’un “İslam’da Sosyal Adalet” kitabını. Daha sonra daha başka kitaplar da vermiş. Dostlukları gittikçe ilerlemiş.
Bir süre sonra tayini çıkmış öğretmenin, bilmem hangi ilin hangi ilçesine gitmiş. Ama diyalogları kesilmemiş, bazen mektup, bazen telefonla sürdürmüşler.
Bir gün aldığı bir mektupta öğretmen diyormuş ki, “Hocam başımı örttüm, namaza başladım...”
Anlatırken çok mutluydu İslamcı müdürümüz. Ben de duygulanmıştım. Hz. Peygamberin, “Sizin vesilenizle birinin hidayete ermesi, sizin için dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır” hadis-i şerifi gelmişti aklıma. Gıpta etmiştim, imrenmiştim.
Demek ki bu tür güzellikleri birileri dindar kesimlere yakıştıramıyor. Demek ki iyi tanıtamamışız kendimizi. Kim bilir, belki önyargıyla yaklaştıkları için böyle düşünüyorlardır.
Ama acaba bazı kötü örneklere rastladıkları için de olabilir mi?
Namaz, niyaz, oruç, Hac, başörtüsü takmak gibi emirlere, içki kumar vb... yasaklara uymakla bitmiyor her şey. Ya diğer insanlarla ilişkilerimiz? Ya muamelatımız? Ya adalet anlayışımız? Ya ahlakımız? Ya kişiliğimiz? İnsanlar üzerinde esas belirleyici olan ölçüler bunlar değil mi?
Birinin hidayetine vesile olanlara böylesine büyük müjdeler varsa, acaba birinin/birilerinin dinden, imandan uzaklaşmasına sebep olanlara ne var?
İnsanlar bize bakıp inancımızı seviyor mu, yoksa nefret mi ediyor? Yaklaşıyor mu, uzaklaşıyor mu?
Özellikle her kademedeki yöneticilerimizin yaptıklarını ve söylediklerini gözden geçirmelerinde fayda var.