EYYÜBİYE’DE YÜRÜYÜŞ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Aslında programımızda Harrankapı Mezarlığındaki birkaç mezara uğramak vardı, ama ezan yaklaştığı için bunu namaz sonrasına erteledik. Öğlen namazını kılmak için Miskinler Camiine doğru yola çıktık.
Cami, Eyyübiye’nin halk arasında “Kötüler Mehlesi” diye anılan bölgesinde. Mezarlığın batı ve güneybatısı. Eyyübiye’nin en yeni zamanlarının en eski meskûn yeri. Esas Eyyübiye ya da Eyyübiye’nin eski merkezi, başlangıcı. Üniversite öğrenci iken, yani 1980’lerin ilk yıllarında rahmetlik dayım Durak Türkmen bir müddet burada bir evde kiracı olarak oturmuştu, eşinin akrabaları da buralarda otururdu; o vesile ile birkaç defa geldiğimi hatırlıyorum. “Kötüler” adı beni her zaman rahatsız etmiştir. Herkesin rahatça söylediği bu kelimeyi, ben orada yaşayan insanlara hakaret gibi algıladığımdan, mümkün olduğu kadar kullanmamayı tercih etmişimdir.
Niçin bu adın verilmiş olduğuna dair çeşitli görüşler var.
Birinci görüşe göre; tarihleri M.Ö. 3000’lere kadar çıkan, kökenleri ve dilleri hakkında çok çeşitli görüşler ileri sürülen Gutiler’in adı zamanla “Kötüler’e dönüşmüştür. Urfalı yazar Mehmet Faraç da bu görüştedir. Sık sık çocukluğunun geçtiği bu mahalleyi ve hatıralarını köşesine taşıyan Faraç’ın, bir de burada geçen öykülerden oluşan “Ölü Akrepler Zamanı” adlı bir kitabı vardır.
Başka bir iddiaya göre “kûti”, “kale” demektir. Yani bu mahalle aslında ”Kale Mahallesi”dir. (A. Saraç, “Urfaca Urfalıca”, s. 612)
Üçüncü görüşe göre buradaki “kötü” bildiğimiz anlamda değil, sağlık durumu kötü anlamındadır. Buna göre eskiden burada Hz. Eyüp’ün iyileştiğine inanılan bir mağara varmış; halk durumu kötü olan hastalarını iyileşsinler diye buraya getirirmiş, mağaraya da “Kötüler Mağarası” denirmiş. Bu isim zamanla mahallenin ismine dönüşmüş.
Araştırmacı yazar Selahattin Eyyubi Güler’in ileri sürdüğü başka bir görüşe göre ise 1915-1917 yılları arasında gerek savaşların, gerekse Ermeni olaylarının etkisi ile başka yerlerden kaçıp Urfa'ya sığınan muhacirlerin bir kısmı, o zamanlar şehrin dışında Kaleboynu Mahallesi'ndeki boş mağaralara yerleştirilmiş. O devirde baş gösteren kıtlığa bağlı olarak çoğu açlık ve hastalıktan dolayı elden ayaktan düşmüş olan bu insanlara Urfalılar, sakatlıktan ve yaşlılıktan dolayı eli ayağı tutmayan, çalışamayan, yardıma muhtaç anlamında “kuti" diyormuş. Zamanla onların yaşadığı alana da "Kutiler Mahallesi" denilmeye başlanmış.
Buradaki “Miskinler Mescidi” veya “Miskinler Camii”nin adı da bu son anlamla ilişkili olabilir. Sözlükte “âciz, zavallı, yoksul, tepkisiz, hareketsiz” anlamlarına gelen miskîn sıfatı daha çok cüzzamlılar için kullanılmış olup halktan ayrı tutulan cüzzamlıların barındırıldığı müstakil binalara miskinhâne, miskinler tekkesi, miskinler dergâhı gibi isimler verilmiştir. Osmanlı’da başta İstanbul olmak üzere birçok şehirde, yerleşim yerlerinin dışına miskinlerin (hastaların) yaşaması için bu tür mekânlar yapılmıştır.
Miskinler Camiinin inşa kitabesi bulunmadığı için ne zaman ve kim tarafından yaptırıldığı bilinmemektedir. Haldan aşiretinden Muhammed Nabi adında bir kişi tarafından 1865 yılında yaptırıldığı halk arasında söylenmektedir. Caminin kapısındaki kitabede de bu tarih yazılıdır.
Cami iki bölümden oluşmaktadır. Batıdaki esas tarihi bölüm, mihraba paralel iki sahınlı, enine dikdörtgen bir plana sahiptir. Üzeri çapraz tonozla örtülüdür. İnşaat malzemesi olarak düzgün kesme taş kullanılmıştır. Yuvarlak nişli taş mihrap, sade ve süslemesizdir. Cami cemaatinin girişimleri ile doğusuna bitişik olan ev satın alınarak camiye ilave edilince ve minber oraya yapılınca buradaki balkon minber iptal edilmiştir. Yeni bölüme ikinci bir mihrap ve yanına ahşap bir minber yapılmış, beton tabliye ise iki alçıpan çapraz tonozla kaplanarak eski bir hava verilmek istenmiştir. Genişletme sırasında caminin düz beton tabliye örtülü üç gözlü ve önde üç sütuna oturan son cemaat yeri bozularak camiye katılmıştır. Caminin birbirinden farklı iki minaresi var. Kuzey batı köşesinde yer alan eskisi, Urfa’daki birçok eski camide gördüğümüz minber minare biçiminde. Avlunun doğu tarafındaki betonarme minare ise son yıllardaki genişletme çalışmaları sırasında yapılmıştır. Benim gönlüm tabii ki minber minareden yana. (Mimari özellikler Cihat Kürkçüoğlu’n ait. “Şanlıurfa İli Camileri”, s. 102)
Caminin olduğu sokağa kuzeyden girdik. Kapısının önünde oturanlara selam verip içeriye girdik. Avlunun kuzeyine taziye evi yapıldığı için ortalık inşaat malzemeleri ile doluydu. Namazı esas tarihi bölümde kıldık. Namaz öncesi İsmail ile İlçe Müftüsü Adem (Dobur) Hocayı yad etmiştik. Yeni yapılan inşaatın bir tarafına inşa kitabesi konulmasını teklif edelim diye. İnşa kitabelerinin ne kadar önemli olduğunu bu yürüyüşlerim sırasında çok iyi anladım. Kitabe varsa iş kolaylaşıyor, yoksa birçok iddiayla uğraşmak zorunda kalıyorsun. Tarihî olanları bir tarafa, günümüzde bile nerenin ne zaman kim tarafından yapıldığını anlamak zorlaşıyor, hatta imkansız hale geliyor. Biz daha Adem Hocadan söz ederken onu karşımızda bulduk. Çok güzel bir tevafuk oldu. Her zamanki gibi mütebessim ve samimi. Namazdan sonra onunla ve cemaatin önde gelenleri ile ayaküstü sohbet ettik ve yapılmak istenen değişiklikleri yerinde görmek üzere dolaştık. Kuzeydoğuya bitişik bir evin bir odası, cami hocası için hücreye dönüştürülmek üzere ev sahibi tarafından bağışlanmış. Kab tavanlı, camhanalı eski bir Urfa odası. Daha sonra, yenisi yapılınca kadınlara ayrılacak olan eski taziye evini gördük. Burada Kur’an kursu da olacakmış.
Bizde cami cemaatleri bu gibi işleri çok iyi yapıyorlar. Daracık bir alanı tıkış tıkış da olsa değerlendiriyorlar. Tabii bütün bunların arasında tarihî doku geride kalıyor. Cemaatin kalitesi ve namazın ruhu konusuna da girmeyeyim şimdi. Bina yapmak aslında en kolay iş. Ya bir veya birkaç zengin bulursun veya cemaatten ve daha başka yerlerden toplarsın ve istediğin gibi yapıp istediğin gibi süslersin. Fakat gönülleri imar etmek o kadar kolay değil. En önemlisi de o. O olmayınca da her şey madde planında ve kabukta kalıyor.
Camiden çıktıktan sonra karnımızı doyurmanın derdine düştük. Henüz acıkmış olmasak da yolumuz uzun ve zorlu olduğu için enerjiye ihtiyacımız vardı. İsmail’in, bölgenin en iyilerinden dediği “Tahir Baba”ya gidip, ciğer kebabı yedik. Zaman zaman, etle pek aramın iyi olmadığını söylüyorum,yok, ama vejeteryan da değilim. Tahir Baba’nın servisi İsmail’in dediği kadar varmış.
Çıkışta ilk işimiz Harrankapı Mezarlığı oldu. Aslında bu mezarlığı daha önce yürümüş ve yazmıştım. Fakat buraya gelmişken uğramamak olmazdı. Mezarlığın kuzeyinde kalan küçük bölüm, belediyenin “Turizm Yolu” projesi dolayısıyla dümdüz edilmiş, aralarında “Şevki Hafız”ın da olduğu mezarlar başka yere nakledilmiş.
Sonra, Mehmet Akif İnan’ın mezarını ziyaret etmek üzere hemen oranın doğusundaki diğer bölüme yöneldik. Girişin solundaki “Hacı Mahmut İzgördü Hayratı” maalesef iyi durumda değil. Musluk yine kör tıpa ile kapalı, curun/kurna kısmının kenarları kırılmış, yıpranmış ve içi çöple dolu. Ve güzelim taş çeşme kireçle badanalanmış. Yazık!
Akif İnan, benim hep “Adam gibi adam” dediğim, tanımaktan ve bir süre beraber çalışmaktan onur duyduğum, hakkında “Adanmış Hayat Mehmet Akif İnan” adıyla kitap yazdığım, şair, yazar, sendikacı hemşerimiz. Bütün ömrünü inandığı davaya adamış ve bunun mücadelesini vermiş ama keyfini sürmemiş, sürmeyi düşünmemiş güzel insan… Bir ay kadar sonra (6 Ocak) Türkiye’nin her yerinde olduğu gibi Urfa’da da anılacak. Mezarı başına toplanan zevat yine çok güzel şeyler söyleyecek. Fakat çoğusu “Niçin biz de öyle olmaya çalışmıyoruz?” diye düşünmeyecek.
Başucunda durduğum o kısa süre içinde güzel yüzünü, davudi sesini, babacan tavırlarını ve zorluklar içinde geçen hayatını düşündüm. Kafamın içinde çok sevdiğim mısraları dolaştı durdu. “Her eylem yeniden diriltir beni”. “Kim demiş her şeyin bitişi ölüm/Destanlar yayılır mezarımızdan”. “Bitirip şu kara kuru ekmeği/Göç etsem diyorum yar ellerine”…
Ölümü arzulamak inancımızda doğru bulunmamış. Ben de henüz arzu etmiyorum, fakat bazen bana çok sevimli geldiğini itiraf edeyim. Ne var ki şu kara kuru ekmekte? Ne diyordu geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz büyük şairimiz Sezai Karakoç? “Uzatma dünya sürgünümü benim”. Daha vefatını duyar duymaz yazdığım “Ben Kendime Ağlarım” başlıklı kısa şiirimin sonunda “Benim sürgünümü de uzatma” demiştim.
Oradan ayrılınca İsmail’in arzusu üzerine iki Urfalı şairin daha mezarına uğradık. Şair Abdi ve Kıratoğlu Emin. Önceki yürüyüşümde haklarında bilgi verdiğim için tekrar etmeyeyim. O kısa süre içerisinde, ben yine ölümü tefekkür ederken İsmail mezar taşları üzerindeki yazıları inceledi. Kıratoğlu Emin’in mezar yazılarını bir ara Harran Üniversitesinde görev yapan ve birçok öğrenci yetiştiren Mehmet Memiş yazmış. Şair Abdi’nin mezar yazısı da çok güzel ama sahibini bilemiyoruz.
Daha sonra Urfa’nın büyük hat üstadı Arabîzade Behçet Efendi’nin mezarına gittik. Oranın ikimiz için de özel bir anlamı var.
Adını eskiden beri duyduğum Üstad’a ilgim geçen yıl başladı. 15 Ocak 2021’de fotoğraf sanatçısı ve Urfa kültür araştırmacısı Sadık Alican ile birlikte Harrankapı Mezarlığında yürürken mezarını bulmak için bir hayli uğraşmıştık. Mezarın hali içimi burkmuştu. Ertesi gün hakkında bir yazı yazmış ve “Böyle kıymetli bir ismin kabri bu halde olmamalı, kalmamalı.” diye paylaşmıştım. Yazım kısa zamanda çok yoğun ilgi görmüş, önce genç hattatlarımızdan “el-Hadidî” mahlaslı Seyyid İsmail Özbek öne atılarak kendisi uygun bir mezar taşı yapmaya talip olmuştu. Sonra Büyükşehir Belediyesi yetkilileri devreye girmiş ve yapılan görüşmeler neticesinde Üstad’ın mezarının şanına uygun bir şekilde yapılmasına karar verilmişti. Ben de bunu aynı gün “Anlık Güzel Bir Gelişme” başlığı ile duyurmuştum. O günden sonra konuyu takip ettik. Araya bazı engeller, iş yoğunluğu ve kış girdi. Bu arada Behçet Arabî’nin ailesi ile de çeşitli görüşmeler yaptık. Özellikle şimdi bana yoldaşlık eden Seyyid İsmail Özbek büyük çaba harcadı. Mahmut Karakaş hocamız kısa bir şiir yazdı. İsmail kardeşimiz büyük emeklerle hattını hazırladı. Büyükşehir Belediyesi de masrafını karşıladı. Her şey tamam olunca 13 Kasım 2021 Saat 15.00’te mezarı başında toplandık. Üstad’ın hayatta kalan tek talebesi Mahmut Dörtbudak, şiiri yazan Mahmut Karakaş, aile üyeleri, İsmail’in ailesi ve hat öğrencileri ve daha başka katılımcılar… Konuşmalar yapıldı, dualar edildi, kısa ve güzel bir program oldu. Sağ olsun İsmail mezar için olduğu gibi program için de büyük bir emek vermişti.
Hazır mezarlığa uğramışken Üstad’a bir kere daha uğramayı görev bildik. Tekrar dualar ettik. Önceki programda öğrencisi Mahmut Dörtbudak bir hatırasını anlatmıştı:
Malum, Üstad birçok kimsenin mezar taşını da yazmış. Bir gün kunduracı esnafından bir dostu kendisine demiş ki: “Sen bu kadar kişinin mezar taşını yazdın. Acaba senin mezar taşını da bir hattat yazacak mı?” Üstad, bu soruya cevap verememiş, çok etkilenmiş ve hüzünlenmiş. Tam 56 yıl sonra genç bir hattat çıkıp onun mezar taşını da şanına uygun bir şekilde yazmış oldu. Hem de çok güzel bir şekilde… Yeşil zemin üzerine yaldızlı sarı ile de renklendirmişti. Hal böyle olunca biz de hem hüzünlendik hem mutlu olduk.
Mahmut Hocanın taşa işlenen şiirini de buraya nakletmeyi gerekli buluyorum:
“Urfa’nın hat üstadı Arabîzade Behçet
Hattatlığıyla buldu Urfa’da şöhret
Yakmasın nar-ı cehim Behçet’in ellerini
Çünkü olmuştur eli hattatlığına hüccet”
Şiirde geçen “el yakma”da telmih sanatı var; Üstad’ın sık sık tekrar ettiği bir sözünü hatırlatıyor.
Bahçet Arabî, bir ayetin içerisinde veya ayrı olarak her lafzatullahı (Allah adını) yazdığı zaman, şöyle bir geriye çekilir, yazdığı “Allah” adına bakar ve şöyle dermiş: “Ya Rabbi! Senin adını bu kadar güzel yazan bir eli cehennemde yakmazsın değil mi?”
Duyduğum zaman çok etkilenmiştim. O nasıl bir aşk ve nasıl bir af vesilesine sığınmadır öyle! Bana çok meşhur bir hadis-i şerifi hatırlattı. Hani İsrailoğullarından üç salih zatın, girişini büyük bir kayanın kapattığı bir mağaraya sıkışıp kaldıkları zaman yapmış oldukları birer salih ameli vesile ederek kurtulmayı dilediklerini ve kurtulduklarını anlatan hadis. Bazı âlimlerce “amelle tevessüle” delil gösterilmiş. Demek ki, insanın Allah’tan af dilemeye vesile kılacağı güzel amelleri olmalı diye düşündüm. Benim var mı? Vaktim iyice daraldı. Ömür sermayem iyice eridi. Her an bitebilir. Elimi çabuk tutmalıyım.