Esir Mehmedciklerin Allah'a yalvarışı
Birinci Dünya Harbi'nde, Rusya'nın kuzeydoğusundaki Kosturma vilâyetinde, Volga kıyısındaki Tatar Câmii'nde dile gelen bir esâret gecesi münacatı, esir Mehmetçiklerden günümüze ulaşan feryatlardan sadece biri. Garibem, bîkesem, zaîfem, nâtuvânem, el'amân gûyem, meded hâhem, af be cûyem, zidergâhet ya İlâhî!...
Sızıntı Derginin bu ayki sayısında, Murad Muhsin'in konuyla ilgili oldukça duygusal bir yazısı yer alıyor. Biz bu yazıyı paylaşalım ve bu günleri özgür yaşayabilmemiz için çekilen acıları sizlere de hatırlatalım istedik:
Esir Mehmedler
1914 yılı Haziran ayının sıcak günlerinden şikâyet eden insanlık, asıl yakıcı ateşin yaklaştığının farkında değildi. Sırp öğrenci Gavrilo Princip'in silâhından çıkan mermilerle Saraybosna meydanına yığılan Arşidük Ferdinand, devrilen ilk domino taşı oldu ve Birinci Dünya Harbi'nin kapıları ardına kadar açılıverdi. Daha ilk aylarda harbin temeldeki sebebi anlaşıldı: Osmanlı coğrafyasındaki petrol. Osmanlı'yı sıcak savaşa çekmek derdinde olan Almanya ise Goben ve Breslau zırhlılarının rol aldığı, bilinen taktikle Osmanlı Devleti'ni bir oldu-bittiyle karşı karşıya getirecektir. Osmanlı bayrakları çekilen ve buna uygun üniformalar giydirilen Alman mürettebatla Karadeniz'e açılan Goben (Yavuz) ve Breslau (Midilli) zırhlıları Rus liman şehirlerini bombalamış ve maksat hâsıl olmuştur(!)
İlerleyen haftalarda Osmanlı Devleti, en şiddetli çarpışmaların yaşandığı cephelere ev sahipliği yapma durumuna düşecek, Galiçya'da, Kafkaslar'da, Irak'ta, Yemen'de ve Kuzey Afrika'nın uçsuz bucaksız çöllerinde savaşan taraflardan biri olacaktı. Osmanlı ordusunda, Kasım 1914 itibariyle, yaklaşık 2.500.000 asker mevcuttu. Savaş sona erdiğinde ise, ortaya çıkan kayıp ürperticiydi: şehit, hasta, yaralı, kayıp, firar ve esir sayısının toplamı 1.560.000'di. Osmanlı Devleti, 30 Ekim 1918'de, Limni Adası'nın Mondros Limanı'nda bekleyen Agamemnon zırhlısında masaya oturup "Mondros Ateşkes Anlaşması"nı imzalamak mecburiyetinde kalmıştı.
Genelkurmay (ATASE), Kızılay ve Kızılhaç arşivlerine göre, İngiltere'yle savaştığımız Irak, Sina, Filistin, Çanakkale, Suriye ve Yemen cephelerinde esir düşen Mehmetçik sayısı 134.000, Rusya'yla sadece Kafkas Cephesi'nde yapılan savaşlarda esir düşenlerin sayısı ise yaklaşık 65.000'dir ve bu sayıya 60.000 civarındaki sivil esir dâhil değildir. Buna, Avrupa ülkelerinde ve sıcak savaşın yaşandığı bölgelerde esir edilen 100.000 civarındaki sivil de dâhil edildiğinde esir toplamı 360.000'e ulaşmaktadır. Dünyanın dört bir yanına savrulan bu canlar, düştükleri esaret ateşinde 1926 sonlarına kadar kavrulacak, ayakta kalıp eve dönebilen esir sayısı 135.000 civarında olacaktır!
İngilizlere esir düşenlerin yaklaşık 20–22 bini, Ruslara esir düşenlerin ise 40–45 bini ya ölmüş veya kayıptır! Savaşta esir düşen toplam 205.000 askerin yanı sıra 450.000 Mehmed de cephede aldığı yara ve hastalıklarla boğuşarak vefat etmiştir. "Kayıp" olarak geçen 60.000 Mehmed ise muhtemelen şehit olmuş; ama kayda geçmemiştir. Bu rakamlar toplam mevcut içinde % 27'lik bir oran demektir ki, bu kayıp, savaşan ülkelerin hiçbirinde yoktur.
Osmanlı ordusunda, Kasım 1914 itibariyle, yaklaşık 2.500.000 asker mevcuttu. Savaş sona erdiğinde ise, ortaya çıkan kayıp ürperticiydi: şehit, hasta, yaralı, kayıp, firar ve esir sayısının toplamı 1.560.000'di. |
Şehitler, makamların en yücesine uçtu. Gaziler, yarım yamalak bedenleriyle ve hüzünlü bir onurun esintisiyle de olsa döndü yurduna. Ya esirler?... Türkülerin kırık dökük mısralarında meçhul siluetlere dönüverdiler. Fakat, tarih unutsa da analar ve gelinler yıllarca kapılarının önünde oturup beklediler dualarla. Adviye Kadın yandaki komşuya giderken bile, babasını hiç görememiş oğluna tembihledi yıllarca:
— Bak oğul, baban gelirse içeri al! Sonra hemen bana seslen!
Uzun yıllar sonra, Adviye Nine son nefesini verirken ve oğlu, torunları başucunda dua ederken vasiyetini söyledi:
— Oğlum, baban gelirse, yıllarca yolunu gözlediğimi deyiverirsin!
Sonra... Birden bakışları odanın kapısına mıhlandı ve elleriyle üstünü başını düzeltirken son sözleri döküldü dudaklarından:
— Geldin mi beyim? Hoş geldin sefalar getirdin!
Kimi evlerde, her akşam sofraya fazladan bir tabak konurdu; hattâ beyin en sevdiği yemek pişirilirdi her gün bıkmadan usanmadan. Evin kadını itinayla yerleştirdiği tabağa yemeği sıcak sıcak koyup, öyle bekledi Halil Çavuş'unu! Küçücük bir ümidin ışığına sığınıp ayakta kalma mücadelesi veren Halil Çavuşlar ise; gâh çölün ortasında, gâh Sibirya buzullarında, gâh Hind ormanlarında, etraflarını çeviren dikenli tellere baktılar yıllarca. Kafese kapatılmış aslanlar gibi hırslandılar, çırpındılar ve rahmet-i İlâhîye'den ümitlerini kesmediler. Gözlerini gökyüzüne çevirip haykırdılar:
— Ben daha ölmedim!
Sonra ne oldu? Osmanlı coğrafyasının o saz benizli, umman yürekli yiğitleri nerelere götürüldü; başlarına neler geldi?
İngilizler, esir aldıkları Osmanlı askerlerini rütbe, sınıf ve etnik özelliklerine göre doğuda Myanmar'dan batıda Mısır'a uzanan onlarca kampa yerleştirmişti. "Gittikçe daha uzaklara" anlayışıyla yapılan bu dağıtımın hedefi "Osmanlılık" inancını parçalamaktı.
Sadece Hakk'ın önünde boyun eğen Mehmedler için esaret zordu; ama bir yandan direndiler, bir yandan da hayatta olduklarını duyurmaya çalıştılar. Binlerce mektup yollandı bu tel örgülerin arkasından. Fakat bunların bir kısmı sahiplerine hiç ulaşamadı ve hâlâ Kızılay arşivlerinde bekliyor.
Kızılay arşivlerinde, sadece Hindistan-Myanmar'dan ayda onbinlerce mektubun geldiği görülür. Hindistan Bellari Kampında, 5401 numarayla kayıtlı Binbaşı Nazım Efendi'nin eşi ve kızlarına ulaşan mektubundan bir kısım şöyledir:
" ... Endişem ve işgâlât-ı zihniyem daima sizsiniz. Paranız var mıdır? İdareniz ne yoldadır? Mektebe ve namaza devamınızı terk etmeyiniz. Duadan geri kalmayınız. Allah (celle celâlühü) cümlemizin hâmisidir. İnşallah görüşürüz. Bana mektup yazınız..."
İngiltere veya Rusya'nın kontrolündeki kamplar, başta Kızılhaç tarafından olmak üzere, sözde sürekli teftiş ediliyordu. Özellikle İngiliz esir kamplarına ait teftiş raporlarına bakıldığında, kamplar âdeta tatil köyü gibi anlatılıyordu.
Fakat, kamuoyundan ne kadar gizlense de en büyük acılardan biri, Mısır'daki bu kamplarda yaşanıyordu. Bu kamplardaki 15.000 Mehmetçik bilerek "kör" ediliyordu. Bu vahşet nihayet bir Kızılhaç raporunda yer almıştı: "...Esirlerin % 20'si göz hastalığına yakalanmıştır... Kampın sağlık hizmetleri, İngiliz Dr. E.G. Garnen başkanlığında Arsen Khoren ve Leon Samuel adlı iki Ermeni doktor tarafından yürütülmektedir...." Rapordaki % 20 ifadesi, Heliopolis kampındaki 1.000 esirin ciddi seviyede göz rahatsızlığı çektiğini gösteriyordu ki, bu rakam hiçbir şekilde normal kabul edilemezdi.
Bu vahşet, TBMM'nin 28 Mayıs 1921 tarihli 37. oturumunda Edirne Mebusları Faik ve Şeref Beyler tarafından Meclis gündemine getirildi. Mebuslar, "Aşırı miktarda krizol (dezenfekte etme hususiyeti olan organik bir madde) katılan bu -sözde- tathirat (temizlik)" ile 15.000 civarında Mehmedin kör edildiğini belirtip, suça dahli olanların cezalandırılması talebinin ilgili ülkeye iletilmesini istediler. Aslında, İzmir Kolordu Komutanı Ali Nadir Paşa, daha 1919 yılı Mayıs'ında gönderdiği raporda, Mısır'dan gelen esirler arasındaki 303 Mehmedin kör olarak döndüğünü yazıyordu. On binlerce Mehmedin acımasızca kör edilmesi hâdisesindeki bir iddia da, bu vahşetin bizzat Ermeni doktorlar eliyle yapıldığıdır. Mısır'daki kamplardan sağ dönen Eyüp Sabri Bey "Hatıraları"nda, bu zulmün fâili olarak "göz oyucular" şeklinde tarif ettiği, Mısır-Abbasiye Hastanesi'ndeki Ermeni doktorları gösteriyordu. Bunlar, sözde temizlik için, esirlerin gözlerine önce "Krizollü su" ile zarar vermekte, ardından da tedavi bahanesiyle bir günde onlarca Mehmedin gözünü oymaktaydı. Bu doktorların böylesine rahat hareket etmelerinde İngiliz komutanların payı büyüktür. Eyüp Sabri Bey, esirlerin, yemek almak ve def-i hacetlerini gidermek için birbirlerinin omzuna tutunarak katar oluşturduğunu üzülerek ifade eder. Ne enteresandır ki, Anadolu'daki İstiklâl Mücadelesi'nde kazanılan zaferlerin ardından göz oyma ameliyatları(!) birden kesilecek, Ermeni doktorlar, birkaç ay içinde ortadan kayboluverecektir.
Sızıntı 33. Yıla Merhaba Dedi… Derginin içeriğine www.sizinti.com.tr adresinden ulaşabilirsiniz. |
İngiliz kontrolündekiler başta olmak üzere kamplarda en çok "dikenli tel hastalığı"yla karşılaşılıyordu. Bu durumu, Filistin Cephesi 3. Kolordu Baştabibi iken esir düşen ve Mısır'daki Seyd-i Beşir Kampı'na götürülen Yarbay Kadri Kemâl Efendi şöyle anlatıyor:
"... Bu tel örgülerle tahdit edilen esaret hayatına tahammül etmek, öyle her şahsın iktidarında değildir... Önemli sayıda askerin, sürekli tel örgülere bakmaktan akıl hastalıklarına duçar olduğu görülüyor. Askerimiz sabırlı ve mütevekkil olduğu hâlde, otuz ikisinde aklî rahatsızlıklar görülmüştür..."
Kamplarda, daha ilk aylarda ilginç bir ayrım başlamıştı. Eyüp Sabri Bey; "Bir Esirin Hatıraları" kitabında şu tespitte bulunuyor: "İngilizler; Rum ve Ermeni esirleri ayrı tele kapattılar. Daha sonra Arap, Arnavut, Boşnak ve Kürtleri dahi Türkler arasından ayırarak Hristiyanlara mahsus kamplara koydular. Maksatları, İslâmlar arasına sokmak istedikleri nifak ve fesat plânını orada da tatbik etmekti." Propaganda kısa zamanda semeresini vermeye başladı. Meselâ, Ermeni esirler arasından seçilen tercümanlar Türk esirlere eziyet etmeye başlamışlardı.
Mısır'daki kamplarda sık görülen dizanterinin yanı sıra, sadece Osmanlı esirleri "Pellegra" denen bir hastalığa yakalanıyorlardı. Esirlerin aç bırakılıp, bilhassa kokmuş at ve katır etlerini yemeye zorlanmalarından kaynaklanan ve uyuza benzeyen bu hastalık kırıp geçirmişti.
İngiliz esir kamplarında bunlar yaşanırken Ruslara esir düşen Mehmedlerin durumu unutulmak, "soğuk ve beyaz ölüm"e rağmen yaşamaya çalışmaktı.
Kızılhaç ve Kızılay, Rusya'daki kamplarda hiçbir zaman sağlıklı teftiş yapamadı. Romanya ve Galiçya'da esir düşen Mehmedler, ya yürütülerek veya Teplushki denen yük vagonlarına hayvanlar gibi istif edilerek Sibirya'daki kamplara götürüldü. Kafkasya'da esir düşenler ise Hazar Denizi'nde, yılan ve akrep kaynayan Nargin Adası'na kapatıldı. Yük vagonlarıyla yapılan nakillerde ölümler çığ gibiydi. 1915 kışında, Sibirya'nın bir bölgesine taşınan 800 Mehmed'den sadece 200'ünün kampa sağ olarak ulaşabilmesi, vahşetin boyutlarını gösteriyordu. Bazen de, kapı ve pencereleri tahtalarla kapatılmış vagonlar istasyonlarda haftalarca unutuluyor(!), açılan vagonlardan ise, yığınlarla Mehmed cesedi çıkıyordu.
Moskova'nın kuzeyinden Sibirya'ya kadar olan bölgedeki kamplarda, esaretin kahrına, soğuğa ve açlığa direnenlerin en büyük desteği, Çar yanlısı politikalar neticesi bölgeye göçe zorlanan Tatar Türkleriydi. Türk esirlerin hemen her ihtiyacına koşmak için çırpınan bu insanlar, kaçmaya çalışan Mehmedlere pasaport, elbise veya güvenli ev temin ediyorlardı.
Bediüzzaman burada iki buçuk yıl süren esareti sırasında, hem kamplardaki asker ve subaylara –her türlü baskıya rağmen– irşâd hizmeti yaptı, hem de Tatar Türklerinin teminat vermesiyle Volga Nehri kıyısındaki camide ikâmet etme izni aldı.
İngilizler, ellerindeki esirlerin tahliyesini sürekli erteliyor; bazı asker ve subayların yerlerini değiştiriyordu. Bunda Yunan hükümetinin ısrarlı talebinin de payı vardı. Zîrâ, salıverilen Mehmedlerin İstiklâl Harbi'ne iştirak etme ihtimali hepsini tedirgin ediyordu (Nitekim korktukları başlarına gelecekti). İngiltere nihayet 1921 sonlarında kampları boşaltmaya başladı. Eve dönüşün Rusya ayağı 1926'ya sarksa da 1921'den itibaren, önce küçük gruplar halinde; ardından toplu dönüşler başladı. Dönüşün en yoğun yaşandığı 1921 sonu itibariyle 65.000 esirden 20.000'i geri dönebilmişti.
Evet, kimisi döndü hanesine, viraneye dönmüş buldu. Kimisi çaldı kapıyı, ocağını sönmüş buldu. Dönenler tabii ki törenle karşılanmadılar. Ama şikâyet de etmediler, alkış değildi istedikleri.
Ya dönemeyenler? Myanmar, Sibirya, Mısır ve Maadi'de aylarca tel örgülere bakıp yüreği çatlayanlar; yollarda kalanlar, kaybolanlar?..
Aradan çok uzun yıllar geçti. 1990'lı yılların başıydı. Myanmar'a inen bir uçak ve merdivenlerinde dikilen gencecik bir delikanlı. Elindeki çantasına sığdırdığı dünyalığıyla, gönlünde ummanlar gibi sevgisi ve gözlerinde, insanlığın günahlarına döktüğü gözyaşlarıyla... Adı Ahmet veya Âdem ne fark eder! Kim bilir, Belki de Myanmar esir kampının şehitliğinde yatan Karadeniz Vapuru Çarkçısı "Hussein Ahmed"in torunudur o!
Artık Teplushki'lerin olmadığı buzlar ülkesi St. Petersburg'a bir başka uçak iniyor. Merdivenlerinde, önündeki şehre değil; adeta, sevdalısı olduğu Cennet bahçelerine bakan bir başka Ahmet veya Yusuf. Edirneli, solgun yüzlü, mangal yürekli, gencecik bir öğretmen. Yanı başında, en az beyi kadar inanmış bir Hatice, bir Ayşe belki de. Hani gelirken uçaktan gördükleri karlarla kaplı derin vadinin bir köşesinde donarak ölen "Ousun Keupru(lü) Moustafa Redjeb(in)" yüzünü göremediği oğlu Ramis vardı ya; işte onun torunu ve damadı onlar. Neden olmasın!
Şu Ufa'ya giden Belletmen Ali'yi mi sordunuz? O, daha kuzeydoğudaki Vetluga kampından kaçmaya çalışırken şehit edilen "Kharpout(lu) Mehmed Mouhedin(in)" torunu olamaz mı?!
Sudan'da, bir çöl gecesinin yarıdan sonrasında, serdiği seccadesine kapanıp: "Ey kimsesizler Kimsesi, tut elimden!" diye gözyaşı döken Halis Hoca'nın büyük dedesi üç kardeştiler. Bir kardeş Yemen'de şahadete erdi; diğeri, yani Halis Bey'in dedesi sağ bacağını Seddülbahir'de verdi. Bir de Cemal vardı; o esir düştü. Mısır'daki Maadi Kampına götürdüler onu. Esareti bitince de geri dönmedi Cemal, Hartum'a geldi. Kalan ömrünü orada geçirdi. İşte Halis Hoca'nın yeni geldiği Hartum'da El Kebir Camii'nde görüştüğü Hartumlu Dr. Yousuf Fadel'in aslında büyük amcası Cemal'in torunu olduğunu her ikisi de bilemezdi tabii.