Erdoğan diplomaside yeni bir Üslup geliştirdi

Erdoğan diplomaside yeni bir Üslup geliştirdi

Diplomasi dışı bir uslûb mu; diplomaside yeni bir uslûb mu?  başlığı altında Selahaddin E. Çakırgil yazdı.

işte o yazı: 

Bir ülkedeki bir devlet adamının bir başka ülkenin içsiyaseti hakkında hele de eleştiri mahiyetinde bir görüş belirtmesi, genel kural olarak o ülkenin içişlerine müdahale etmek, karışmak olarak algılanır, hiç de sevimli karşılanmaz ve problemlidir..

Tayyîb Erdoğan’ın özellikle de dışsiyasette bu zamana kadar alışılmamış bir uslûb  geliştirdiği görülmektedir.. Bu uslûbu, ‘diplomasi-dışı’ olarak görenler olduğu gibi, ‘diplomaside yeni bir uslûb’ olarak değerlendirenler de vardır..

Her iki görüşün de zayıf ve güçlü tarafları var..

Erdoğan’ın içsiyasette mesajını halk kitlelerinin anlayacağı ve halktan birisi olduğunu yansıtacak şekilde, net olarak ifade eden birisi olduğu, genelde kabul ediliyor.. Elbette ki, her doğruyu söylemiyordur, ama, doğru olduğuna inanmadığını da söylemediği söylenebilir.. Kendisine oy kaybettireceğini bilse bile, ‘Yapamıyacağımız konuda söz vermeyiz..’  şeklindeki sözüne bağlı bir çizgi takib eden Erdoğan’ın, dışsiyasette de kendine özgü farklı bir profil oluşturduğu görülüyor..

 

Hele de, yabancı dil bilmemesini ona noksanlık gibi gösterenler, kısa süre sonra, onun, dünyanın en güçlü ülkelerinin liderleriyle nasıl rahat bir ilişki kurduğunu görünce hayret ettiler.. Ünlü işadamlarından birisi (Rahmi K.), geçtiğimiz yıllarda, ‘Bizim Başbakan ingilizce bilmiyor, ama, iyi ki bilmiyor.. İngilizce bilenlerin geçmişte nasıl davrandığını bilmiyor muyuz? Tayyîb Bey ise, birisiyle el sıkışırken, bir eliyle de bir diğerinin omzuna dokunup hal-hatır sorabiliyor ve beden diliyle müthiş bir bağ kuruyor..’  diyordu..

O iş adamı bunları söylerken, dinleyenlerin gözü önünde muhakkak ki, Ecevit’in USA Başkanı Bill Clinton karşısında, okul müdürü karşısında hesab veren suçlu ortamekteb öğrencisi gibi duruşu veya Demirel’in verilen desturları dikkatle dinleyen tavırları canlanıyordu..

Tayyîb Bey ise, farklı bir tip oluşturuyor.. Bunda elbette Türkiye ekonomik açıdan geliştikçe, bunun yöneticilerine yansıyan olumlu etkisinin rolünü de unutmamak gerek..

Maliye eski Bakanı Kemal Unakıtan, Meclis’teki konuşmalarından birinde, ‘eğer ekonomik açıdan güçlü olursak, o zaman, Dışişleri Bakanımızın uluslararası toplantılardaki yürüyüşünün bile değişeceğini’ söylemişti ve bu tamamen yanlış da sayılmazdı.. Çünkü, fakir ve borçlu insanın tavrı da, zengin ve alacaklı insanların tavırları da psikolojik açıdan çok farklıdır..

 

Bu bakımdan, Tayyîb Erdoğan’ın tavır ve usulûbunu, kendi elinde daha bir güçlenen Türkiye’yle de bağlantılı görebilirsiniz..

Ama, bu ‘yumurta-tavuk’ mes’elesine de benzer.. ‘Erdoğan mı Türkiye’yi güçlendirdi, Türkiye’nin güçlenmesi mi Erdoğan’ın uslûbunu etkiliyor?’  sorusunun cevabını net olarak vermek çok kolay olmasa gerek.. Herhalde her ikisi de birbirini etkiliyor..

Erdoğan’ın, 2008 Şubatı’nda Almanya’ya yaptığı gezide, sadece Merkel’le müzakerelerinde değil, Köln- Arena’da Türkiyeli 20 bini aşkın insana hitaben yaptığı konuşmayla da Almanya’yı sarsmış, alman kamuoyunu haftalarca derinden tartıştırmıştı.. Sarkozy’ye, ‘Bir arada olduğumuzda söylediğiniz sözlerle ayrıldığımız zaman söyledikleriniz birbirinin tam tersi istikamette..’ diye çıkışı da ilginçti.. Aynı şekilde, Munich’te tertib olunan ‘Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Toplantısı’nda da, Ermenistan Başbakanı’nın Türkiye’yi suçlamaya kalkışması üzerine, ‘Sen önce, 100 bine yakın ermeni vatandaşınızın Türkiye’ye kaçak yollarla gelip çalışmak zorunda kalmasının ve onlara gözyumuşumuzun mânasını anlamaya çalış..’  şeklindeki çıkışıyla da diplomaside pek rastlanmıyan bir tavır sergilemişti.

 

Sonra, Erdoğan’ın Davos’taki müthiş çıkışı geldi.. Orada, muhatabı üstelik de diplomatik açıdan kendi mevkıinde olmayan, siyonist İsrail rejiminin C. Başkanı Şimon Peres’i ağır şekilde azarlaması, diplomasi diliyle hiç izah edilemiyecek bir tavır olarak değerlendirildi..  Ama, o konuşmayla Ortadoğu halkları, uluslararası kuralları bir kutsal çerçeve gibi anlayan mıymıntı yöneticilerinden farklı bir tiple karşı karşıya olduklarının heyecanını yaşadılar..

Gazze’ye insanî yardım götüren ‘Mavi Marmara’ gemisine siyonist İsrail rejimince yapılan hukukdışı ve barbarca saldırı üzerine takındığı tavır da aynı şekilde..

Son olarak da, Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’te yaptığı konuşmada da, kırgız sorumlulularını, ülkelerinde müthiş bir rüşvet ve mafiatik ilişkiler pençesinde oldukları  şeklinde nitelemesi ve bununla yüzleşmedikçe en büyük zararı kırgız halkının göreceğini ve o rüşvet ve mafyatik ilişkiler varken, halkın fakirlikten kurtulamıyacağını söylüyordu. ‘Benim mafyam iyidir, hırsızım iyidir demeyeceksin. Tepelerine bineceksin" şeklindeki sözlerinin  diplomatik kurallarla bir ilgisinin olmadığı açık.. Ama, Erdoğan bu sözleriyle ayakta alkışlanıyordu..

Evet, bu konuşmalarla, Tayyîb Erdoğan, diplomasi-dışı davrandığı kadar, yeni bir diplomasi dili geliştirdiği tesbitinde bulunanları da doğrulayacak bir konumda..  bilinen kuralları içinde oldıomadığı açıktır , ama, yeni bir diplomasi diyinin oluştuğunu söylemek mümkündür..

Nitekim, Rusya Başbakanı Putin’den Ameriikan Başkanı Obama’ya kadar pek çok ünlü lider, ‘Erdoğan’un sözlerine güveniyorum.. Çünkü benimsediği veya karşı çıktığı hususları net olarak söylüyor..’ diyebilmekteler..

*

 

‘Ortadoğu’daki gelişmelere seyirci kalamayız..’

diyebilen bu ses, daha çok tartışılacak..

 

Bugünlerde ise, Erdoğan’ın asıl tartışılan sözleri, Mısır’daki gelişmeler üzerine yaptığı   konuşma etrafında..

Tayyîb Erdoğan’ın 1 Şubat günü partisinin grup toplantısında, Mısır içsiyasetine müdahil olması mânasına da gelebilecek bir netlikte yaptığı konuşma, hemen bütün dünyada hayranlık uyandırdı..

Halbuki, böyle bir konuşma, başka zamanlarda belki daha çok, hayret uyandırabilirdi..

Erdoğan, konuşmasının o bölümünde şunları söylüyordu: ’Sayın Mübarek’e çok samimî tavsiyede, çok içten bir uyarıda bulunmak istiyorum. Bizler fâniyiz, kalıcı değiliz. Her birimiz ölecek ve geride bıraktıklarımızdan dolayı sorgulanacağız. Müslümanlar olarak hepimizin gideceği yer, 2 metreküp çukurdur. Seninle beraber gelen sadece kefen olacak. O kefenin kadr-u kıymetini bilelim. Onun için diyorum halkın haykırışına son verecek insanî taleblerine kulak verin, kulak verelim. Halktan gelen değişim anlayışını hiç tereddüt etmeden karşılayın. Açıkça söylüyorum, istismarcıların, kirli odakların, Mısır üzerine karanlık senaryoları olan kesimlerin inisiyatif almasına fırsat vermeden, Mısır’ın huzuru, güvenliği, istikrarı adına önce siz adım atın. Halkı tatmin edecek adımlar atın. Özgürlükler ertelenemez, gözardı edilemez.

Aylar süren seçimlerin adı, demokrasi olamaz. Biz, 24 saatte seçimi bitiriyoruz. Mısırlı kardeşlerimize de sesleniyorum, tüm bu direniş sürecinde silahtan uzak, ama tarihinize, kültürünüze de sahip çıkın. Demokrasi ve özgürlük bir ulûfe değil, insanî bir haktır. (…)
AK Parti sadece Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde hiç çekinmeden, korkmadan asla ve asla tereddüt etmeden mazlumun, mağdurun yanında olmuş, her zaman statükonun, baskı ve zulmün karşısında cephe almıştır. Zâlime ‘dur’, katile ‘katil’ diyen Türkiye ezberleri bozmakta, tabuları yıkmaktadır. Tarihte baskıyla, sindirmeyle, korkutmayla ayakta kalmayı başaran hiçbir yönetim olmamıştır. Halka gözünü, gönlünü, kulağını kapatan yönetimler bilesiniz ki uzun ömürlü olamaz. Halka rağmen hiçbir iktidar ayakta duramaz.”

Arab dünyasını derinden etkileyen tv. kanallarından EL’CEZİRE, Erdoğan’ın yaptığı bu konuşmayı başından itibaren arabca simultane (ânında-canlı) tercüme ile ekrana taşıyınca, Kahire’deki ünlü Tahrîr (Hürriyet) Meydanı’ndaki büyük kitleler, Erdoğan lehine sloganlar atıyorlar ve daha bir coşuyorlardı.. Bu arada, Erdoğan’ın 8-9 Şubat günleri için planlanan Mısır gezisini ülkedeki durum normale dönünce gerçekleştirmek üzere ertelendiği de açıklanıyordu.. Uluslararası ajanslar da Erdoğan’ın sözlerini ‘flaş’, ‘son dakika’  anonslarıyla duyuruyordu..

*

Evet, Tayyîb Erdoğan’ın dikkatli kelimelerle dile getirdiği bu görüşler, dünyada büyük hayranlık uyandırmış olsa bile; bu konuşmanın, Mubarek ve yönetiminin düşmemesi durumunda, hele de Erbakan ve Erdoğan gibi İslamî kimlikleri öne çıkan başbakanlar zamanında daha bir serinleşen Mısır- Türkiye ilişkilerinin daha da soğuyacağı tahmin edilebilir..

 

Nitekim, dünyadaki hele müslüman coğrafyalarındaki hiç bir lider bu konuda görüş belirtmezken ve hattâ, Mısır’la diplomatik ilişkileri 30 yıldan fazla zamandır kesik olan İran (İİC) bile susmayı tercih ederken, Türkiye’nin bu kadar net ve şeffaf cümlelerle devreye girmesinin bir takım bedelleri de olabileceğini, İran’daki bazı yayınlar da tahmin ediyorlardı. Bu cümleden olmak üzere, İran’ın ciddî internet sitelerinden tabnak.ir’de ‘Erdoğan’ın Mubarek’e nasihatı ve halk gösterilerini kesin olarak himaye etmesi’  başlığıyla yayınlanan haber-yorumda,  ‘İslam ülkeleri hükûmetleri arasında, Türkiye Başbakanı Erdoğan’ın çok net ve şeffaf olarak Mısır halkının taleblerine destek verdiği’ne ve Türkiye Meclisi’nde sürekli alkışlarla karşılandığı’na değiniliyor ve Mubarek’e hitaben söylediği sözleri aktardıktan sonra, ‘Mısır’da göstericilerin zafer kazanması halinde, Türkiye’nin ve Erdoğan’ın mahbubiyeti/ popularitesi bu arab ülkesinde yükselecek, durumun yatışması ve Mubarek’in iktidarda kalması halinde ise, Ankara-Kahire arasındaki münasebetlerin daha da soğuyacağı açıktır..’

 

(Bu arada alman medyasında yer alan, ‘İran rejiminin Mısır’daki gelişmelerin, kendi halkı için de örnek teşkil edebileceği korkusuyla Mısır’la ilgili haberleri sansürlediği’ yönünde iddiaların kesinlikle yanlış olduğunu da belirtelim.. )

Tayyîb Erdoğan, Kırgızistan dönüşünde, Mısır’ın içişlerine karışmak gibi bir niyetimiz yok. Ancak Ortadoğu’da onyıllardır bir sıkıntı çekiliyor. Bunun acısını bölge halkları çekiyor. Bizler Ortadoğu’yu tribünden izleyecek bir ülke değiliz. diyerek, Ortadoğu sahnesindeki yerini bir kez daha teyid etmiştir..

Böyleyken, konuyu sadece, yıllar öncesinde, Bush zamanında ortaya atılan ve uygulamaya konulamadığı için çoktaaan terkedilen BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) ile izaha kalkışmak,  Amerikan emperyalizmini, her hadisenin arkasındaki en büyük güç olarak zannetmek gibi bir yanlışa da sürükleyebilir bizi.. Bu bakımdan bu gibi iddiaları bütünüyle yok saymaksızın, ama, olduğundan fazla bir önem de vermeksizin ele almak gerekir..

*

Kılıçdaroğlu’nun, Mısır halkına, bir diktatörden

kurtulmak için, bir başkasını örnek göstermesi zavallılığı..

Tayyîb Erdoğan’ın takib ettiği veya geliştirdiği uslûbun getiri veya götürüleri üzerinde elbette farklı görüşler dile getirilebilir.. Ama, Kılıçdaroğlu’nun, Mısır halkına, ’Atatürk Türkiyesi’ni örnek almalarını’ istemesi, tam bir zavallılık olsa gerek..

Kılıçdaroğlu, Atatürk Türkiyesi’ni gitsin de, adını Dersim diye bile anamadığı Tunceli’deki hemşehrilerine dürüstçe tavsiye etsin bakalım, edebilirse..

Yani, Mubarek’in uygulamaları, Kılıçdaroğlu’nun Atatürk Türkiyesi’nde uygulananlarla mukayese edilirse, tertemiz kalabilir.. Çünkü, onların hiç değilse, ölenlerinin ardından, birilerinin ilke ve devrimleri adına anayasalara kadar girmiş olan resmî ideoloji liderine ve ilkelerine bağlılık yeminleri yok..

İlginçtir, 1 Şubat günü de, E. Özkök, Kılıçdaroğlu gibi hemen, ’Ey Türk halkı görüyor musun?’ başlığı altında, halkımıza, ’Atatürk ve İnönü’ye minnet ve şükran duymamız gerektiği’ni tavsiye ediyordu.. Anlaşılıyordu ki, Kılıçdaroğlu, Özkök’ü akıl hocası olarak benimsemişti..

E. Özkök, Ey, sen, durmadan mazini, 80 yıllık demokrasini, 60 yıllık çok partili hayatını, paspas yapan, yerden yere vuran, karalayan, azarlayan küfürbaz.
Senin kum torbasına çevirdiğin o insanların attığı adımları atmayan Arap dünyasının sefaletini görüyor musun.
Ya sen ey insafsız; bu ülkenin demokratik miladını, üç-beş sene öncesinden başlatacak kadar kendinden geçmiş güya münevver.
Durmadan Atatürk'e çakan; İsmet İnönü'ye vuran (…)  insafsız.
Görüyor musun, Atatürk'ü; bir İsmet İnönü'sü olmayan “devletsiz” halkların perişan halini..’(…)
Bak Arap sokağında neler oluyor.
Bak nasıl kan gövdeyi götürüyor.
Sense, kan dökmeden, kırıp dökmeden, yağmalamadan değiştirme adabını öğrenmişsin. (…)
Biri Cumhuriyet'i kuran, öteki gerçek anlamda çok partili hayatın yolunu açan iki insana; onlara şükretmiyor musun?
İçinden, “Onların kurduğu, bizim idame ettirdiğimiz rejim işte budur” diye gururlanmak gelmiyor mu?’ (…)
Evet sokağa çıkmayız.
Ama sandığa gideriz...’
  diyordu..

E. Özkök, ne de olsa, darbelerin herbirisine şakşakçılık yapmış, rejimin iki şef / diktatör kurucusunun alkışçısı olmuş, onların koydukları ilkelere bey’at etmeyi temel edinmiş bir kafaydı..

Kılıçdaroğlu ve ’taife-i laicus’un, işte onun gibi, ’Atatürk Türkiyesi’ni tavsiye ederken, E. Özkök’den bir noktada ayrılıyordu, herhalde.. Çünkü, Özkök seçim sandığını çare olarak gösterirken, Kılıçdaroğlu, 4 ay sonra yapılacak olan seçimin neticelerinden daha şimdiden umudunu kesmiş olmalı ki, tarafdarlarına, tıpkı Mısır halkı gibi sokaklara çıkıp, direnmelerini çağrısında bulunuyordu..

Mısır halkının, 1952’de Krallığa son verdikten sonra, Nâsır, Enver Sedat ve Mubarek olmak üzere, üç lider döneminde geliştirilmiş olan 60 yıllık bir tek parti diktatörlüğünden sonra, ’Atatürk Türkiyesi’ gibi  bir diğer tekparti ve resmî ideoloji diktatörlüğüne özenip özenmiyeceğini önümüzdeki günlerde göreceğiz.. (Bu arada belirtmeliyiz ki, Mısır halkının Mubarek rejimine karşı olan kesimlerinin bugünlerde, kendilerine örnek olarak aldıkları Tayyîb Erdoğan’ın, Kılıçdaroğlu’nun övdüğü ’Atatürk Türkiyesi’nin bir imalât hatası olduğunu bizzat kemalistler ifade etmekte ve onu istemiye-istemiye kabullenmektedirler.)

*

Omer Suleyman ve de siyonist İsrail’in rüyasını bozacak tahminler..

 

Bu arada, Gazze Kuşatması’nda, Mısır’ın sınır kapılarını Gazze’nin üzerine kapatan kişi olarak bilinen Omer Suleyman hakkında birkaç not: El’Cezire’nin haber bültenlerinden nakledildiğine, Omer Suleyman, ‘Başkan Yardımcısı olmadan önce, 1995’den bu yana Mısır Gizli Emniyeti’nin başında bulunan ve vahşice, korkunç sorgulamaların sorumlusu ve de CIA ile işbirliği sözleşmelerini imzalayan ve USA’nın terör karşıtı mücadele adını verdiği projelerle sürekli işbirliği yapan bir kişidir.. Hattâ o kadar ki, CIA, onu, kendisinin Ortadoğu temsilcisi olarak değerlendirmiştir.. Ayrıca, Omer Suleyman’ın Filistin- Mısır ve İsrail arasındaki görüşmelerde Amerika’lılar açısından oldukça güvenilir bir isim olarak itibar gördüğü ve ayrıca İslamî cereyanların etkisizleştirilmesinde önemli bir isim olarak bilinmektedir..

Omer Suleyman, 1980’li yıllarda Amerika’da, ‘J. F. Kennedy Özel Harb Merkezi’nde  ve Kuzey Carolina’da da özel eğitimler görmüş birisidir.. Ve 2003 yılında, Saddam rejiminin çökertilmesi öncesinde, Irak’daki bazı eylemcileri yakalayıp işkence altında sözde itiraflar alarak, Saddam’ın ‘El’Qaide’ ile işbirliği içinde olduğuna dair deliller toplayıp, Amerika’nın saldırmasına deliller sunmuş olan kişi olarak da bilinmektedir..’

*

Bu bilgiler de, Mısır’da Mubarek  gitse bile, yerini Suleyman alacak olursa, Mısır’ın geleceğinin nasıl olacağının ipuçlarını verebilir.

Bu arada, İng. gazetesi Guardian'da 2 Şubat günü Jonathan Freedland imzasıyla yayınlanan  'Mısır sarsılırsa İsrail titrer'  başlıklı bir yazıda dillendirilen görüşlere de kısaca değinmekte fayda var.. Bu yazıda,  ’Mubarek'in yerini Müslüman Kardeşler alırsa İsrail'le imzalanan barış anlaşması yırtıp atılır. Gazze'ye giden tüneller denetlemez ve İsrail İslamcı bir çembere alınır..’  yorumu yapılıyor ve şöyle devam ediliyordu:  "İsrailliler şimdiki rejim devrilirse yerini İslamcıların almasını bekliyor. İsraillilerin başını ağrıtan senaryo şu: Mübarek gider ve yerini Müslüman Kardeşler hakimiyetindeki güçler alır. Tahrir Meydanı'nda Mubarek'e 'Tel Aviv'e, evine dön!' diye bağıran kalabalığın taleblerine uyan yeni rejimin ilk işi İsrail'le imzalanan barış anlaşmasını yırtıp atmak olur. Mısır güvenlik güçleri Gazze'nin altından geçen tünelleri denetlemez. Aksine Hamas'a hem Mısır'dan hem de İran'dan istediği kadar silah getirme izni verilir. İsrail İslamcı bir çembere alınır. Kuzey'den Lübnan'da Hizbullah, Batı'dan Gazze'de Hamas ve Güney'den Mısır'da Müslüman Kardeşler.."

Arab dünyasını derinden etkileyen tv. kanallarından EL’CEZİRE, Erdoğan’ın yaptığı bu konuşmayı başından itibaren arabca simultane (ânında-canlı) tercüme ile ekrana taşıyınca, Kahire’deki ünlü Tahrîr (Hürriyet) Meydanı’ndaki büyük kitleler, Erdoğan lehine sloganlar atıyorlar ve daha bir coşuyorlardı.. Bu arada, Erdoğan’ın 8-9 Şubat günleri için planlanan Mısır gezisini ülkedeki durum normale dönünce gerçekleştirmek üzere ertelendiği de açıklanıyordu.. Uluslararası ajanslar da Erdoğan’ın sözlerini ‘flaş’, ‘son dakika’  anonslarıyla duyuruyordu..

*

Evet, Tayyîb Erdoğan’ın dikkatli kelimelerle dile getirdiği bu görüşler, dünyada büyük hayranlık uyandırmış olsa bile; bu konuşmanın, Mubarek ve yönetiminin düşmemesi durumunda, hele de Erbakan ve Erdoğan gibi İslamî kimlikleri öne çıkan başbakanlar zamanında daha bir serinleşen Mısır- Türkiye ilişkilerinin daha da soğuyacağı tahmin edilebilir..

 

Nitekim, dünyadaki hele müslüman coğrafyalarındaki hiç bir lider bu konuda görüş belirtmezken ve hattâ, Mısır’la diplomatik ilişkileri 30 yıldan fazla zamandır kesik olan İran (İİC) bile susmayı tercih ederken, Türkiye’nin bu kadar net ve şeffaf cümlelerle devreye girmesinin bir takım bedelleri de olabileceğini, İran’daki bazı yayınlar da tahmin ediyorlardı. Bu cümleden olmak üzere, İran’ın ciddî internet sitelerinden tabnak.ir’de ‘Erdoğan’ın Mubarek’e nasihatı ve halk gösterilerini kesin olarak himaye etmesi’  başlığıyla yayınlanan haber-yorumda,  ‘İslam ülkeleri hükûmetleri arasında, Türkiye Başbakanı Erdoğan’ın çok net ve şeffaf olarak Mısır halkının taleblerine destek verdiği’ne ve Türkiye Meclisi’nde sürekli alkışlarla karşılandığı’na değiniliyor ve Mubarek’e hitaben söylediği sözleri aktardıktan sonra, ‘Mısır’da göstericilerin zafer kazanması halinde, Türkiye’nin ve Erdoğan’ın mahbubiyeti/ popularitesi bu arab ülkesinde yükselecek, durumun yatışması ve Mubarek’in iktidarda kalması halinde ise, Ankara-Kahire arasındaki münasebetlerin daha da soğuyacağı açıktır..’

 

(Bu arada alman medyasında yer alan, ‘İran rejiminin Mısır’daki gelişmelerin, kendi halkı için de örnek teşkil edebileceği korkusuyla Mısır’la ilgili haberleri sansürlediği’ yönünde iddiaların kesinlikle yanlış olduğunu da belirtelim.. )

Tayyîb Erdoğan, Kırgızistan dönüşünde, Mısır’ın içişlerine karışmak gibi bir niyetimiz yok. Ancak Ortadoğu’da onyıllardır bir sıkıntı çekiliyor. Bunun acısını bölge halkları çekiyor. Bizler Ortadoğu’yu tribünden izleyecek bir ülke değiliz. diyerek, Ortadoğu sahnesindeki yerini bir kez daha teyid etmiştir..

Böyleyken, konuyu sadece, yıllar öncesinde, Bush zamanında ortaya atılan ve uygulamaya konulamadığı için çoktaaan terkedilen BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) ile izaha kalkışmak,  Amerikan emperyalizmini, her hadisenin arkasındaki en büyük güç olarak zannetmek gibi bir yanlışa da sürükleyebilir bizi.. Bu bakımdan bu gibi iddiaları bütünüyle yok saymaksızın, ama, olduğundan fazla bir önem de vermeksizin ele almak gerekir..

*

Kılıçdaroğlu’nun, Mısır halkına, bir diktatörden

kurtulmak için, bir başkasını örnek göstermesi zavallılığı..

Tayyîb Erdoğan’ın takib ettiği veya geliştirdiği uslûbun getiri veya götürüleri üzerinde elbette farklı görüşler dile getirilebilir.. Ama, Kılıçdaroğlu’nun, Mısır halkına, ’Atatürk Türkiyesi’ni örnek almalarını’ istemesi, tam bir zavallılık olsa gerek..

Kılıçdaroğlu, Atatürk Türkiyesi’ni gitsin de, adını Dersim diye bile anamadığı Tunceli’deki hemşehrilerine dürüstçe tavsiye etsin bakalım, edebilirse..

Yani, Mubarek’in uygulamaları, Kılıçdaroğlu’nun Atatürk Türkiyesi’nde uygulananlarla mukayese edilirse, tertemiz kalabilir.. Çünkü, onların hiç değilse, ölenlerinin ardından, birilerinin ilke ve devrimleri adına anayasalara kadar girmiş olan resmî ideoloji liderine ve ilkelerine bağlılık yeminleri yok..

İlginçtir, 1 Şubat günü de, E. Özkök, Kılıçdaroğlu gibi hemen, ’Ey Türk halkı görüyor musun?’ başlığı altında, halkımıza, ’Atatürk ve İnönü’ye minnet ve şükran duymamız gerektiği’ni tavsiye ediyordu.. Anlaşılıyordu ki, Kılıçdaroğlu, Özkök’ü akıl hocası olarak benimsemişti..

E. Özkök, Ey, sen, durmadan mazini, 80 yıllık demokrasini, 60 yıllık çok partili hayatını, paspas yapan, yerden yere vuran, karalayan, azarlayan küfürbaz.
Senin kum torbasına çevirdiğin o insanların attığı adımları atmayan Arap dünyasının sefaletini görüyor musun.
Ya sen ey insafsız; bu ülkenin demokratik miladını, üç-beş sene öncesinden başlatacak kadar kendinden geçmiş güya münevver.
Durmadan Atatürk'e çakan; İsmet İnönü'ye vuran (…)  insafsız.
Görüyor musun, Atatürk'ü; bir İsmet İnönü'sü olmayan “devletsiz” halkların perişan halini..’(…)
Bak Arap sokağında neler oluyor.
Bak nasıl kan gövdeyi götürüyor.
Sense, kan dökmeden, kırıp dökmeden, yağmalamadan değiştirme adabını öğrenmişsin. (…)
Biri Cumhuriyet'i kuran, öteki gerçek anlamda çok partili hayatın yolunu açan iki insana; onlara şükretmiyor musun?
İçinden, “Onların kurduğu, bizim idame ettirdiğimiz rejim işte budur” diye gururlanmak gelmiyor mu?’ (…)
Evet sokağa çıkmayız.
Ama sandığa gideriz...’
  diyordu..

E. Özkök, ne de olsa, darbelerin herbirisine şakşakçılık yapmış, rejimin iki şef / diktatör kurucusunun alkışçısı olmuş, onların koydukları ilkelere bey’at etmeyi temel edinmiş bir kafaydı..

Kılıçdaroğlu ve ’taife-i laicus’un, işte onun gibi, ’Atatürk Türkiyesi’ni tavsiye ederken, E. Özkök’den bir noktada ayrılıyordu, herhalde.. Çünkü, Özkök seçim sandığını çare olarak gösterirken, Kılıçdaroğlu, 4 ay sonra yapılacak olan seçimin neticelerinden daha şimdiden umudunu kesmiş olmalı ki, tarafdarlarına, tıpkı Mısır halkı gibi sokaklara çıkıp, direnmelerini çağrısında bulunuyordu..

Mısır halkının, 1952’de Krallığa son verdikten sonra, Nâsır, Enver Sedat ve Mubarek olmak üzere, üç lider döneminde geliştirilmiş olan 60 yıllık bir tek parti diktatörlüğünden sonra, ’Atatürk Türkiyesi’ gibi  bir diğer tekparti ve resmî ideoloji diktatörlüğüne özenip özenmiyeceğini önümüzdeki günlerde göreceğiz.. (Bu arada belirtmeliyiz ki, Mısır halkının Mubarek rejimine karşı olan kesimlerinin bugünlerde, kendilerine örnek olarak aldıkları Tayyîb Erdoğan’ın, Kılıçdaroğlu’nun övdüğü ’Atatürk Türkiyesi’nin bir imalât hatası olduğunu bizzat kemalistler ifade etmekte ve onu istemiye-istemiye kabullenmektedirler.)

*

Omer Suleyman ve de siyonist İsrail’in rüyasını bozacak tahminler..

 

Bu arada, Gazze Kuşatması’nda, Mısır’ın sınır kapılarını Gazze’nin üzerine kapatan kişi olarak bilinen Omer Suleyman hakkında birkaç not: El’Cezire’nin haber bültenlerinden nakledildiğine, Omer Suleyman, ‘Başkan Yardımcısı olmadan önce, 1995’den bu yana Mısır Gizli Emniyeti’nin başında bulunan ve vahşice, korkunç sorgulamaların sorumlusu ve de CIA ile işbirliği sözleşmelerini imzalayan ve USA’nın terör karşıtı mücadele adını verdiği projelerle sürekli işbirliği yapan bir kişidir.. Hattâ o kadar ki, CIA, onu, kendisinin Ortadoğu temsilcisi olarak değerlendirmiştir.. Ayrıca, Omer Suleyman’ın Filistin- Mısır ve İsrail arasındaki görüşmelerde Amerika’lılar açısından oldukça güvenilir bir isim olarak itibar gördüğü ve ayrıca İslamî cereyanların etkisizleştirilmesinde önemli bir isim olarak bilinmektedir..

Omer Suleyman, 1980’li yıllarda Amerika’da, ‘J. F. Kennedy Özel Harb Merkezi’nde  ve Kuzey Carolina’da da özel eğitimler görmüş birisidir.. Ve 2003 yılında, Saddam rejiminin çökertilmesi öncesinde, Irak’daki bazı eylemcileri yakalayıp işkence altında sözde itiraflar alarak, Saddam’ın ‘El’Qaide’ ile işbirliği içinde olduğuna dair deliller toplayıp, Amerika’nın saldırmasına deliller sunmuş olan kişi olarak da bilinmektedir..’

*

Bu bilgiler de, Mısır’da Mubarek  gitse bile, yerini Suleyman alacak olursa, Mısır’ın geleceğinin nasıl olacağının ipuçlarını verebilir.

Bu arada, İng. gazetesi Guardian'da 2 Şubat günü Jonathan Freedland imzasıyla yayınlanan  'Mısır sarsılırsa İsrail titrer'  başlıklı bir yazıda dillendirilen görüşlere de kısaca değinmekte fayda var.. Bu yazıda,  ’Mubarek'in yerini Müslüman Kardeşler alırsa İsrail'le imzalanan barış anlaşması yırtıp atılır. Gazze'ye giden tüneller denetlemez ve İsrail İslamcı bir çembere alınır..’  yorumu yapılıyor ve şöyle devam ediliyordu:  "İsrailliler şimdiki rejim devrilirse yerini İslamcıların almasını bekliyor. İsraillilerin başını ağrıtan senaryo şu: Mübarek gider ve yerini Müslüman Kardeşler hakimiyetindeki güçler alır. Tahrir Meydanı'nda Mubarek'e 'Tel Aviv'e, evine dön!' diye bağıran kalabalığın taleblerine uyan yeni rejimin ilk işi İsrail'le imzalanan barış anlaşmasını yırtıp atmak olur. Mısır güvenlik güçleri Gazze'nin altından geçen tünelleri denetlemez. Aksine Hamas'a hem Mısır'dan hem de İran'dan istediği kadar silah getirme izni verilir. İsrail İslamcı bir çembere alınır. Kuzey'den Lübnan'da Hizbullah, Batı'dan Gazze'de Hamas ve Güney'den Mısır'da Müslüman Kardeşler.."

Gücün sadece yetki açısından değil,

süre açısından da sınırlandırılması gerekmiyor mu?

 

Ayrıca, bu arada, ömür boyu süren ve adı ister sultanlık, padişahlık ve isterse cumhurbaşkanlığı veya liderlik/ rehberlik olsun, iktidar gücünün  sınırlandırılıp sınırlandırılamıyacağı konusu, hele de müslüman coğrafyalarında hâlâ da halledilememiş biri konu olarak önümüzde durmaktadır..

İslam tarihinin henüz ilk döneminde, Hz. Ömer’in öldürülmesinden sonra, o zamana göre ileri bir anlayışı sergileyen -ve sınırlı da olsa- bir şûra yöntemi ile işbaşına getirilen Hz. Osman’ın hükûmetinin 12. yılında, yakın aile çevresine büyük imkanlar sağladığı gibi iddialarla büyük karışıklıklar çıktığı; kendisine ‘ vazifesinden ayrılması..’ teklif edilince, ‘Bana bu gömleği Allah giydirmiştir..’ diye çekilmemesi ve öldürülmesinin daha sonraki tarihimizde ne büyük faciaların kaynağını oluşturduğu da hatırlanmalıdır..

 

Günümüzde de, hemen bütün müslüman toplumlarında, ömür boyu süren liderlikler devam etetirilmektedir.. Herbirisi, 30 -40 yılı bulan iktidarlar, saltanatlar.. Adı Cumhuriyet bile olsa..  (T.C.’deki bir ölü siyasetçinin 70 yıl sonra bile hükmetmesi ise, bir ayrı facia..)

Halbuki, sözgelimi, İkinci Dünya Harbi’nin ağır yenilgisiyle, 1945’de bölünen iki Almanya’yı 1990’da tek kurşun atmadan birleştiren projenin asıl mimarı olan Helmut Kohl gibi bir siyasetçi, 4’er yıllık 4 dönem, 16 yıl başbakanlıkta kaldıktan sonra, 1998’de 5. dönem seçimde yenilmişti.. Ve yenilmesini izah edecek hemen hiçbir şey yoktu.. Çünkü, ülke birliği sağlanmış, dünya çapında güçlü bir Almanya ve Helmut Kohl profili oluşmuştu.. Böyleyken, 10 yaşındayken başbakanlıkta Kohl’ü görenler, 25 yaşına geldiklerinde yine Kohl’e görüyorlardı ve artık bıkkınlık getirmişti.. Ve seçimi kaybettikten sonra, aktif siyasetten kenara çekilmekle, Kohl’ün itibarından bir şey kaybettiği söylenemez..

 

Müslüman dünyasında, kendiliğinden iktidarı bırakan bir örnek olarak, sadece Mehatir Muhammed’i hatırlıyorum.. O, Malezya’da 21 yıl başbakanlıkta kaldıktan sonra, 2008 yılının 31 Ekimi’nde siyasî hayattan ve bütün resmî vazifelerinden çekileceğini açıkladığı zaman çoğu kimse bu durumu şübhe ile karşılamış;  ama, o, sözünde durmuş ve dediğini yapmıştı..

Ama, 3 dönem seçim kazanıp, 3. dönemi tamamlamadan siyasetten çekilen İngiliz eski başbakanı Tony Blair, bir gün, B. Ecevit’e, ‘Mr. Ecevit, benim ortaokul sıralarında olduğum 1970’li yıllarda bir Ecevit vardı, siz o musunuz, yoksa onun sülalesinden aynı ismi taşıyan bir başkası mı?’ diye sormuştu..

Demek ki, iktidarı bırakmak kolay olmasa bile, o kadar imkansız da değil..

Mezarlıkların, vazgeçilmez sanılan veya işlerini bitiremediklerini düşünenlerle dolu olduğu düşünülecek olursa, genelde hizmet ve hattâ cihad aşkı diye yaldızlanan iktidar hırsını gemlemenin zorluğu ortaya çıkar.. Bu hususta, bizdeki siyasetçilerin de iyi bir örnek oluşturamadıkları ortadadır..

 

Demek ki, siyasetçilerin kitle iletişim araçlarında ve internet sâyesinde her alanda, kıyasıya eleştirildiği bir zaman diliminde, uzun süre iktidarda kalmaları, başarılı bile olsalar, pek sevimli karşılanmıyor ve iyi sonuçlar da vermiyor..  Bu açıdan, Tayyîb Erdoğan’ın ‘2011 Genel Seçimi benim gireceğim son seçimdir.’ şeklinde daha önce dile getirdiği görüşlerden, bir takım teşvik veya pohpohlamalarla vazgeçmemesi umulur..

Haksöz haber/ Selahaddin E. çakırgil