Emniyet Amiri Soruyor: Altınlarını Götürdüler mi Götürmediler mi?

Emniyet Amiri Soruyor: Altınlarını Götürdüler mi Götürmediler mi?

Anlatacağım bu trajik-komik olay Mardin vilayetinin merkezinde cereyan etmiş. Osmanlı devletinin son zamanlarıydı. Cennet mekân Sultan Abdülhamit Han İttihat ve Terakki cemiyetinin yaptığı darbe sonucu görevden alınmış, gözaltına altındaydı. Osmanlı devleti büyük bir sarsıntı geçiriyordu. Güvenlik, adalet, ekonomi ve dış ülkelerle yürütülen siyaset… Bunların tümünde istikrarsızlık vardı. Nizamsızlık ve disiplinsizlik devletin tüm kurumlarına hâkimdi. Bu sebeple keyfi muameleler çoğalmıştı.

Mardin’i bilenler bilir, üç dinin mensuplarının barış ve dostluk içinde yaşadıkları kedim bir kentimizdir. Müslümanlar,  Süryan-i kadim Hıristiyanları, Ermeniler ve Yahudiler… Bunların çarşı içindeki dükkânları, yaşadıkları mahalleler ve mabetleri yan yanadır. Her kesin birbirine saygısı vardır. Mesela gayri Müslimler Ramazan ayında açıktan yemek yemezlerdi. Aynı şekilde Müslümanlar da, gayri Müslimlerin dinlerine hakaret sayılabilecek bir söz sarf etmezler ve onlara zarar vermezlerdi.

Mahmut ve İzzettin adında iki çapulcu genç, bir Ermeni’nin evinde bin altının olduğunu öğrenmişti. Acaba bu altınları bu adamın elinden nasıl çıkaracağız diye bir plan yaptılar. Günlerce konuşup istişare ettiler. İzzettin, “Arkadaşım, biz adamın evini basıp altınları alsak bile adam bizi tanıyor. Hemen çarşı karakoluna iner ve bizi ihbar eder. Emniyet amiri de hem altınları bizden alır hem de hapsi boylarız” dedi.  Mahmut, “Galiba bu durumda tek çıkış yolu vardır. Önce emniyet ve zabıtayı görmemiz gerekir. Ermeni’nin evine yakın çarşı karakolunda A…B…  adında bir amir vardır. Ermeni’den alacağımız paranın bir kısmını ona verirsek bize yardımcı olur” dedi. Diğeri, “Peki, Onu nasıl ziyaret edebiliriz?” dedi. Mahmut, “O kolay; emniyet amiri akşam iş çıkışı evine gider. Biz evinin bulunduğu sokağın köşesinde bekler, geldiğinde durumu kendisine anlatırız” dedi.

O gün akşamı iple çektiler. Akşama doğru, amirin evinin bulunduğu sokağa geldiler. Mütecessis bir eda ile bir an önce emniyet amirinin evine dönmesini bekleme başladılar. Derken kumral saçlı, ela gözlü, 50 yaşlarındaki emniyet amiri, başındaki fesiyle ve yanındaki muhafızıyla birlikte evine dönmek üzere çıkageldi. İki genç birlikte ayağa kalkıp, “Muhterem amirim, bir maruzatımız vardır; bir dakikanızı istirham edebilir miyiz?” dediler. Her şeyden habersiz olan emniyet amiri, bu gençlerin bir dertleri var herhalde, diyerek onlara yöneldi ve: “Buyurun gençler sizi dinliyorum” dedi. Mahmut, “Amirim, biraz gizli bir durumdur; gelen giden oluyor, burada söylememiz uygun olmaz” dedi. Bunun üzerine, “Tamam, o zaman, evim yakındır; benim eve gelin, bakalım bu gizli şey neymiş, sizi orada dinleyeyim” dedi.

İki genç amirle birlikte evine gittiler. Amir onları bir odaya aldı ve: “Anlatın bakalım, neymiş bu gizli durum” dedi. Mahmut, “Amirim, şu yukarı mahallede ayakkabı ustası bir ermeni kalıyor. Tam bin altından oluşan bir kesesi vardır. Biz bu keseyi almak istiyoruz. Eğer siz de bize yardımcı olursanız bu gece veya yarın gece adamın evini basıp kefereden altınları almak istiyoruz” dedi. Amir hiddetle, “Siz ne diyorsunuz ahlaksız herifler? Böyle bir şeyi nasıl benden istersiniz? Sizi tevkif ettireceğim” dedi. Mahmut, “Amirim, kefereden alacağımız altınların yarısı sizin olur” dedi. Amir bunu duyunca sözlerini biraz yumuşattı ve: “Peki ne yapmamı istiyorsunuz?” dedi. Mahmut, “Amirim, bu adam bizi tanıyor. Altınlarını alsak bile hemen karakola inip size gelecek ve bizi şikâyet edecek. Sen onun şikâyetini dikkate almazsan bu iş tamamdır” dedi.

Amir, neşe ve ıstırap arasında gidip gelen bir halet-i ruhiye ile “Tamam, haydi gidin bakalım” diyerek çapulcu gençlere onay vermişti. Evet, neşe ile ıstırap arasındaki çizgi çok ince ve şeffaftır. İnsanlar bu iki kuvveti çoğu zaman birbirinden ayrıt edemiyorlar. Bugüne kadar namusuyla görev yapmış olan amir belki de ilk kez şeytana uyacaktı. Öyle ya, beşikten mezara kadar devam eden ömürde ne tecelliler, ne hadiseler saklıdır!

Çapulcu gençler hiç zaman kaybetmeden o gece yarısından sonra ermeni vatandaşın evine gittiler ve kapıyı çaldılar. Ermeni vatandaş Gragosyan kapıya çıktı ve: “Buyurun Mahmut efendi, bu gece yarısı hayırdır inşallah” dedi. Gençlerden birisi, “Hayırdır, hayırdır kirve; bizi içeri almayacak mısın?” dedi. [Mardin’de Müslümanlar gayri Müslimlere Kirve, diye hitap ederler.] Gragosyan, “Valla Mahmut Efendi, bu gece yarısı beni korkuttunuz, ne istiyorsunuz bilmiyorum, buyurun bakalım” dedi ve onları içeri aldı. Ermeni vatandaşın kafası karışıktı. Çünkü bu adamlar tekin değillerdi.

Onları bir odaya aldı ve: “Buyurun, hayırdır bu gece yarısı, sizi dinliyorum” dedi. Mahmut, “Bak kirve; sözü uzatmayacağız. Senin bin altının vardır. İnkâr etmene gerek yoktur. Onu bize vermek mi istersin, yoksa seni öldürüp kendimiz mi altınları arayıp bulalım?” dedi. Gragosyan, “Mahmut Efendi yanlış biliyorsunuz, benim öyle bir param yoktur. Bu kadar param olsa İstanbul’a giderdim, ne işim var bu kuytu yerlerde ayakkabıcılık yapayım” dediyse de gençler ölümle altınları teslim etmek arasında bir tercih yapması için onu ciddi şekilde zorladılar. Gragosyan, işin ciddi olduğunu anlayınca canından olmak istemedi ve çar-naçar altınları getirip çapulcu gençlere teslim etti.

Gençler hemen altınların yarısı olan 500 altını emniyet amirinin evine götürüp teslim ettiler. Geri kalanını da kendi aralarında paylaştılar. Gragosyan sabahleyin erkenden karakola gidip amirin gelmesini bekledi. Amir gelir gelmez de içeri girip derdini anlattı ve şikâyet dilekçesini verdi. Amir hiç bire şey söylemeden hemen adamın falakaya yatırılıp copla dövülmesini emretti. Bekçiler dakikalarca adamı dövdüler. Adam can havliyle yalvardı, yakardı fakat bekçilerin duracağı yoktu. Nihayet, “Neden beni dövüyorsunuz?” dediğinde amir, “Altınları götürdüler mi götürmediler mi?” diye sordu. Adam, “Götürdüler” dedi. Amir, “Vurmaya devam edin” dedi.

Grogasyan can acısıyla tekrar yalvardı: “Yeter Allah aşkına, beni öldüreceksiniz” dedi. Amir, “Götürdüler mi götürmediler mi?” diye sordu. Adam, “Götürmediler, yeter ki beni bırakın, götürmediler” dedi. Amir, “Vurmaya devam edin” dedi. Adam vücuduna isabet eden copların acısıyla son kez , “Allah aşkına, ne istiyorsunuz benden?” dedi. Amir, “Götürdüler mi götürmediler mi?” diye sordu. Adam, “Peki, nasıl bir cevap vermemi istiyorsunuz” dedi. Amir, “Götürmediler, diyeceksin” dedi. Adam, “Tamam, götürmediler, beni bırakın artık, götürmediler” dedi. Amir, “Gel, altınlarımı götürmediler, diye bu kâğıda imza at” dedi.

Adam korku ve acıdan titreyen parmaklarla imza attı ve yüreğindeki ateşi küllemek için can havliyle karakoldan çıkıp ölüler karargâhına benzeyen evine döndü. Çapulcular gasp ettikleri altınlarla keyif sürerken Gragosyan korku, ıstırap ve mahiyeti tayin edilmeyen karmakarışık bir acıyla perişan bir haldeydi. Adeta dar kundura içinde azap çeken bir ayakkabı gibiydi. Artık yaşadığı muhitten kurtulmak ve bir an önce uzaklaşmak istiyordu. Nihayet evini ve dükkanını satıp İstanbul’a taşındı.

Hey gidi günler hey! Yaşamak için öldürmeye ve gülmek için başkalarını ağlatmaya kendilerini mecbur hissedenler yaptıklarının hesabını ahirette elbette vereceklerdir. Evet, zaman çoğu kez başları ayak ayakları da baş yapar ve bu kısır döngü yüz yıllarca sürebilir. Halkın emniyeti kendisine emanet edilenler, halkın malını gasp edip onları emniyetsiz bırakabiliyorlar. Ama sonunda bu kısır döngü kırılır ve herkes yaptığının hesabını verir.