'Ekonomide Said Nursi'nin dediği döneme geçilecek'
Ekonomist Cemil Ertem, Türkiye'de özelleştirmenin mafya sistemini beslediğini söyledi. Dünyanın kapitalizm sonrasına hazırlandığını belirten Ertem, bunun İslami sistem olabileceğini ifade etti.
Ekonomist Cemil Ertem, Rotahaber'den Perihan Altınsoy'un ekonomi konsundaki sorularını cevaplandırmaya devam ediyor. Ertem, birinci bölümdeki söyleşide Avrupa ekonomisinin içinde bulunduğu durumu değerlendirdi ve Avrupa'nın yarınına ışık tuttu.
2 bölüm…
SÖYLEŞİNİN 1. BÖLÜMÜ: Esas ekonomik kriz Almanya’da yaşanacak
Hırsız baronların Türkiye’deki maşalarını (yansımalarını) konuşuyorduk. Bunlar, “Türkiye, ekonomide eskiye dönsün; yani yüksek faizle beslenen, yağmacı-devletçi sistem geri gelsin, ülke iç ve dış sömürüye açık olsun” istiyorlar demişsiniz. Kim bunlar?
Bunların kim olduğunu tek tek isim vererek söylemek hukuki bir soruna yol açabilir. Ama Türkiye, ekonomisi ve siyasetinin şimdiye kadar mevcut olan paradigmasına bir göz atın zaten kendiliğinizden bulursunuz. Türkiye nasıl bir ekonomiydi; IMF reçeteleriyle ayakta kalmaya çalışıyor (mecburen) 19 tane stand-by yapıyor, bu reçetelerle sürekli dışarıya kaynak aktarıyordu. Sürekli devalüasyon yaşıyordu ve enflasyonist bir ortamın, yağma ekonomisinin hayat bulduğu bir ülkeydi Türkiye.
HIRSIZ BARONLARIN KİM OLDUĞU BİLİNİYOR
Ve devletten menfaat sağlamayı, memleketin kaynaklarını sömürmeyi, işadamlığı sayan bir anlayış vardı.
Aynen ve bu yağmacı sistemde sanayicilik, devletle bürokrasi ile birlikte iş kotarmaktı. Hazine arazileri onlara verilmiştir, tarım arazilerine fabrika yapılmıştır. Bunlar bürokratlarla birlikte iş yapmışlardır. Türkiye’nin doğal kaynakları yağmalanmış yine ses çıkarılmamıştır. Dışa kapalı bir ekonomide fiyatları yüksek tutarak, dışarıda gerçek anlamda otomobil varken tenekeden otomobil yapmış ve halka satmışlardır. Şimdi bütün bu süreçte, kimlerin sanayici olduğunu, kimlerin devlete dayalı sözüm ona piyasada at koşturduğun biliyoruz onun için isimlerini söylemeye gerek yok.
Şimdi 2000’li yılların başından bu zamana kadarki süreçte; Türkiye’nin liberal bir ekonomiyi benimsemesi, dışa açılması gibi değişimler sayesinde; geleneksel devlete dayanarak büyüyen sermeyenin küresel güçlerle ve ayrıca Anadolu kaynaklı (giderek büyüyen KOBİ’ler) sanayi ile de rekabet etmek zorunda kalması, bu geleneksel sermayenin geriye gitmesine neden oldu. Bütün bunların altyapısını besleyen asker vesayetinin ve bürokratik oligarşinin çözülmesi de çok kısa zamanda ama sancılı olmuştur. Bu gün bu sancıları yaşıyoruz Ergenekon’u, balyozu filan bu süreçten ayrı tutamayız.
İtalya’daki ‘Gladyo terörü’ anlatılırken arkasındaki (P2) Mason Locasına çok sık vurgu yapılır. Bizdeki Ergenekon operasyonunda ise böyle bir bağlantı kurulmuyor, kuranlara da komplocu deniyor…
Türkiye’deki Ergenekon yapılanması İttihat ve Terakki’den beri gelen tarihsel yapılanmadır. Devletin faşist ve baskıcı yüzüne dayanan belli bir sermaye grubunun, bürokrasinin ve o gruptan nemalanan silahlı gücün iktidarını anlatır. Bu kanlı bir iktidardır.
Türkiye bundan çok çekmiştir hala da çekmektedir. Bugün Türkiye’nin demokratikleşme sancısı çekmesi -ciddi siyasi iradeye rağmen- bunun sonucudur. Burada bir takım masonik yapılar, mafya yapıları, örgütler olacaktır. Ama belirleyici olan bunlar değildir. Bunlar büyük örgütlenmenin sıradan aparatlarıdır sadece.
Tarihsel çıkar birliğidir bu. Dolayısıyla bu yapılarla, ulus devletinin çıkarları doğrultusunda örgütlenen ve devlete dayayan egemen sermaye güçleri arasında her zaman ilişki vardır ve olacaktır. Öyleyse bütün işi bu yapılara bağlamak meseleyi örtmek ve ulus devletin kanlı yüzünü saklamak olur. Bugün Ergenekon yapılanmasına baktığımız zaman 10 yıllık mesele değil ki, Maraş, Çorum, 1 Mayıs, 5-6 Eylül olayları hep bu yapının ürünüdür. Şimdi bu büyük hikâyenin içine bir iki mason locasını sokup onlarla açıklayamazsın. Aksine onlar da bu organizasyonda kullanılmışlardır.
JET FADIL CİDDİ BİR İŞADAMI DEĞİLDİR
Uzun zamandır gündemimizi yerli otomobil tartışmaları meşgul ediyor. Fakat bizim daha önce benzer bir deneyimimiz olmuştu… Jet Fadıl’a ne oldu?
Bakın Jet Fadıl diyorsunuz. Adı üzerinde… Ortada gerçekten çok ciddiye alınacak bir hikâye yok. Bu tür unsurlar bir sermaye birikimleri yokken, belli fırsatları kollayarak, o fırsatlar üzerinden zengin olmaya çalışır, hayat bulurlar. Bu tür kriz dönemlerinde ortaya çıkar ve hızlı bir şekilde de yok olurlar. Dolayısıyla Fadıl Akkündüz olayının da böyle olduğunu düşünüyorum
Otomobil yaptırmazlar, uçak yaparız ama uçurmazlar… Nasıl yani?
Türkiye yerli otomobil yapmakta geç kalmıştır. Dışarıya bağımlı olmadan geliştirebilseydi iyi olurdu. Şüphesiz otomotiv sektörü pek çok açıdan lokomotif bir sektördür. Ama bugün, otomobil sanayi üzerinden teknolojiye dayanan sanayi oluşturmanın, buradan küresel güçlerle rekabet edebilen bir oyuncu olmanın geride kaldığını düşünüyorum.
İşte sorun bu, yerli otomobil yapımında neden geç kalındı?
60’lı yıllar için onu düşünebiliriz. Yerli otomobilin, demiryollarının, deniz taşımacılığının geliştirilememesi, devlete dayalı sanayicinin büyümesi filan bütün bu hikâyeyi anlatabiliriz. Ama bugün Türkiye’ye birileri otomobil yaptırmıyor diyemeyiz.
Bir de şöyle bir şey var; teknolojiyi kimse denetleyemiyor artık. Bugün Pakistan’ın dağlarında atom bombası yapılıyor olabilir. Türkiye de her şeyi yapabilir, sadece geleneksel sanayi aktörleri çerçevesinden çıkarak, demokratik ve dış piyasaya açık yatırım ortamını geliştirmesi yeterlidir.
İyi işte biz de küresel güçler yeni yapıların filizlenmesine izin vermiyor, baskılıyor demiyor muyuz?
Çok doğru bir noktaya değindin. Jet Fadıllar gibi piyasaya yeni unsurların girmesi rekabet edebilmesi, bu rekabete bağlı olarak ürün kalitesinde iyileşme, fiyat düzenlemeleri, fırsat eşitliği gibi şeylerin olması gerektiğini söyleyebiliriz. Ama bunu Fadıl Akkündüz üzerinden anlatmak çok spesifik olur. Bütün bu süreçte özellikle Anadolu’da çok yeni ve küresel rekabet yapan firmalar ortaya çıktı. Tabii ki bunlar geçmişte, özellikle devlet bürokrasisi ve o bürokrasiyi elinde tutan güçler tarafından engellenmeye çalışıldılar. Ama bugün bu ‘aşağıdan’ gelenlerin daha rahat olduğunu söyleyebiliriz.
TÜRKİYE’DEKİ ÖZELLEŞTİRME MAFYA SİSTEMİNİ BESLEMİŞTİR
Türkiye’deki özelleştirme uygulamalarıyla ilgili iki farklı yorum var. Bir kesim; ‘battık, bittik, öz kaynaklarımız yağmalanıyor, derken, diğer bir kesim; ‘her şeyi satalım, devlet piyasadan çekilsin’ diyor. Bunlar biraz da günün modasına göre yapılan yorumlar gibi geliyor bana, ortasını bulamaz mıyız?
Türkiye’deki özelleştirme tartışmalarının başından beri yanlış yürütüldüğünü düşünüyorum. Özelleştirme meselesini bir mülkiyet sorunu olarak gördüğünüz zaman çok yanlış olur. Yanlış politikalar belirlersiniz. Ekonomi mülkiyet problemi değildir. Özelleştirme; ekonomiyi ayakta tutan işletmelerin nasıl verimli ve etkin işletileceği, yeniden yapılandırılacağı, hangi sektörlerde yoğunlaşacağı gibi prensipler belirlenerek yürütülmelidir
Vatandaşın anlayacağı şekilde konuşalım, vatandaş diyor ki; “Denetleyemiyorsun, verimli işletemiyorsun diye benim işletmelerimi niye satıyorsun, satmak yerine verimli bir şekilde işletmenin yollarını ara!”
Şimdi o vatandaşın dediğiniz işletmeler aslında hiçbir zaman vatandaşın olmadı. Onlar devlet bürokrasisinin ya da ona dayanan sermayenin yağma düzeneği olarak ortada kaldılar ve dolayısıyla yağma ekonomisini devam ettirdiler. Ve sırtımızda yüktüler. Ama bunların da yine aynı yağmacı zihniyetle, peşkeş çekercesine satılması, varlıklarının arazi değerleri ve binaları üzerinden belirlenmesi, fabrikaların ortadan kaldırılması, istihdamın düşmesi ve yenilenmemesi çok yanlıştır ve yağmadır. Bu tür bir özelleştirmeye karşı çıkmak lazım…
O anlamda Türkiye’deki özelleştirme, belli bir dönem, mafya ekonomisini beslemiş ve büyütmüştür. Burada yapılması gereken; işletmeleri, gerçekten verimli hale getirecek ve bu verimliliğe uygun yatırım yapacak girişimcilere, gerekli düzenlemeler yapıldıktan sonra verilmesiydi. Buna uygun bir prosedürün uygulanması gerekiyordu. Mesela Türk Telekom örneğini verelim.
Ben de onu söyleyecektim, özelleştirildikten sonra mı oldu bilmiyorum ama sabit telefonlara yansıyan (hiç telefon kullanmadan) 18-22 lira gibi fahiş faturaları nasıl izah ediyorsunuz?
Şu var, Türkiye’deki vergi sistemi dolaylı vergilere dayanıyor ve böyle bir sistem her zaman adaletsizdir. Bu vergi sistemiyle ve kısıtlı üretimle pek çok sektörde -üründe fahiş faturalar ödemek mümkündür. Türkiye dolaylı vergilerle ekonomisini ayakta tutan bir ülke ve burada çok ciddi vergi reformuna ihtiyacımız var. Dolayısıyla sizin şikâyet ettiğiniz fatura ücretlendirmesinin önemli bir kısmı vergidir. Eskiden bir kamu kurumu vardı, zaten rekabet etmediği için fiyatlaması rekabet kuralları içinde gerçekleşmiyordu.
Orası ayrı bir tartışma ama biz özelleştirilmesine sürecine de bakalım. Dünyada kapitalizmin geldiği aşamada, devletin telefon operatörlüğü, kumaş üreticiliği, demir-çelik üreticiliği yapması geride kaldı. Bu dönem kapandı.
Burada TT gibi yapıların özelleşmesi küresel rekabete açılması kaçınılmazdı. Fakat Türkiye öyle bir konjonktürde -İngiltere gibi çok hızlı yapması gerekiyordu- özelleştirme yapmaya başladı ki çeşitli yasalarla ve yapılarla mücadele etmek zorunda kaldı. Devletçi yapı ve yargı sistemi süreci anlamadı ve önemli ölçüde direndi. Biliyorsun Danıştay süreci iptal etti. Çok iyi bir fiyat oluşmuşken, iyi fiyata satılacakken geç kalındı ve fiyatların düşmeye başladığı bir konjonktürde ucuza satıldı.
Burada küresel ekonomiyi düşünmeden, arka planı okumadan özelleştirme meselesine de bakamayız.
Bu gün TT için şu anda mı daha etkin, devletin elinde olduğu zaman mı daha etkin tartışması yapabiliriz ama bundan kesin bir sonuç çıkmaz. Yalnız şu var ki sabit iletişimde tekel midir, tekeldir tabi.
TEKELİ EKSİK REKABET ORTAYA ÇIKARIR
Tekel dediniz de, biliyorsunuz İstanbul’da belediye şirketlerinin özelleştirilmesi söz konusu, İDO özelleşti sırada İGDAŞ var. Ama onlar da alanlarında tekel şirketler…
Şunun yapılması lazım, İGDAŞ’ı satarken piyasaya küresel oyuncuların girmesine yol açılaması, rekabete imkân tanınması lazım.
Kim ve nasıl? Neredeyse şehrin tamamına doğalgaz döşendi, aynı şey telefonda da vardı neyse ki orada alternatif (GSM operatörleri) var…
Haklısın, esasında baktığımızda eksik rekabet, bir tekel olayını gün yüzüne çıkarıyor. Günümüz ekonomilerinin en önemli sorunu bu. Burada soracağımız soru rakibi olmayan kuruluşların ya da kolay piyasa girişlerinin olmadığı alandaki kuruluşların özelleştirilmesinin nasıl olması gerektiği. Bunu ayrı bir prosedüre bağlı olması lazım. Belki bu şirketler kamu mülkiyetine geçebilir. Ama burada kamu derken devlet demek istemiyorum.
Devlet, kamu nasıl bir ayrım yapıyorsunuz?
Burada devlet derken merkezi-bürokratik bir güç iktidarını anlatmak istiyorum. Kamu derken de hepimizin denetleyeceği, şeffaf, denetim mekanizmalarının demokratik yöntemlerle çalıştığı, çalışanların ortak olduğu, piyasaya açık yapıları-işletmeleri kast ediyorum. Aslında bu ayrımı yalnız ekonomi ve iktisadi işletmeler için değil, siyaset için de, hayatın her alanı için de yapabiliriz. Mesela Türkiye’de sivil toplum kuruluşları, meslek örgütleri gerçek anlamda sivil (kamu) değildir. Onlar bürokratik devlet yapısının aparatlarıdır. İşte bu anlamda gerçek bir kamulaştırmadan bahsediyorum, bu apayrı bir modeldir. Burada piyasa mekanizması yine işler, piyasanın gereğini yapmayan, doğal olarak, silinir gider.
BANKALAR HAYALİ KAYNAK ÜRETİR
Biraz da modern tefecileri yani bankaları konuşalım. Onlar, ‘tüketmiyorsan hiçbir şey değilsin’ diyen ve insanları, ev, araba, kredi kartı gibi harcamalarla borçlandırarak köleleştiren sistemin de en büyük aktörleri aynı zamanda…
Evet, bankalar bu anlamda ve bu şekilde çalışırsa dediğiniz belki doğru olabilir. Ama biliyor musunuz, bu krizle birlikte bunun da sonuna geldik. Esasında kapitalizmde çok şey değişecek, en önemlisi de finans ve bankacılık sistemi. Bunlar büyük sayılar kanununa göre çalışıyor. Yani insanlardan topladığı mevduatları, krediye dönüştürerek, ama özellikle son yıllarda tüketici kredisi olarak mesela, daha çok kredi kartı benzeri ürünler geliştirerek tüketiciye dağıtıyor. Böylece hem komisyonları hem de faizleri yüksek tutuyorlar. ABD’deki Mortgage kredileri böyledir. 90 yaşındaki bir insana 30 yıl kredi ile ev vermek gibi.
Banka sisteminin yarattığı kaynaklar fiktif (hayali) yapılardan oluşur. Bu fiktif yapılar bankacılık sistemi ile çalışan reel işletmelerin de karlarını hayali bir şekilde yükseltmelerine neden oluyor. Mesela ABD Enron skandalı böyle bir skandaldır. Hiç olmayan yatırımları yapmış gibi göstererek bankaların da işbirliğiyle kâğıt üzerinde olağanüstü karlar elde etmiş ve patlamıştır.
DÜNYA İSLAM EKONOMİSİNE YÖNELİYOR
Kazan, tüket, tüket, nereye kadar?
Tabi tabi, bu bir sadet zinciri… İtalyan göçmeni uyanık Amerikalı Charles Ponzi’nin hikâyesi bilinir. Ponzi, 1920’de 15 milyon doları - ki bu para o tarihte ABD milli gelirinin binde ikisi civarındaydı- yüksek faizle değerlendireceği sözü vererek toplamıştı. Ponzi, vadesi gelen ödemeleri sisteme yeni girenlerin parası ile yapıyor ama kendi parasını kesinlikle bu zincire sokmuyordu. Ponzi’nin sistemi beş ay ayakta kalabildi. Ama Ponzi’nin saadet zinciri çöktüğünde geride kalan iki şey vardı. Birincisi binlerce mağdur, ikincisi de finans literatürüne giren ‘Ponzi saadet zinciri ya da Ponzi yapısı’ terimi. Esasında özetle dünyada krize giden finans sisteminin de böyle çalıştığını söyleyebiliriz, bu Ponzi sistemidir. Ancak 2008 kriziyle bu sistem kapanıyor. Basel kriterleri getirildi, bir takım önlemler alındı ama yeterli değil.
Peki, bankacılık sistemi nasıl çalışacak, ne olması lazım?
Giderek İslam ekonomisi; faize değil, kar oranlarına dayanan, reel alanlarda yatırım yapmayı ödüllendiren, elde ettiği getiriyle ekonomiyi de büyüten bir finans sistemi konuşuluyor. İslami bankacılık gelişmeye başladı, insani olan ve akıllıca olanın bu olduğu anlaşıldı. Krizden sonra ‘Sukuk fonları’nın (faizsiz fonlar) ihracının arttığını görüyoruz. Osmanlı vakıf sistemi de batıda incelenmeye başlandı.
Demek ki şöyle bir yola doğru gidiyoruz, ‘bankacılık sistemi bu şekilde çalışamaz’. Bankaların topladıkları sermayeleri yatırımlara dönüştürecek mekanizmalara aktarmaları lazım.
Bir dönem hazine bonolarından kar ediliyor sanılıyordu hâlbuki devletin borçları artıyor, küçük bir kesimin ekmeğine yağ sürülüyormuş. Sonrasında yüksek vergilerle ve farklı şekillerde vatandaşa geri döndü zaten.
Evet, Türkiye iktisat tarihinde hazine bonosundan spekülasyon yapılması ayrıca devletin buraya yüksek faiz ödemesi ayrı bir soygun hikayesidir. Ama bu bir sistem o sisteme girdiğin zaman kurbanı oluyorsun. Mühim olan bu yönlendirmeyi doğru yapmak, sistemi doğru kurmaktır. O, soygun düzeniydi, yönlendirmeyi biz yapmadık, bunun öyle olmasını isteyenler yaptı. Devlet de onların devletiydi, vatandaş da buna alet oldu…
İŞSİZLİĞİN ARTMASI KADINLARIN YÜZÜNDEN Mİ?
Kadınların çalışma hayatına girmesinin ‘ işsizlik oranlarını artırdığı, erkek nüfusunu işsiz bıraktığı ve başka sosyal problemlere yol açtığını savunanlar var. Üstelik bunu sadece din adamları değil, bazı yazarlar ve sosyal bilimciler de dillendiriyor. Dini ve sosyal yönü bir yana, iktisadi ve teknik olarak bakalım, var mı bunun gerçekliği?
Hayır, kesinlikle yok. Kadının iş gücüne piyasa girmesi hem ekonomik açıdan hem de sosyal açıdan iyi bir şeydir. Toplumum kültürel alanlarda gelişmesine de büyük faydaları olduğunu düşünüyorum. Kadının ekonomiye katılması eğitimi düzeyini yükseltir. Aynı zamanda rekabet oluşturur, yani iş gücünde kaliteyi yükseltir, ücretler artar. Kadınların işgücüne katılması ayrıca işyerlerindeki motivasyonu yükseltir, çalışma sisteminin iyileştirilmesi ve buna bağlı pek çok sosyolojik düzenlemelere de fayda sağlar. Ekonomi ve ülke açısında olumlu ve gerekli bir şeydir düşünüyorum.
Bir ekonomist olarak Türkiye’deki tarım politikaları hakkında ne düşünüyorsunuz. Kafayı yüksek teknoloji ve ağır sanayiye takanlara ünlü Kızılderili atasözünü sık sık hatırlatmak gerekiyor sanırım…
Evet, sanayileşme ve buna bağlı olarak ileri teknoloji üretimi ve burada rekabet etme akımı Türkiye’yi de sarmış durumda. Nükleer santral, daha çok enerji üretimi filan derken Kyoto Protokollerini kimse takmıyor. Çok ciddi bir rekabet var, buna ulus devletler öncülük ediyorlar. Amazonlar bitiyor, Almanya Ren’i kirletiyor, öbürü Tuna’yı, biz Dicle Fırat’ı ama bunun bir sonu olacak.
Ekilebilir verimli arazileri yok ediyoruz, yoğun göçler falan bütün bunlar aslında bir tarım ve çevre politikası çerçevesinde ele alınmalıdır. Biz burayı ihmal ettik. Bir de Türkiye’nin tarımsal büyümesindeki yetersizlikte, tarıma dayalı işletmelerin etkinsizliği ve verimsizliğine bağlı sorunlar var. Doğuda feodal sistemin kırılması ancak bunun daha sonra militerleştirilerek farklı şekilde kullanılması da söz konusu ki, bana göre bugün Kürt sorunun en önemli yanlarından biri de budur.
Ayrıca tarımda miras yoluyla arazilerin parçalara bölünmesi sonucu, ortada kalan toprakların büyük sanayiciler tarafından toplanarak yok edilmesi süreci de yaşanmıştır. Dolayısıyla tarımda kooperatifleşmeye gidilmesi lazım. Bu, çiftçinin elindeki kaynakların verimli kullanmasına, fiyatların devlet desteği olmaksızın üretenin de işine yarayacak şekilde düzenlemesine ve maliyetlerin düşürülmesine yarayacaktır. Tarım Bakanlığı burada ciddi adımlar atarak topak ve havza yönetimi konusunda ciddi projeler ortaya çıkardı
Yani petrolün içilmeyeceği, uranyumun yenmeyeceğini anladılar mı diyorsunuz?
Tabi tabi, dünya bunu fark etti. Ama çok az zamanı kaldı aslında dünyanın. Yaşam alanlarının azalması, kanser gibi hastalıkların çığ gibi büyümesi gerçekleri fark ettirdi. Birçok nükleer enerji kazaları -bilmediklerimiz de- oluyor. Bütün bunları topladığınız zaman denizler, kutuplar etkileniyor, hayvan popülasyonu konusunda da ciddi sıkıntılar yaşanıyor. Dünyanın çok ciddi bir gıda krizinin eşiğinde olduğunu söyleyebiliriz.
Son olarak “Sınıfsız bir toplum, insani bir ekonomi için kapitalizm sonrasını tahayyül etmemiz gerekiyor” demişsiniz. Buyurun ediniz…
Şimdi Türkiye’de birkaç tane korku vardı, ülke uzun yıllar bunlarla yönetildi. Bunlardan bir tanesi komünizim korkusudur; Celal Bayar’ın ‘bu kış kominizim gelecek’ sözü ünlüdür. Diğeri bölünme korkusu, bir diğeri de şeriat korkusudur. Bunların hiçbiri olmamıştır ama bu korkularla darbe yapılmıştır.
Öyle olunca kapitalizm sonrasında, Türkiye’de komünizm hayaleti, korkusu yüzünden sosyalizmi, Şeriat korkusu yüzünden de İslami ekonomiyi tartışamadı. Bu krizle birlikte komünizm korkusunun boş bir korku olduğunu, kapitalizmin de kötü bir şey olduğunu anladık. Şimdi bütün dünya kapitalizm sonrasını tartışıyor, peki, ne olacaktır?
Mesela İslami ekonomi düşünülebilir. İslam ciddi bir sistemdir, bazı teoriler çıkarılabilir ve bunun ne kadar mümkün olacağı tartışılır. Bu açıdan Said Nursi, bana göre çok ciddi bir formülasyon ortaya koymuştur. Kapitalizmi ecir (ücret) dönemi olarak anlatır, bu karşılığı alınmamış ücrettir. ‘İnsanlık nasıl kölelik sistemini aştıysa, ecir dönemini de aşacaktır’ der. Kapitalizm sonrasında insanlık için ‘malikiyet ve serbestiyet’ dönemini işaret eder. Malikiyet, insanların kendi emeklerini, birikimlerini, bilgilerini değerlendirebilecekleri, mülk edinebilecekleri bir sistemdir.
SSCB niye yıkıldı, insanlar Moskova’ya 10 rubleye uçuyorlardı, barınma sorunları, okul sorunları yoktu ama evlerindeki musluk bozulduğu zaman kaç gün muslukçu bekledikleri belli değildi. Çünkü muslukçular dükkân açamıyordu. Yani insanların kendi yeteneklerini değerlendirecekleri ve mülk edinecekleri özgürlükleri yoktu. Dolayısıyla malikiyetin olması için ne olması lazım, hürriyet. Bu formüldeki ikinci anahtar kelimemiz; serbestiyet. Serbestiyet insanın, bireyin kayıtsız, şartsız özgürlüğüdür.
Liberalizm var bir de…
İnsanlık tarihinde liberalizmin serbest rekabetçi dönemi 30-40 yıllık bir dönemdir. Ondan sonra çok hızlı bir şekilde ulus devletlere dayanan tekelci sisteme geçilmiştir. Liberalizmi konuşacağız, daha Türkiye’de de tam anlamıyla bilinmiyor. 21. yüzyılda, liberal sistemin nasıl olması gerektiğini, insan özgürlüğünün sınırlarını konuşup tartışacağız…
twitter.com/paltinsoy
[email protected]