DURUŞ
İnsanlar hangi seviyede/makam/mevkide ve hangi konumda olursa olsun, onlara sağlam bir duruş gerekir. Sağlam duruş kişiyi/kişileri yüceltir. Sağlam ve doğru olmayan bir duruş; “kişiyi süfli/aşağılık bir duruma götürür/düşürür.”
İnsanlar yüksek makamlara gelebilirler. Güç/kuvvet veya çok bilgi sahibi olabilirler. Bunlar güzel şeylerdir. Fakat sağlam bir duruşa sahip olmayan kişiler bu makam ve mevkilerini, güç ve kuvvetlerini kaybettikleri an; ya unutulup hiç olurlar, ya da insanların hafızalarında ve dillerinde kötülükle anılırlar.
Sağlam bir duruşa sahip olanlar ise aradan asırlar geçse bile, o kişi ve şahsiyetler unutulmazlar. Zaten kişilerin değerleri, yaptıkları ile/duruşları ile nerede, hangi tarafta/hangi safta durdukları ile belirlenir/ölçülür.
Şimdi, sağlam/doğru/yerinde bir duruş nasıl olmalı, ona bakalım. Sağlam bir duruşun birinci şartı Muhammedi olmasıdır. Muhammedi olmayan bir duruşun sağlam/doğru bir duruş olması düşünülemez.
Hani Âlemlerin efendisi (s.a.v)’ne hırsızlık yapan kadının cezasını kaldırsın diye sahabeden Usame bin Zeyd’i aracı olması/ricada bulunması için gönderdiklerinde; O müşfik/şefkat peygamberi, hiddetlenerek şöyle demişti; görüyorum ki siz seçkin/nüfuzlu olanlarınızın suçlarının cezasını ertelemem/onlara imtiyaz ayrıcalık/tanımam için bana adam gönderiyorsunuz. Vallahi suçu işleyen kişi kızım Fatima da olsa; ‘yine de ben bundan vazgeçmem’ diyerek duruşunun sağlam/Kur’an-i olduğunu göstermiştir.
Yine, peygamberliğinin en zorlu/sıkıntılı/şiddetli döneminde, müşrikler, ona (sav) şu teklifte bulundular. Makam/mevki istiyorsan verelim. İstersen seni başımıza kral yapalım. Kadın istiyorsan seni şehrin en güzel kızlarıyla evlendirelim. Para istiyorsan seni altın ve servet sahibi yapalım. Yeter ki, sen bizim otoritemize/düzen ve putlarımıza karışma dediler. Bu sözleri sabırla dinleyen nebi Aleyhisselam/O büyük peygamber, şöyle dedi; vallahi Güneşi sağ elime, Ay’ı da sol elime verseniz; “yinede ben yolumdan dönmem/davamdan vazgeçmem.”
Hani, zulmün ve fitnenin baş kaldırdığı zamanda, Ahmet bin Hanbelî kırbaçlamışlar ve ona Kur’an-ın mahlûk/yaratılmış olduğunu söyle seni serbest bırakalım demişlerdi. Kendisi ile beraber olan âlimler işkenceye dayanamayıp kurtulmak için Kur’an mahlûktur deyip kurtulmuşlardı.
O büyük âlim ise; o kadar işkenceye rağmen bunu söylemedi. Aslında Kur’an mahlûktur dese idi küfre mi düşecekti? Hayır.
Ama o büyük âlim şöyle düşünüyordu. Benim gibi bir âlim duruşunu sağlam tutmalıdır. Eğer ben kurtulmak için takiye yapsam kurtulurum. Fakat benim gibi fetva ve hadis dalında söz sahibi olan bir âlimin susması caiz değildir. Hem de peşimizden gelecek Müslümanlar için doğru değildir. Bu diğer Müslümanlar için bir sapıtma yolu/örneği oluşturur.
Çünkü diğer Müslümanlar takiye yaptığımızı bilmezler ve bu yüzden onlara kötü bir çığır/yol açmış oluruz. Diyerek bir âlime yakışır tutum sergilemiş işkenceler görse dahi, takiye yapmayarak sağlam duruşunu ortaya koymuştur.
Yine, mısırlı büyük müfessir ve mütefekkir, Prof. Dr. Seyyid Kutup, idama mahkûm edilir. İdam edilmeden önce, zalim cemal Abdül Nasır ona bir heyet gönderip şayet açıkça/aleni olarak benden, sistemimden özür dilerse onu af edeceğimi söyleyin.
Seyyid kutup onlara şöyle cevap verir; eğer Yüce Allah bana bunu hak ettiğim için vermişse, ben Hakk’ın hükmüne razıyım. Eğer batıl kanunlarla mahkûm olup idam edileceksem, ondan çok daha üstün bir düşünceye/akideye sahip olduğum için batıldan ve münafıklardan merhamet dilemem. Allah’a şükürler olsun ki on beş sene cihad ettikten sonra bu mertebeye ulaştım. Ben Allah yolunda yaptığım iş için özür dilemem. Namazda Allah’ın birliğine şehadet eden parmağım asla bir tağutun hükmünü onaylayan tek bir harf bile yazmayacaktır.
İşte budur dik duruş. İşte budur sağlam akide ve sağlam/ilkeli duruş. Muhammedi duruş dediğimiz şey, kişinin canına-malına ve her şeyinin kaybedilmesine mal olsa dahi, o duruşundan taviz vermeyip şehadeti/ölümsüzlüğü tercih etmektir. Yoksa dünyanın basit makam ve menfaatleri için inanç ve duruşlarını değiştirenler Muhammedi mesajı anlamayanlardır.
Hani nemrut ve ava-nesi, İbrahim Aleyhisselamı yakmak için o zamana kadar ki yeryüzünün en büyük ateşini yaktığında, görürler ki bir karınca ağzında su ile ateşe doğru gidiyor. Karıncaya sorarlar sen ne yapmak istiyorsun. Karınca, ben ateşi söndürmeye gidiyorum der. Kendisine bu su ile mi ateşi söndüreceksin? Diye sorduklarında, karınca şu cevabı verir. Ben ateşi söndüremezsem de en azından duruşumu/safımı belli etmiş olurum.
Yine, büyük şahsiyetlerden ve müfessir-i ulemadan said-i nursi (Rh. a) mahkemeye getirilir. Mahkeme hâkimi kendisine; o başındaki sarığı çıkar demiştir. Âlim mahkemeye hitaben; bu sarık ancak bu başla beraber çıkar demiştir.
Üstad Bediüzzaman Said-i nursi, Başka bir zaman yine mahkemede yargılanmaktadır. İçinde bulunduğu vaktin namazını eda etmek ister. Vakit geçmek üzeredir. Üstad namaz kılmak üzere mahkeme heyetinden müsaade ister, mahkeme heyeti bu isteği kabul etmez ve namazını daha sonra kaza etmesini söyler.
Üstad Bediüzzaman, hiddetlenerek kalkar ve mahkeme salonunun dışına çıkarken şunları söyler; biz namazımızı kılmayıp kazaya bırakacaksak, o halde biz niçin buradayız/neyin mücadelesini veriyoruz. Diyerek çıkıp gider vakit namazını kılar.
Tarihin kaybedemeyeceği/silemeyeceği böyle şahsiyetlerin, zaman ve mekân tanımayan, kutsal davalarının önünde/kalplerinin derinliklerine işlemiş akideleri/imanları karşısında hiçbir güç duramamıştır. Zalimlerin zulmü, teknolojileri ve işkenceleri bile onların karşısında aciz kalmıştır. Onlar gülerek şehadeti karşılamışlardır.
Onlar, düz zeminde bile kayan, kaypaklar gibi/davalarını ucuza satmamışlardır. Onlar her zaman ve her mekânda hakkı üstün, hukuku ayakta tutmaya çalışarak sağlam duruşlarını korumuşlar ve gelecek nesillere/kahraman mücahitlere birer ışık ve rehber olmuşlardır. Ne mutlu o kutlu peygambere ve ona uyanlara. Ne mutlu Muhammedi duruşa sahip olanlara…
Bizden onlara saygıyla-selam olsun…