Diyanetin Yanlışlarla Dolu Meal Hakkındaki Raporu

Diyanetin Yanlışlarla Dolu Meal Hakkındaki Raporu

İslam dünyasında sorunların gittikçe çoğaldığı bir dönemde yaşıyoruz. Müslümanların bir sorunu çözülmeden diğer bir sorun ortaya çıkıyor. Hemen hemen her gün Müslümanlar yeni ve onarılması güç bir problemle karşı karşıyadırlar.

Küdüs-ü Şerif 1967 yılından beri İsrail devleti tarafından işgal edildi. İşgal ve tecavüz zaman zaman Mescid-i Aksa camisinin içine kadar sirayet etmektedir. İsrail’in Ortadoğu’ya yerleşmesinden bu yana Filistin Müslümanları sağa-sola hicret ederek memleketlerini terk etmek zorunda kaldılar. Filistin sorunu derinleşip karmaşık bir hal alınca Kıbrıs sorunu baş gösterdi. Kıbrıs hem bizim için hem bütün âlem-i İslâm için stratejik bir öneme sahiptir. Çünkü Kıbrıs Resûl-i Ekrem’in (sav) ümmete bir emaneti, bir hatırasıdır. Yüzyıllardır Türkler, “Hala Sultan” Tekkesine hürmeten burayı ellerinde tutabiliyorlar. Fakat haçlılar bizi bu adadan çıkarmak için yüzyıllar boyu çevirmedikleri dolap kalmadı. Allah’a şükür hala Kıbrıs’ın yüzde kırkı bizim kontrolümüzdedir. Haçlılarla kuşatılmış bir İslâm ülkesi için bu büyük bir başarıdır.

Kıbrıs sorunu devam ederken Bosna-Hersek Müslümanları Sırplar tarafından katliama tabi tutuldular. Onların sorunları çözüme kavuşturulmadan Azerbaycan toprakları Ermeniler tarafından işgal edilip katliama uğradılar. Ardından Somali ve Erite Müslümanları baskılara ve zulümlere maruz kaldılar. Onların yaraları henüz sarılmadan Afganistan ve Irak Batılılar tarafından işgal edildi ve Evliyalar diyarı Bağdat’a 500 bin ton bomba yağdırıldı. Hala vekâlet yoluyla devam eden o savaşta 4 milyondan fazla Müslüman öldürüldü.

Onların dertleri bitmeden Suriye rejimi vatandaşlarına karşı savaş ilan etti ve 11 yıldır devam eden bu savaş sebebiyle Suriyeliler büyük acılar yaşadılar. Suriye devlet başkanı Esad’ın hayatta kalması için 6 milyon Suriyeli Müslüman hicret etmek zorunda bırakıldı; bir milyona yakın Müslüman da şehit edildi. Suriye’deki savaş başladığı sıralarda O Miyanmar Müslümanları müşrik Hinduların zulmüne maruz kaldılar. Ardından Mısır’da, seçimle iktidara gelen ilk devlet başkanı Mursî Batının desteğindeki askeri bir darbeyle işbaşından uzaklaştırıldı ve vatana ihanet suçundan tutuklanarak idamla yargılanmaya başladı. Sonunda askerî idarenin zulüm ve baskılarına dayanamayarak Allah’ın rahmetine kavuştu; şehit oldu.

Fakat 2020 ve 2021 yıllarında dünyanın ve İslam âleminin karşı karşıya kaldığı felaket hepsinden çok daha büyüktü. İki yıl boyunca, dünyanın kalbi hükmünde olan Kâbe’deki tavaf sona erdiği gibi İslam âlemindeki bütün mabetler kapalı kaldı. Ve Müslümanlar tüm bu felaketleri, bir şey olmamış gibi kanıksadılar. Bir yanda mabetler kan ağlarken diğer yanda hayatın içinde olan Müslümanlar refahtan paylarına düşeni yaşamaya devam ettiler.

Nihayet 6 Şubat 2023 günü sabah saatlerinde meydana gelen ve 11 ilimizi etkileyen Maraş merkezli depremler… Bu depremler, sadece bölgedeki 11 ili değil, bütün Türkiye’yi, hatta bütün âlem-i İslam’ı derinden etkiledi ve tarifi imkânsız acılar bıraktı.  Halkımız bir tarafta depremin verdiği acılara sabretmekle meşgul iken bir tarafta da, İslam âleminin başına gelen felaketlerden ders almayan ve intibaha gelemeyen, bazı malumatfüroşlar ortaya çıkıp Kur’an’ın etrafında muhkem bir sur olan İslam geleneğini yıkmaya çalışıyorlar.

Maalesef Sünneti kabul etmeyen, kerameti kendinden menkul sözde âlimlerden tutun da, Biz sadece Kur’an’ın içindeki hükümleri yerine getirmekle mükellefiz. Tek mucize Kur’an’dır, Kur’an dışında mucize yoktur” diyenlere ve “İnsanlığın peygamberlere ihtiyacı yoktur, Allah peygamber göndermez” diyen dinsizlere kadar bir sürü âlim müsveddesi türemeye başlamış durumda. Kimse alınmasın ama açıkça söylemek gerekir ki, Arapça bilen, İlahiyat veya Şeriat Fakültesinden mezun olan herkesin İslam Âlimi”` olması mümkün değildir. Hakiki âlim, İslam’ın dört temel kaynağı olan Kitabı, Sünneti, İcma-ı ümmeti ve Kiyas-ı fukahayı kabul eden, dört mezhebin hak olduğunu kıskançlıkla savunan mütevazı ve ilmiyle amil olan kimselerdir.

Kadim zamanlarda selef-i salihinin reddettiği mutezile, cebriye, murcie ve şia gibi batıl mezhepleri yeniden gündeme taşıyan ve onların görüşlerine sahip çıkan bu sözde âlimler, “Ben Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaattenim” demeyi bile zül kabul ediyorlar. Şunu kesinlikle ifade edebilirim ki, Hak ile batılı birbirine karıştırıp “Hak budur” diye takdim eden bu kişiler, ne kadar çok malumata sahip olursa olsunlar cahildirler, hatta cehl-i mürekkep içindedirler; bilmiyorlar, bilmediklerini de bilmiyorlar.

İslam’ın tefsir geleneğini altüst eden ve indî görüşleriyle İslamî ilimleri zehirleyen sözde âlimlerden birisi bir meal yazmış. Diyanetin Din İşleri Yüksek Kurulu uzmanları da bu meali incelemiş ve İslam’ın özüne aykırı birçok görüş tespit ederek yasaklanması için mahkemeye başvurulması gerektiğini belirtmişlerdir. Mahkeme sağduyulu davranarak kitabın toplatılması ve imha edilmesi yönünde karar vermiştir. Din İşleri Yüksek Kurulunda çalışan uzmanları tanırım. Onlar eskiden beri gerçekleri kaleme alan yeterli âlimlerdir. Bir zamanlar Süleyman Ateş diyanet reisi iken (1976-1978) bir ilmihal yazarak Diyanet yayınları arasında bastırmak istemişti. Din İşleri Yüksek Kurulu bu eseri incelemiş, eserin yüzlerce yanlışını tespit ederek “Diyanet yayınları arasında yayınlanması uygun değildir”  şeklinde cesurca bir rapor vermişti. Diyanet reisi Süleyman Ateş kendi eseri hakkında böyle bir raporun verilmesini şaşkınlıkla karşılamıştı.

Ama gelin görün ki, depremzede vatandaşlar matem içinde Yıkılan evlerinin altında kalan şehitlerinin acısını çekerken birçok İlahiyat hocası, yanlışlarla dolu bir meal hakkında Diyanetin verdiği kararın bir engizisyon kararı olduğunu söyleyip o itikadı bozuk yazarın yanında yer aldılar. Sadece İlahiyat hocaları değil, ne kadar dinsiz ateist yazar, ne kadar deist zındık varsa hepsi İlahiyat hocalarının yanında yer aldılar. Hep bir ağızdan Diyanetin ve mahkemenin kararına ateş püskürdüler.

İslam tarihinde, İmam Azamın “el-Fikhu’l-Ekber” adlı kitabında ifade edilen itikadî görüşlere aykırı söz söyleyenlere zındık denilmiştir. Küfrünü açıklamamakla birlikte dinî ve itikadî konularda laubali davranan, mezhepleri kabul etmeyen, mucizeyi reddeden, Kur’an’ı kendi görüşüne göre tefsir eden ve sahih Sünnete aykırı görüş beyan edip görüşlerinde ısrar eden ve bunu yayan herkes zındık sayılır. İslâm’ın ilk döneminde bunlara daha çok münafık denildiyse de Emevi, ve Abbasî dönemlerinde, hatta Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde bunlara Zındık denilmiştir.  İlk Zındık Ca’d b. Dirhem, Emevî halifesi Hişâm b. Abdülmelik döneminde idam edilmiştir. Özel mülkiyeti reddeden, her türlü mülkün halkın ortak malı olduğunu savunan, kadın erkek bir arada sazlı içkili ayinler düzenleyen ve umumiyetle İbaha mezhebini savunan Şeyh Bedrettin Simavî de 1420’de Osmanlı döneminde zındık olarak öldürülmüştür.

Hatırlayın, 20. yüzyılda Türkiye’de bazı Marksist yazarlar ve her türlü malın herkese helal olduğunu savunan komünist dinsizler fikirlerini zındık olarak öldürülen Şeyh Bedreddin Simâvî’ye mal ederek taraftarlarının başlattığı isyanı devrimci bir halk hareketi şeklinde yorumladılar ve bu yönde çeşitli fikrî ve edebî eserler kaleme aldılar.

Şimdi de aynı şey yapılıyor. Sözde bir ilahiyatçı, tahrif ve tağyirle dolu bir meal yazıyor; yazdığı meal mahkeme tarafından imha edilince ilahiyatçı hocalar, dinsizler, ateistler ve deistler hep birlikte, o yazarın tarafında yer alarak Diyanete saldırıyorlar. Yazı ve söz özgürlüğünün yok edildiğini, Diyanetin bu kararının bir engizisyon kararını andırdığını ve Din İşlerinde görev yapan uzmanların taraflı tarikatçılar olduklarını söylüyorlar. Yazıklar olsun sizin hocalığınıza; Sünneti yok sayan, mucizeyi, kerameti inkâr eden ve mutezilî görüşler savunan bir dalalet grubuna mensup olan birisini savunmaktan hayâ etmiyor musunuz?