Depremin en dayanılmazı, kültürel deprem..
Van- Ercişte meydana gelen deprem sonrası, yaşanan Irkçı-faşizm gerginliği üzerine yazan Selahaddin E. Çakırgil bakın neler yazdı... İşte o yazı:
Yüzlerce can, yıkıntılar altında kaldı, can verdi..
Binlercesi yaralı, onbinlercesi evsiz-barksız kaldı..
Ancak, bu felaket karşısında ülkenin her bir tarafından yola koyulan yardım ekipleri, açılan yardım kampanyaları, felaket zamanında bir araya gelme özelliği olan bir halkın büyük tesellisi ve gururu olacak çaptadır..
Ben o diyarları, beldeleri 45 yıl öncelerden beri yakînen bilirim..
Onun için, önceden bildiğim bazı yerlerin depremde viran olduğunu görünce, o âşinalıkla, yüreğim daha bir yandı..
’Her şeyimiz gitti.. Ama, yardımları bizden daha zor durumda olanlara götürün..’ diyen digergamlık sahneleri de gözleniyordu..
*
Bir noktaya daha hemen sözün başında değineyim..
Ülkenin onca kalkınmışlığına rağmen, o civardaki köy evleri hâlâ, büyük çapta, kerpiç yığması halinde.. Ve bir depremde de hemen tamamı, bir toprak öbeği haline dönüşüvermiş.. O kalın kerpiç duvarlar ve ayrıca evlerin tavanında neredeyse yarım metre kalınlığındaki ve loğ denilen kum-çakıl karması çatı örtüsü, bu evlerin için kışın ılık, yazın serin tutar, ama, işte böyle bir deprem geldiğinde, en küçük bir sarsıntıda, çöküverir ve altındakiler de ezilirler ya da havasızlıktan boğulurlar...
Benzer bir deprem ormanlık yörelerde, meselâ Karadeniz’de olsa, şehirlerde yine aynı kayıplar olsa bile, köylerdeki evler, ağaç çatmalı olduğu için, binalar yan yatmakta, çökmemekte ve insanlar hava alabilecek bir boşluk bulabilmekte ve daha az hasar ve zayiatla atlatabilmektedir..
Bir deprem ülkesi olan Türkiye’de toprak evlere artık, veda zamanı çoktaaan gelip geçmiştir..
Ancak, bazı kimseleri gördüm, ekranlarda.. Antalya’da yazlıklarının olduğunu ve köylerine de yeni döndüklerini söylüyorlardı.. Demek oluyor ki, bazı varlıklı kimseler bile, köylerindeki o toprak evlerden uzak kalmak gibi bir düşünce taşımamışlar..
Doğrudur ki, şehirlerdeki evlerden niceleri de yıkılmıştır.. Ama, orada hiç değilse, bir mukayese yapma imkanı olmaktadır.. Şöyle ki, iki apartmanın arasında yer alan bir diğer apartman çökmekte, ama, iki tarafı sağlam kalabilmektedir.. Bu da gösteriyor ki, bazı binaların yapımında mühendislik hataları veya malzemeden çalma durumları sözkonusu..
*
Bir tarafta kardeşlik kokusu; diğer tarafta, soysuzlar!
Bu konuya bu kadarca değindikten sonra , konunun diğer taraflarına da değinelim..
İki ayaklı bazı ‘hayvan’ların internet sitelerindeki deprem haberlerinin altında, veya facebook / twitter gibi iletişim mekanizmalarındaki yazışmalarında, bölge insanlarının sanki hepsi veya büyük bir kısmı PKK ‘nın destekçisi imiş gibi, onlara ‘ohh olsun..’ mânası içeren şeytanca yazılar yazdıkları görülmüştür.. Ama, bereket ki, bu gibiler, büyük kitleler tarafından lanetle karşılanmıştır..
Nitekim, kürdçü eğilimlerin siyaset sahnesindeki odağı olan BDP’nin Gen. Başk. Selahaddin Demirtaş ‘Türkiye’nin her yanından gelen yardımlarda ve mesajlarda kardeş kokusu var..’ derken; türkçü eğilimlerin bayrakdarı olarak bilinen MHP Gen. Başk. Devlet Bahçeli de, deprem felaketini fırsat bilerek bir takım sosyal medya araçlarında ‘ağlama sırası sizde..’ gibi lafları edebilenler için söylenebilecek en ağır sözleri söylemiştir; öylelerini ‘densiz ve soysuzlar..’ diye niteleyerek..
Bu vicdansız, şeytanî ve hattâ hayvanî yazılar, insana Filipinler’de 1980’lerdeki bir depremi hatırlatıyordu.. Müslümanların yaşadığı Mindanao bölgesinde bir deprem meydana gelip, 5 binden fazla insan hayatını kaybettiğinde, Filipinler’in o dönemdeki diktatör başkanı Ferdinand Marcos, alçakça ve korkunç bir yaklaşımla, ‘Deprem öldürmeseydi, biz öldürecektik’ demişti..
Şimdi, bizim ülkemizde de, ‘Bizim cezalandıramadığımızı Allah cezalandırdı..’ mânasını taşıyan nice alçakça yazıları yazanların Marcos’dan farkları ne ?
Bu gibi mesajları sütunlarına, eleştirmek için bile olsa, sütunlarına olduğu gibi alıp gazetelerinden duyuranlar da o sözlerin sahibinin şeytanî niyetlerine yardımcı olduklarını unutmamalıdırlar..
Bu gibi alçakça yazıları yazabilenler, bu sözleri türk kavminden ve vatansever olmanın kendilerine bahşettiği bir hak olarak vehmediyorlar..
Nitekim, HaberTürk isimli tv. kanalından bir kadın spiker Duygu Canbaş, canlı yayında depremle ilgili bilgileri paylaşırken "Deprem her ne kadar Van'da da olsa hepimiz üzüldük" derken, aslında, Van’ı ne kadar uzak ve hattâ ne kadar düşman bildiğini de hissettiriyordu.. Aynı şekilde, ATV’den Müge Anlı isimli bir kadın sunucu da, milyonlara, ’vatanseverlik adına’, nutuk irad ediyor ve ’Bakınız size yardım ediyoruz, ama o askerlerimizi kuş avlar gibi avlamak olmamalı..’ diyebiliyordu.. Bu sözlerde, cehaletten de öteye, başka bir şeyler vardı..
İlginçtir, sözkonusu tv. kanalının Van’daki habercileri, yapılan bu saygısız ve karacahil sözlerden dolayı, halktan esaslı bir tepqki alıyorlardı ki, bunlardan birisi olan Hakan Gülte, "Müge Anlı'nın düşüncesizce sözleri yüzünden deprem bölgesinde halk biz medyaya tepki gösteriyor. Rahatça çalıştırmıyor.. Teşekkürler Müge Anlı. Acının ve ölümün dini, dili, ırkı ve etnik kökeni yoktur. (...) Sonunda yayın yaptığımız yerden Müge Anlı'nın sözleri nedeniyle kovulduk, tâciz edildik ve küfür yedik. Dayak yemekten bazı sağduyulu vatandaşlar sayesinde kurtulduk.’ diyordu..
Evet, o utandırıcı sözlerin bedelini öteki haberciler ödüyordu, Van’da.. ..
*
Sosyo-psikolojik fay kırılmasının travmaları kolay atlatılır şey değil..
Evet, asıl deprem, asıl fay kırılması budur..
Jeo-fizik depremlerde gidenler gider, kalanlar yine yollarına devam etmeye çalışırlar; nice acılar içinde olsa da..
Ama, kazaya ve felakete uğrayan insana, yardım etmek için uzanan el, yapacağı yardım için, karşısındakinin itiqadî, ideolojik, ırkî veya kavmî kimliğini öğrenmeye çalışıyor da, yapacağı yardımı ona göre belirlemek fikri taşıyorsa, kendisini düşürmüş, alçaltmış olur..
Bir arabanın veya depremde bir yıkıntının altında kalan insana, ‘ Hey, sen nesin, hangi kavimdensin, hangi ırktan; hangi din veya ideolojidensin..’ diye sorulmaz.. Çünkü, adam ‘ben ateistim’ dese, ne yapacaksınız? ‘Allah senin cezanı verdi?’ diyeceksiniz? Senin insan olarak vazifen, onun dinine, diline kavmine, hangi sosyal kesime mensub olduğuna bakmadan insanca yardımı yapmaktır.. Gerisi, onlarla Allah arasındadır..
Şu hususu da gözönünde bulundurmalıyız ki, bugün en gelişmiş ülkeler bile, internetlere süzgeç getirirken, bizim bunları ciddiye almıyor gibi davranması anlaşılır şey değil.. Ve bu gibi fitne-fesad ve şeytanlık ve iç karışıklık oluşturmak isteyen mesajların gönderildiği yerlerin belirlenmesi, o mesajların çıkış yerlerinin belirlenmesi, teknik olarak hiçi de zor değil..
*
Tabiî âfetler de ilahî ikaz olabilir, ama, her tabiî hadiseyi, illâ da ilahî ikaz diye anlamaya çalışmanın faturası..
Tabiî âfetleri sadece ve hemen Allah’ın bir cezalandırması olarak yaftalamak da, temel yanlışlarımızdan birisi.. Bu durum, ne yazık ki, kültürel bir çarpık anlayışa dayanıyor..
Çünkü, bu gibi tabiî âfetleri sadece ilahî ikaza göre yorumlanacak olursa, o zaman, ’Türkiye toplumundan çok daha fâsid ülkelerde niye bunca büyük felaketler olmuyor da, bize oluyor?’ gibi bir soru avam açısından dillerden düşmeyecek bir söz olabilir ve nicelerinin imanı daha bir darbeler yiyebilir..
Neitekim, merhûm Âkif bile, müslüman halkların maruz kaldığı ağır baskılar karşısında o kadar bunalmıştır ki, ’Niçin başkası suçlu da, başkası mahkûm? /Ağzım kurusun yok musun, ey adl-i ilahî?’ diyecek noktalara gelebilmiştir..
Elbette ki, toplumların akıllarını çalıştırmamaları da bir cezalandırma şeklidir, ama, kişi veya toplumların kendi kendilerini cezalandırmaları..
Ama, mes’ele sadece çürük yapı olarak da değerlendirilemez..
Deprem konusunda en güçlü yapı tekniğine sahib olan Japonya’da bile, 1990’lı yıllardaki Kobe Depreminde binaların yüzde 90’ı yıkılmış ve binlerce insan ölmüştü.. Aynı şekilde, Mart- 2011 başında meydana gelen bir diğer güçlü deprem ve arkasından gelen tsunami’yle de resmî rakamlara göre, 29 bin insan hayatını kaybetmişti..
Post-modern çağın yalnız insanı yerine, hele de felaket zamanlarında birbiriyle dayanışmayı en yüce insanî hasletlerden birisi olarak gören bir yüksek anlayış..
Bu digergâm -ötekini de düşünen ve yüksek anlayış, insanlığın fıtratine bütün her yerde hitab edebilir..
**
Bir değişik ’Kitab Fuarı’
Köln’de ’Zaman’ gazetesi ve ’Dialog’ diye isimlendirilen çevrenin tertiblediği bir ’Kitab Fuarı’ var bugünlerde, Mülheim- Stadthalle’de..
Şöyle bir göz atayım, bakalım, ne var- ne yok diye, ben de gittim, evvelki akşam..
Anlaşılıyor ki, bu fuara herkes alınmamış, seçmece usûlle kendilerine yakın buldukları kimselerin veya çevrelerin kitablarını ve diğer çalışmalarını sergiliyorlar..
Yani, iyice büyüdükleri anlayışı içinde, ’Biz bize yeteriz..’ dercesine bir cemaat anlayışıyla hareket edildiği ilk planda anlaşılıyor..
Ama, sıradan müslüman insanların bile birbirine zıd kimseler olarak bildiği bazı isimlerin kitabları yanyana sergilenebiliyor..
İşte şurada, T. Ö.’nın‚ ’Şu Çılgın ...ler’ isimli sözde tarih, gerçekte ise, düzmece destan kitab; İskender Pala’nın kitablarıyla yanyana sergileniyor.. Onun hemen öte yanında da, M. Kemal’in Nutuk isimli eseri.. Onun da ilerisinde, E. Ş.’ın Aşk ve İskender isimli romanları.. Onun biraz ilerisinde M. İslamoğlu’nun kitabları.. Onun hemen yanıbaşında ise, Şenlikoğlu kitabları..
Bunların yanında, Osmanlı’yı destanlaştıran, yalan-yanlış bilgilerle yüceltmeyi amaçladığı anlaşılan başka kitablar, yığınla..
O bölümün sorumlusuna soruyorum:
-Tamam, bunlar kendinize yakın bulduğunuz isimler de, böylesine düzmece tarih destanlarının, efsanelerin burada ne işi var?
Cevab, önceden ezberlenmişçesine, nâzik bir şekilde dile getiriliyor:
-Efendim, biz her kesime hitab etmek istiyoruz da onun için..
Tabiatiyle, hiç de samimî ve de inandırıcı bulunmayan bir yaklaşım..
*
Biraz ileride, hat san’atı örnekleri..
En kutsal İslamî isimler ve âyetler, besmele örnekleri..
Ve hemen yanında, yine aynı kamış kalemden çıktığını hissettiren bir hat uslûbuyla, ’k. atatürk..’ yazılı levhalar.. Ve bunlardan bazılarını Köln’de bazı arabaların arka camlarında da görebiliyorsunuz..
-’Bu kadar kutsal ibarelerin arasında bir politikacının adının işi ne?’ diyorum..
Cevab aynı:
-Biz her kesime hitab etmek istiyoruz..
-Kardeşim, o zaman Stalin’in, Hitler’in, daha başka liderlerin adlarını da yazın..
Cevab, yine nâzik ve sahte bir tebessüm..
Ama, gözlerini kaçırmaya, hışmını gizlemeye çalışıyor..
Bu arada 8-10 yaşındaki kız çocukları, İslamî muhtevalı şiirleri güzel okuduğu söylenen bir Erzincanlı’nın vereceği bir konserin duyuru kağıdlarını dağıtıyorlar.. .. Ancak, sözkonusu konserin fiyatı avuş yakıyor.. 20 Euro.. O fiyatı görenler hemen, ’Yahu, Yusuf Sami konseri bile ancak bu kadardı..’ diyor..
*
Biraz daha ileriye gidiyorum..
Seramik san’atından vazo örnekleri var.. Onların da üzerine yazılar, yazılmış, müslümanların kutsal kabul ettikleri bir takım isimler..
Bunların arasında da, yine ’k. atatürk’ yazılı vazo örnekleri..
-’Bu niçin?’ diyorum..
-Efendim biz her kesime hitab etmek istiyoruz..
Bu yalanı söylemeye oradaki herkesi kim mecbur etti, bilmiyorum..
Fethullah Hoca’nın, bunlardan haberi yoksa, benden söylemesi, haberi olsun.. Çünkü bütün bu acaiblikler onun adına sergileniyor.. Haberi varsa, o zaman da bunların izahını yapmak ona düşer..
Onu lider olarak gören insanlara, müslüman halka 80 küsur yıldır zulmeden bir resmî ideoloji ve onun ’ikon’u haline getirilen bir ölü kişinin bu kadar baştâcı edilerek sunulması, gerçekte, bütün o zulümleri kabullenmek ve o zulmün en diktacı isimleri önünde, uzlaşmacılığın ötesinde, zilletli bir davranış şekliyle kendilerini reddedercesine eğilmek değil midir?
Haksöz Haber