DECDİT SEMPOZYUMUNUN ARDINDAN2
(İMAN MÜCEDDİDİ)
İman ilimleri konusunda kendisini vazifeli kabul eden Bediüzzaman, 20. asır insanının içine düştüğü imam ve ahlak buhranına karşı tedbir almak ihtiyacını hissetmiş ve bütün mesaisini iman ve Kuran hizmeti üzerinde teksif etmiştir. Fakat Bediüzzaman öyle sadece Kuranî ve imanî ilimlerle meşgul olup bir köşeye çekilen ve manevi makamlara talip olan bir vaiz değildir. Amacı, erken-ı imaniyeye yapılan saldırılara karşı koymaktı. Bu iş için her şeyi göze almıştı: Umumun malûmu olsun ki: İki elim iki hayatımı tutmuşum, iki hasım için iki meydan-ı mübarezede iki harple meşgulüm. Tek hayatlı olan adam meydanıma çıkmasın[1] diyerek hem sosyal hayatın merkezi olan dünya hayatının, hem de manevi hayatın merkezi olan kalbî hayatın ıslahına çalıştığını ortaya koymuştur.
Bediüzzaman, erkân-i imaniyeyi anlatmanın yanı sıra, sosyal ve siyasal sahayı, Batı dünyasının mukallitleri olan talihsiz aydınlar zümresine terk etmemek için, İslamın sosyal ve siyasi görüşlerinden de bahsetmiştir. Ben Arabistanda da olsaydım buraya gelmem gerekirdi ve Ben halka, tabiata ve bu toprağın gerçeklerine öylesine yakınım ki, onların mevzularını konuşuyorum diyerek, içinde yaşadığı toplumun gerçeklerini kendisi için hareket noktası olarak kabul eden bir âlimdir.
Kuşkusuz, 1. dünya savaşından sonra dağılma istidadını gösteren İslam dünyasını ve hilafet merkezi olan Anadolulun Kuranın ruhuyla mayalanmış toplum yapısını muhafaza etmek için bir tecdit ruhuna ihtiyaç vardı. Bu da ancak Kuranı çağımıza uygun şekilde yorumlayan bir eserle mümkün olabilirdi. Bence Bediüzzamanı ve onun hayatının mahsulü olan Risale-i Nur külliyatını, çağımızın bu noktadaki ihtiyaçlarına cevap veren çok yönlü bir irşad otoritesi ve bir müceddit olarak değerlendirmek gerekir. Şöyle der:
Evet, bu zaman hem iman ve din için, hem hayat-ı içtimaî ve şeriat için, hem hukuk-u amme ve siyaset-i İslamiye için gayet ehemmiyetli birer müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i imaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri ona nispeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor. Rivâyât-ı hadisiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, imanî hakaikteki tecdid itibarıyladır. [2]
Risale-i Nurun birçok yerinde, gerek Bediüzzamanın kendisi gerek onun has talebeleri, Risale-i Nurun bir müceddit olduğunu ifade etmişlerdir. Fakat Said Nursi, insanların teveccühünü, şan ve şöhreti bir riya kabul ettiği için, zamanın âlimleri tarafından kendisine verilen Bediüzzaman lakabının bile, aslında Risale-i Nura ait bir lakap olduğunu ilan ederek Risale-i Nurun bir tecdit vazifesi gördüğünü ifade etmiştir.
Bediüzzamanın bütün çabası, gözlerine gaflet ve dalalet perdesi çekilmiş olan insanları bu gafletten kurtarmaya yöneliktir. Ehl-i gaflet dünyasının hakikatini tasvir eder levhada söyledikleri sözler, hep bu çabanın eseridir.
Bir talebesine yazdığı mektupta bu levhayı şöyle anlatır: Ben de senin gibi gençlik sarhoşluğuyla, gaflet içinde, dünyayı hoş ve güzel gördüğüm halde, gençlik sarhoşluğundan ihtiyarlık sabahında ayıldığım dakikada, o güzel zannettiğim, âhirete müteveccih olmayan dünyanın yüzünü nasıl çirkin gördüğümü ve âhirete bakan hakiki yüzün ne kadar güzel olduğunu, On Yedinci Sözün İkinci Makamının 199 ve 200. sayfalarında yazılan iki levha-i hakikate bak, sen de gör. Birinci Levha: Ehl-i dalâlet gibi, fakat sarhoş olmadan, gaflet perdesiyle eskiden gördüğüm ehl-i gaflet dünyasının hakikatini tasvir eder.[3]
Risale-i Nurun bir yerinde Vahy-i ilahinin bakış açısı ile felsefenin bakış açısını mukayese ederek felsefenin insana verdiği gaflet ve ülfet perdesine işaret ediyor ve şöyle diyor:
Kurân-ı Mucizül-Beyân bütün kâinattaki âdiyât nâmiyle yâd olunan, hârikulâde ve birer mucize-i kudret olan mevcudât üstündeki âdet ve ülfet perdesini keskin beyânâtıyla yırtıp, o hakàik-ı acîbeyi zîşuura açıp, nazar-ı ibretlerini celb edip, ukùle tükenmez bir hazîne-i ulûm açar. Felsefe hikmeti ise, bütün harikulâde olan mucizât-ı kudreti âdet perdesi içinde saklayıp, cahilâne ve lâkaydâne üstünden geçer.[4]
Bediüzzaman, bu zamanda gaflet ve dalaletin fen ve felsefeden geldiğini müteaddit yerlere ifade ediyor. Bu yüzden Ey insafsız ve dikkatsiz ve imânı zayıf, felsefesi kavî, hodbîn, münekkid adam! veya Ey gaflet ve felsefe uykusu içinde tenvîm edilen (uyutulan) insafsız adam! diyerek felsefenin verdiği kalın gaflet perdesini insanların gözünden kaldırıp onları Kuranın hakikatlarılerine yönlendirmek istiyor.
Bediüzzaman, kendisini müceddit kabul eden talebelerinin ve dostlarının nazarlarını, Bu zaman cemaat zamanıdır. Şahıs zamanı değildir diyerek hep Risale-i Nura çevirir. Bu meyanda, Risale-i Nurun gafleti izale eden bir eser olduğunu ifade ederek şöyle der:
Risâle-i Nur, o vazifeyi tam yapıyor. Ve aleyhindeki dehşetli propagandalara ve gayet muannid zındıklara tam galebe çalmış ve dalâletin en sert kuvvetli kalesi olan tabiatı, Tabiat Risâlesi ile parça parça etmiş ve gafletin en kalın ve boğucu ve geniş daire-i âfâkında ve fennin en geniş perdelerinde, Asâ-yı Mûsâdaki Meyvenin Altıncı Meselesi ve Birinci, İkinci, Üçüncü, Sekizinci Hüccetleriyle gayet parlak bir tarzda gafleti dağıtıp, nur-u tevhidi göstermiştir.[5]
Bediüzzaman, başta imanî meseleler olmak üzere dinî hayatın her safhasında tecdit yapmıştır. Hele tevhidin kesiminden insanları kendisine hayran bırakmıştır. Her gün gördüğümüz ve bildiğimiz objeleri kullanarak Allahın varlığına birliğine ve tesadüfün imkânsızlığına delil getirmektedir: Şöyle der: Meselâ, Ayasofya kubbesindeki taşlar eğer mimarının emrine ve sanatına tâbi olmazlarsa, her bir taşı, Mimar Sinan gibi dülgerlik sanatında bir mahareti ve sair taşlara hem mahkûm, hem hâkim olmak, yani "Geliniz, düşmemek, sukut etmemek için baş başa vereceğiz" diye bir hüküm sahibi olması lâzımdır; öyle de, binler defa Ayasofya kubbesinden daha sanatlı, daha hayretli ve hikmetli olan masnuattaki zerreler, Kâinat Ustasının emrine tâbi olmazlarsa, her birine Sâni-i Kâinatın evsafı kadar evsaf-ı kemâl verilmesi lâzım gelir.[6]