DAVAMIZA NE KADAR BAĞLIYIZ?

DAVAMIZA NE KADAR BAĞLIYIZ?

Şeyh-i Ekber diye bilinen Muhyiddin İbnu’l- Arabi, Muvahhidun döneminde 27 Ramazan H. 560’da İspanya’nın (Endülüs) Mursiye (Murcia) kentinde doğdu. Bilinmeyen bir sebeple, muhtemelen babasının memuriyeti nedeniyle, 8 yaşında iken ailesiyle birlikte İşbiliye’ye (bugünkü Sevilla) yerleşti. Ailesi Araplardan Tayy kabilesine mensuptu. Yakın cetleri hakkında fazla bir şey bilinmiyorsa da, anne ve baba tarafından nüfuz ve itibar sahibi kimseler olduğu anlaşılıyor. Akrabaları arasında tasavvufî bilgilere sahip kimseler vardı. Dayısı Ebû Müslim el-Havlânî de aktâbın büyüklerindendir.

İlk tahsilini Sevilla’da yaptı, uzun bir süre burada kaldı. Çocuk yaşlarında 'Ahmed İbnu’l-Esirî' adında genç bir Sufi ile arkadaş oldu. İbnu'l-Arabî, bu tahsil sırasında bir aralık Halvet'e (yalnızlığa) çekildiği, her sahada ve özellikle tasavvufî marifetler sahasında hiçbir şey bilmezken keşif ve keramet yoluyla birçok şeylere muttali olarak halvetten çıktığı rivayet edilmektedir.

Endülüs'de bir süre daha kaldıktan sonra, seyahate çıktı. Şam, Bağdad ve Mekke'ye giderek orada bulunan tanınmış âlim ve şeyhlerle görüştü. M.1182 tarihinde meşhur filozof İbn-i Rüşd ile görüştü. İbnu’l-Arabi bu görüşmeyi eserinde anlatır. Bu görüşme, İbnu Rüşd’ün bilgi'nin akıl yolu'yla elde edileceğini söylemesiyle meşhur olduğu yıllardır. 17 yaşındaki genç Muhyiddin ise gerçek bilgi'nin sadece aklımızdan gelmediğine, gerçek bir bilginin daha çok ilham ve keşif yoluyla elde edilebileceğine inanmıştı.

İbnu’l-Arabi daha sonra Şam’a yerleşti ve uzun zaman, hatta vefat edinceye kadar Şam’da yaşadı. Ziyarete açık olan kabri şu anda Şam’dadır.

 Bir gün öğrencileriyle Şam sokaklarında dolaşırken idam edilmiş ve darağacında sallanan bir adam gördüler. Fakat göğsünde asılı bulunan bir levha İbnu’l-Arabi’nin dikkatini çekti. Levhada şunlar yazılıydı:

“Bu adam, dünyada kötülük namına ne varsa hepsini yaptı, sonra bu akıbete duçar oldu

İmam İbnu’l-Arabi idam edilmiş adamın yanında bir müddet bekledikten sonra eğilip ayaklarına kapanmak istedi. Talebeleri ise: “Hocam! Allah aşkına ne yapıyorsunuz? Bu adamın işlediği suçların yazılı olduğu levhayı okumadınız mı? Böyle iğrenç bir adamın ayakları öpülür mü?” dediler.

İmam İbnu’l-Arabi bunun üzerine şöyle der: “Doğru; bu adam melunun tekidir. Dünyada ne kadar kötülük varsa hapsini işlemek için elinden geleni yapmıştır. Yani davasında samimi olmuş ve zirveye çıkmıştır. Peki ya biz? Ya bizler? Kendimizi onunla kıyaslarsak acaba biz mesleğimizin ve davamızın neresindeyiz?”

Kuşkusuz İmam İbnu’l-Arabî mesleğinin ve davasının zirvesindeydi. Büyük davaların her zaman büyük adamları da olur, küçük adamları da… Ama önemli olan büyük davaların küçük adamı olmamaktır.  Kur’an tarih boyunca bütün dünyaya ders veren bir kitap olduğu halde, Müslümanlar bırakın onu anlamayı, onu yüzünden bile okumaktan acizdirler. Biz Kur’an’a karşı ne kadar samimiyiz acaba?

Bu kadarla iktifa edeyim.