BİZ’İ ANLATMAYA DEVAM

BİZ’İ ANLATMAYA DEVAM


“İmtihan Gerçeği” başlıklı yazımın devamı olan “Ya, Allah Başaramadınız Derse…” başlıklı bir önceki yazımı, bazı arkadaşlar sadece siyasi yönden okumuşlar ve muhalif olan kimileri eleştirmişim diye sevinmiş, taraftar olan kimileri de üzülmüş.
    Evet, siyasete/iktidara da göndermeler olmakla beraber, yazı aslında özü itibariyle toplumsal bir değerlendirmeydi ve dindar kesimlere yönelikti.
    Özetle, Allah bizi 28 Şubatta şerle/zorlukla, bugün de hayırla/rahatlıkla imtihan ediyor, ama biz galiba bu imtihanda pek iyi değiliz demiş ve yarın Allah, başaramadınız deyip bu imkanları elimizden alabilir endişesi ile “Müslümanım” diyen herkesi bir nefs muhasebesine/öz eleştiriye davet etmeye çalışmıştım.
    Ama siyaset kanımıza o kadar girmiş ki ve o kadar çok kutuplaşmışız ki, her konuya o bakış açısı ile yaklaşıyoruz. Biraz da kolayımıza geliyor. Bizdense her şeyini savunup hiçbir eleştiri yapmayacağız; bizden değilse her şeyini eleştirip hiçbir şeyini beğenmeyeceğiz. Böylece bir yandan mensubu olduğumuz gruplar üzerinden entelektüel yanımızı tatmin edeceğiz, bir yandan da çok şey yapmış görüneceğiz. Bu arada kafa konforumuzu ve rahatımızı bozacağı için bizi esas ilgilendiren hususları da es geçeceğiz.
    Oysa toplumsal imtihanın yanında biz de kendi imtihanımızı oluyoruz. Allah, bir partinin veya bir cemaatin veya herhangi bir grubun hesabını toplu olarak sormayacak. Her birimiz hesabımızı yalnız vereceğiz. Bir partiye ve cemaate mensup olmak veya karşı olmak, tek başına yeterli değil. Biz ne yaptık veya yapmamız gerekirken yapmadık; ne söyledik veya söylememiz gerekirken söylemedik, bunların hesabını vereceğiz.
    Ben de “yazmamız gerekirken yazmadıklarımızdan da sorumluyuz” diyerek yeniden yazmaya başlamıştım. Beni yeniden yazmaya sürükleyen en önemli sebep de “bizim mahallenin” yani dindar kesimlerin yanlışları idi. Ömrüm boyunca savunduğum bu kesimlerin, bir gün gelecek de eleştirisini yapacağımı hiç düşünmemiştim bugüne kadar.
Ama kendimi sorumlu hissediyorum, dahası korkuyorum.
    Çünkü Allah uyarıyor:
“Zalimlere (sevgi beslemek, yağcılık yapmak veya yaptıkları işlere rızâ göstermek suretiyle) meyletmeyin; sonra size ateş dokunur (Cehennemlik olursunuz). Sizin Allah’tan başka dostunuz yoktur; sonra yardım da görmezsiniz.” (Hud Suresi, 11/113)
Adaletin zıddı olan “zulüm, hak yemek, eziyet, işkence ve baskı kullanmak, adaletsizlik yapmak, haddi aşmak, söz ve fiilde aşın gitmek demektir.”(Şamil İslam Ansiklopedisi)
Hayrettin Karaman, “Emeği ile hak ettiğini elde edememek, emeği sözkonusu olmadan insan olduğu için hakkı olanı alamamak, elde ettiği ve kullanmakta olduğu hakkına başkalarının haksız olarak el koymaları ve kişiyi hakkından mahrûm etmeleri zulmün en çok görülen şekilleri ve çeşitleridir” diyor. (Yeni Şafak, 30 Eylül 2001)
Etrafımızda var mı bu zulümler? Ve “Müslümanım” diyenlerin adı da karışıyor mu bu zulümlere? Cevabımız “evet”se ve Allah da, bırakın zulmetmeyi, zulme meyletmeyi bile yasaklıyorsa, Hz. Peygamber “zulme rıza zulümdür” diyorsa, bize düşen nedir?
Ateş bize dokunmasın diyorsak, bedeli ne olursa olsun hep adaletten yana olmaktır, kimden gelirse ve kime karşı olursa olsun zulme karşı çıkmaktır. Zalim olan, haksızlık yapan, oğlumuz, kızımız, babamız, annemiz, kardeşimiz, arkadaşımız, akrabamız, aşiretimiz, milletimiz, cemaatimiz, derneğimiz, vakfımız, sendikamız, partimiz, kim ve ne olursa olsun…
Hakkın hatırını her zaman, herkesten ve her şeyden önce tutmaktır.
Duruşumuz, ancak o zaman anlamlı, samimi ve inandırıcı olabilir.
Yoksa kendimizi kandırmaya devam ederiz.
Bu olaylar da böylece sürüp gider.