Bilimi ve Teknolojiyi Mutlaklaştıran Zihin

Bilimi ve Teknolojiyi Mutlaklaştıran Zihin
Bilimi ve Teknolojiyi Mutlaklaştıran Zihin
Neyin inşa, neyin yıkım olduğu bakış açısına göre değişiyor. İnsanın tabiatı imarı da bir nevi bozma değil midir? Sabanla karnını yarar, dallarını keser, üzerine kazıklar çakar vs. Teknolojiye böyle de bakılabilir ve buradan bakınca Moğolların yaptığı, tabiatı aslına döndürmektir diyebiliriz. Nazife Şişman’ın yorumu:

Aşırı teknolojikleşmenin 'insan doğası'ndan bahsedemeyeceğimiz bir gelecek tasavvuruna geçit verebileceği dikkate alındığında, en büyük tehlike perspektif yoksunluğudur. Bilimin iyiyi tayin edebilirliğini eleştirmek bizi gerici ya da fundamentalist yapmaz. Ama bu konularda sadece Türkiye'deki baskın modernleşme-sekülerleşme söylemi değil, bizi cesaretsiz kılan. Tüm dünyada bu konulardaki normatif tartışma süreçlerini ezip geçen hızlı bir gelişme yaşanıyor. Çünkü gerek nükleer gerekse biyo-genetik araştırmalar, yatırımcının kâr güdüsüyle ve ulusal hükümetlerin başarı hırslarıyla kol kola gidiyor. Ama biz her şeye rağmen normatif tartışma süreçlerini canlı tutmakla yükümlüyüz. Çünkü böyle yapmazsak var olana teslim olmuş ve 'içinizden hayra çağıran bir ümmet olsun' çağrısına kulak tıkamış oluruz. Nazife Şişman'ın analizi:

Nükleer felaket, pandora'nın kutusundan mı çıktı? / Nazife Şişman

Teknoloji kendi hedefini tayin edebilirmiş, teknolojiye karşı çıkmak bizzat çağın gereklerine, yani 'çağdaşlık'a karşı çıkmak olurmuş gibi bir zan hâkim. 2007 yılında İstanbul Üniversitesi'nde 'Oyalı' adı verilen bir koyun klonlandığında, tüm dünyada Dolly (1997) üzerine yapılan tartışmaların binde biri bile yapılmadı. Ne akademide ne medyada.

Japonya'daki deprem ve tsunaminin ardından gelen nükleer, felaket, insanın doğal afetler karşısındaki güçsüzlüğü kadar kendi eliyle yaptığı teknolojinin yıkıcılığı konusunda da düşündürdü hepimizi. Biliyoruz, teknoloji insan hayatının ayrılmaz bir parçası. Bitkilerden ve taşlardan yapılan en basit formlarından dijital kompüterlere, kalp pillerine, son model iletişim ve ulaşım araçlarına kadar. İnsan alet yapan bir varlık, yani homo faber. Aletler olmadan bir dünya tahayyül etmek insan için neredeyse imkânsız. Hatta homo sapiens'in aletler olmaksızın yaşamını sürdürüp sürdüremeyeceği şüphelidir.

Peki, nükleer enerji santrali hayatın sürdürülmesine yarayan bir teknoloji mi yoksa bizzat doğayı yani insanın yaşayacağı vasatı ortadan kaldıracak bir teknoloji mi? Teknolojinin insanı eninde sonunda kendi eliyle yıkıma götüreceğine dair tartışmalar yapılıyor bugün. Aslında bu yaklaşım hiç de yeni değil.

Batı kültüründe teknik aletlerin icadı, daha doğrusu başlı başına icatlar karşısında sahip olunan korkunun izleri Yunan mitolojisindeki Pandora'ya dek uzanır (Richard Sennett, Zanaatkâr). İcat tanrıçası olan Pandora "Prometheus'un günahlarını cezalandırmak üzere Zeus tarafından dünyaya gönderilmişti". Pandora içinde yeni meraklar bulunan kutusunu açtığında "insanlar arasına acılar ve kötülükler saçılıyordu". Yani insanların kendi elleriyle yaptıkları kültürün sonunda kendilerine zarar vereceğine dair bir inanç söz konusuydu.

İnsanın tabiata müdahalesinin yıkıcılığına Heidegger de atıfta bulunmuştu 1949'da Bremen'de yaptığı bir konuşmada. Ama ilginç olan nokta II. Dünya Savaşı'nın hemen akabinde atom bombasının tahribine değil makineleşmiş tarıma atıfla açıklamıştı insanın yıkıcılığını: "Gaz odalarında ceset imalatı ile makineleşmiş tarım kıyaslandığında, insana ait günahların tarihi bakımından soykırım tek olmaktan çıkar."

Bir Moğol askerinin, yaptıkları yıkım 'dünyayı eski haline, yani insanlar tarafından bozulmamış haline getirdikleri' şeklinde açıklamasını nasıl değerlendirmeliyiz peki? Reha Çamuroğlu'nun İki İle Bir adlı romanında Börü ile Barak Baba, insanın insanlığını nasıl gerçekleştireceği üzerinde konuşurlar. Börü, bir Moğol askeridir. Taş üstünde taş, omuz üstünde baş koymaksızın dünyayı dümdüz eden bir ordunun askeri. Barış mı savaş mı, eğitim mi kendi haline bırakmak mı gibi felsefi ve metafizik konuları tartışırlarken şöyle bir cümle sarf eder: "Biz kötü bir şey yapmadık Baba... Bozan kim biliyor musun? Bozan, taşı taşın üzerine koyandır. Biz geldik ve eski haline getirdik."

Neyin inşa, neyin yıkım olduğu bakış açısına göre değişiyor. İnsanın tabiatı imarı da bir nevi bozma değil midir? Sabanla karnını yarar, dallarını keser, üzerine kazıklar çakar vs. Teknolojiye böyle de bakılabilir ve buradan bakınca Moğolların yaptığı, tabiatı aslına döndürmektir diyebiliriz.

Bilim her şeyi bilir, teknoloji her şeyi yapabilir mi?

Süleyman Seyfi Öğün, geçen günkü yazısında doğanın da modern bir kurgu olduğuna işaret ediyordu. (Zaman, 26.03.2011) Doğanın korunması, bugün çevreci bir ideoloji haline gelmiş durumda. Çevreciliğin doğa insan ilişkisine temel bir eleştiri getirmekten ziyade dünyadaki teknoloji yükünü gelişmiş ülkeler adına dengelemeye matuf bir hareket olduğu eleştirisi yapılabilir. Bu sebeple Avrupa ve Amerika'da yüzlerce nükleer santral olmasına ve bunların muhtemel zararları kendi ülkeleri ile sınırlı olmamasına rağmen, nükleer santrallerin sadece gelişmekte olan ülkeler üzerinden tartışılması ne kadar adildir sorusu temel bir sorudur. Yani siyasal hegemonyaları dikkate almayan bir tartışma gerçekçi olmaz. Ama bu, başka bir yazının konusu. Ben burada bizi teknolojinin kaçınılmazlığına ikna eden 'de facto'nun hâkimiyetini sorgulamak istiyorum. Nedir de facto? 'Var olan budur, teknoloji bu düzeye gelmiştir, o halde bundan başka bir seçenek yok' demektir 'de facto'ya teslim olmak.

Dünya tarihinin son iki yüzyılı, teknolojinin en hızlı geliştiği dönem olarak biliniyor. Dünyanın çehresini değiştirecek, insanın yeryüzündeki konumunu sorgulamasına neden olacak kadar büyük bir değişim olarak kabul edildi, teknolojik devrim. Hümanizme dayanan modern bilim, insanın rasyonel yanını vurguladı. Bu da insanlık için daha ümitvâr bir dünya yanılsaması yarattı.

Oysa bilim, aynı zamanda kötülük yapma araçlarını da yaygınlaştırdı ve kötülüğe meydan veren eylemlerin etkisini çoğalttı. Tekniğin zarar verici boyutlarını, bilimin hedefini kendisinin tayin edemeyeceğini gözler önüne seren örnekler yaşandı geçen yüzyılda. Mesela Los Alamos'ta gerçekleştirilen atom bombası projesi milyonlarca insanın hayatına mal oldu. Japonlar bugünkü nükleer felaket korkusunu bilinçaltlarına yerleştiren bir yıkımı II. Dünya Savaşı sonrası yaşamışlardı. Pandora'nın kutusundan çıkan Hiroşima ve Nagazaki'ye 1990'larda Çernobil ve şimdi de Fukuşima gibi felaketler eklendi.

İki büyük dünya savaşı, toplama kampları, etnik azınlıkların kitlesel imhası, nükleer silahların insanlığı yok edici tehdidi... Yirminci yüzyılda yaşanan bu tecrübeler, insanlığın daha rasyonel, daha insani bir döneme ulaştığı yönündeki inancı kökünden sarstı. Zannedildiğinin aksine, bilimsel bilginin ahlak için bir çerçeve sunamayacağı anlaşıldı. Bilim, dinin "iyi hayat" telakkisini yıkmış, ama yerine bir şey de koymamıştı.

Günümüzde bilim ve teknolojinin insanlığa getirmesi muhtemel nihai felaketlerin eleştirisi nükleer enerji ve biyo-teknoloji üzerinden dile getiriliyor. Bu alanla ilgili olarak hâkim olan iki yaklaşımdan bahsetmemiz mümkün. Birincisi bilimin de facto teknolojik seviyesine tabi olmaktan başka çaremiz olmadığı şeklinde bir yaklaşım. Bu yaklaşım, bilimin kendi kendisine amacını tayin edebileceğini varsayıyor. İkinci görüş ise bilimin ve bilimin ürettiği teknolojinin amacını tayin edebilecek olan, bizzat 'teoloji, felsefe ya da siyaset'tir, diyor. Yani bilim kendi kendisine amacını tayin edemez. Bu sebeple "biyo-teknoloji ile ne yaptığımız, teknokratik olarak belirlenmesi mümkün olmayan siyasi bir meseledir." diyor Fukuyama (İnsan Ötesi Geleceğimiz).

'De facto'nun hâkimiyeti

ABD Kongresi'nde 2001 yılında insan klonlanmasını yasaklayan kanun tartışılırken bir kongre üyesi şöyle bir itiraz gündeme getirmişti: "Bu konuda karar verirken teolojinin, felsefenin ya da siyasetin müdahalesine izin vermemeliyiz." Bilimi ve teknolojiyi mutlaklaştıran bu yaklaşım her yerde karşımıza çıkıyor. Almanya Ulusal Etik Konseyi üyesi Wolfgang van den Daele de, "Bilimler aracılığıyla teknolojik bakımdan yapılabilir olan şeyler, ahlaki kontrollerle normatif bakımdan uygulanamaz hale getirilmekte." diye şikâyet ediyordu.

Ama Daele, de facto durumun her şeye galip geleceğine dair inancını da muhafaza ediyordu: "Aşının bulunuşundan kalp ve beyin üzerinde yapılan ilk ameliyatlara, organ nakillerinden yapay organlara ve hatta gen tedavilerine kadar insanın tıbbi amaçla teknolojikleştirilmesinin en son sınırına ulaşılıp ulaşılmadığı, bu gelişmelerin doğru olup olmadığı hakkında pek çok tartışma yürütülegelmiştir. Ama tartışmalardan hiçbiri teknolojinin ilerlemesini durduramamıştır."

Bilimin önündeki ahlaki ve toplumsal prangaların tamamen ortadan kaldırılması gerektiğini savunanlar, işte bu teknolojik gelişmelerin engellenemezliği üzerine kuruyorlar argümanlarını. Gerçi mesele nükleer enerji olduğunda durum biraz daha karmaşıklaşıyor. Ahlaktan ziyade siyaset devreye giriyor. Ama siyaset de gücünü 'de facto'nun tartışılmazlığı üzerine bina ediyor. En ucuz üretim imkânı teknolojik olarak bulunmuşken bundan feragat etmenin ahlaki eleştirisi, kendisine bir zemin bulamıyor. Aksi tavırlar, gaz lambasına dönüşün sözcülüğünü yapmak olarak değerlendiriliyor.

Teknoloji kendi hedefini tayin edebilirmiş ve teknolojiye karşı çıkmak bizzat çağın gereklerine, yani 'çağdaşlık'a karşı çıkmak olurmuş gibi bir zan hâkim. Böyle bir zan söz konusu ki 2007 yılında İstanbul Üniversitesi'nde "Oyalı" adı verilen bir koyun klonlandığında, tüm dünyada Dolly klonlandığında (1997) yapılan tartışmaların binde biri bile yapılmadı. Ne akademide ne medyada.

Hâlbuki Müslümanlar olarak bu konulardaki gelişmelere nereden baktığımızı netleştirmemiz gerek. Çünkü aşırı teknolojikleşmenin 'insan doğası'ndan bahsedemeyeceğimiz bir gelecek tasavvuruna geçit verebileceği dikkate alındığında, en büyük tehlike perspektif yoksunluğudur. Bilimin iyiyi tayin edebilirliğini eleştirmek bizi gerici ya da fundamentalist yapmaz. Ama bu konularda sadece Türkiye'deki baskın modernleşme-sekülerleşme söylemi değil, bizi cesaretsiz kılan. Tüm dünyada bu konulardaki normatif tartışma süreçlerini ezip geçen hızlı bir gelişme yaşanıyor. Çünkü gerek nükleer gerekse biyo-genetik araştırmalar, yatırımcının kâr güdüsüyle ve ulusal hükümetlerin başarı hırslarıyla kol kola gidiyor. Ama biz her şeye rağmen normatif tartışma süreçlerini canlı tutmakla yükümlüyüz. Çünkü böyle yapmazsak var olana teslim olmuş ve 'içinizden hayra çağıran bir ümmet olsun' çağrısına kulak tıkamış oluruz.

ZAMAN