Bediüzzaman’ın Tefsir İlmine Yönelik Tespitleri
Tevrat ve İncil, gözlerden kaybolarak tarihe mal olmuş olan geçmiş ümmetlerin kültürleri hakkında bazı doğru bilgiler verse de, insanlığın sahip olduğu en doğru kaynak yine Kur’an-ı Kerim’dir. Zira Kur’an bütün semavi kitapların özetini bize bildirmiştir. Kur’an, diğer semavi kitaplarda geçen hakikatleri tasdik etmiş, varsa tahrif edilmiş konuları da tashih etmiştir. Kur’an’ın nüzulünden sonra gelen nesiller beşinci hicrî asra kadar, Kur’an’ı okudukları zaman, kendilerini adeta semadan indirilmiş bir sofrada hissettiler ve Kur’an’ın öngördüğü uygarlığı insanlığa sundular.
Fakat maalesef Kur’an’la şereflenen Müslümanlar hicrî beşinci asırdan itibaren bu semavî sofradan yeterince istifade edemediler. Dolayısıyla Kur’an uygarlığını insanlığa hakkıyla temsil ve takdim edemediler. Sanki Kur’an’ın canlı olan mesajı birden bire durdurulmuş, toplumsal bir hastalık olan taklit kapıları açılmış, Risalet-i Muhammediye (s.a.v) adeta besleyici kanalları kurumuş bir nehir, ya da parlaklığı kaybolmuş bir yıldız haline gelmişti bir anda. Günümüz Müslümanlarına gelince, onların temel sorunu Kur’an’ı anlamadaki usulleri bilmemekten başka, kur’an’a perde olmuş sorunlu bazı malumatları aşamamaktır. Usul bilmeyince, hele Kur’an’ı perdelemiş bir yığın malumatın içinden en doğru tevili bulamayınca Kur’an’ı anlamak daha da müşkül hale gelir. Bediüzzaman ümmetin Kur’an’ı anlamasını engelleyen ve tefsiri olumsuz yönde etkileyen birçok sebep olduğunu zikreder. Dolayısıyla Kur’an’a yapılacak bir tefsir tartışılmadan önce, tefsiri olumsuz yönde etkileyen sebepleri bilmek gerekir. O, tefsire karışan ve Kur’an’ın anlaşılmasına mani olan engelleri özetle şöyle zikreder:
1) İsrailiyat
Bediüzzamana’a göre Kur’an’ın anlaşılmasını engelleyen unsurların başında, esasen Yahudi ve Hiristiyan âlimlerinin Tevrat için yazdıkları malumatlardan ibaret olan israiliyat gelmektedir. Çünkü bir kısım israiliyat İslam maarifinin içine girmekle “din” adı altında görünerek Müslümanların fikirlerini karıştırmaya başlamıştır. Zahirperest bir kısım âlimler de bazı ayet ve hadisleri israiliyata tatbik ederek onları tefsir ilmine soktular. Bu da kur’an’da yer yer tezatların bulunduğu vehmine sebep oldu. Hâlbuki sahih hadislerin dışında hiçbir kaynak Kur’an’ın gerçek tefsiri olamaz.
2) Yunan Felsefesi
Abbasi halifesi Memun döneminde felsefî kitaplar iyi niyetle tercüme edilmişti. Ancak temelinde birçok masal ve hurafe bulunan Yunan Felsefesi Arapların saf zihinlerine yerleşince onları tahkikten taklide sevk etmeye başladı. Bediüzzaman’a göre Araplar, ab-ı hayat olan İslam’ı kendi tabii zekâlarıyla anlamaya kabil iken, Yunan felsefesine talebe olmaya tenezzül etmeleri onlara yakışan bir hareket değildi. Dolayısıyla bu durum, Kur’an’ın anlaşılmasını zorlaştıran temel etkenlerden biridir.
3) Terğib ve Terhib [Aşırı derecede umutlandırmak ve korkutmak
Bediüzzaman’a göre âlimleri bu yanlışlığa iten en büyük sebep “mübalağa” denilen bir hastalıktır. Çünkü mübalağa ihtilalcidir. İnsanın tabiatında var olan mübalağa meyli, hayali hakikat gösterme istidadındadır. Bu yüzden mübalağa karakteriyle iyilik yapmak kötülüktür. Bir ilacı haddinden fazla kullanmak hastalığa yol açtığı gibi, mübalağalı terğib ve terhibler de dinin yanlış anlaşılmasına vesile olur.
4) Hakikat ve Mecaz
Bediüzzaman’a göre tefsiri olumsuz yönde etkileyen unsurlardan birisi de her hakikati mecaz, her mecazı da hakikat gibi göstermeye çalışmaktır. Her şeyi hakikat göstermek tefrit, her şeye mecaz gözüyle bakmak da ifrattır. Bediüzzaman şöyle der: “Her şeyi zahirine hamleden zahirilerin kokmuş mesleklerinin bir sonucu olan tefrit ne kadar zararlı ise, her şeye mecaz nazarıyla bakıp Batıniliği netice veren ifrat da o kadar zararlıdır.”[1]
5) Tefsirlerin Kur’an’a Perde Olması
Bediüzzamana’a göre sıkıntının en büyük kaynaklarından birisi de me’hazdeki kudsiyetin kaybolması, başka bir deyimle, kitap yazarlarının Kur’an’a ve sünnete perde olmalarıdır. Ona göre, halkı Kur’an’a uymaya sevk eden şey, mehazdeki kudsiyettir. Yani kaynağın kutsallığıdır. Bu yüzden müctehitlerin kitapları cam gibi Kur’an’ ve Sünneti göstermeli, onlara gölge olmamalıdır. Eğer zaruriyat-i diniye anlatılırken doğrudan doğruya Kur’an gösterilmiş olsaydı zihinler tabii olarak kutsallığa intikal ederdi. Oysa müctehitlerin kitapları zamanla mukallitlerin hatası yüzünden paslanıp Kur’an’a perde olmuşlardır.[2] Bediüzzaman bu gerçeği daha özlü bir şekilde ifade ederek şöyle der: “Kur’an ayine ister, vekil istemez.”[3]
Bediüzzaman bu meseleyi yazdıktan sonra bir gece rüyasında Rasulüllah’ı (s.a.v) görür. Rasulüllah (s.a.v) kendisine Kur’an’dan bir ders vereceklerdi. Kur’an’ı getirdikleri sırada Rasulüllah (s.a.v) kıyam ederler. Bediüzzaman der ki: “Resûlüllah’ın bu kıyamının, ümmeti irşad için olduğunu anladım.”
Sonuç
Kur’an’ın bir tek harfinin bir tek nüktesi için ölümü göze alan bir müfessir olarak Bediüzzaman, kaynağın kudsiyyetini muhafaza etmek için bütün kitaplarını, Kur’an’ı gösteren birer ayine olarak telif etmiştir. Kendi ifadesiyle şöyle der:
Ben görüyorum ki, Kur’an’ın hakikatlerine ait bazı kemalat, o hakikatlere dellallık eden vasıtalara veriliyor. Bu ise yanlıştır. Çünkü mehazin kudsiyyeti, çok burhanlar kuvvetinde tesirat gösteriyor. Onunla ahkâmı umuma kabul ettiriyor. Ne vakit dellal ya da vekil gölge etse, yani onlara teveccüh edilse, o mehazdeki kudsiyetin tesiri kayboluyor.”[4]