Ahmet Hoca'nın Kedisi

Ahmet Hoca'nın Kedisi

İlim tahsil etmek zor bir meslektir. Hele geleneksel doğu medreselerinde Arapça ilimlerini okumak, her bakımdan fedakârlık isteyen bir iştir. Mahrumiyetler içinde hayatiyetini sürdüren bir medresede okumak adeta fakirliğe, açlığa, hastalığa ve yoksulluğa razı olmak anlamına geliyordu. Eğer ülkenin şartları el vermiyorsa durum daha da vahimleşir. İlim ehlinin çektiği sıkıntılara bir örnek olması bakımından, Ahmet Hoca'nın başından geçen bir öyküyü anlatacağım:

Tuhuplu Ahmet Hoca, tahminen 13-14 yaşlarında, yani henüz temyiz yaşına ulaşmış bir yaştaydı. Köy hocası Molla Yusuf'un tavsiyesi üzerine geleneksel doğu medreselerinde okumak üzere doğum yeri Tuhup'tan ayrılmaya karar vermişti. Amacı, yine Tuhup'lu bir hoca olan ve Hırbe mirişk (Tavuklu) köyünde imamlık yapan Molla Hüseyin'in yanında okumaktı. Köyden ilk ayrılışı sayıldığı için yaya olarak üç saatlik heyecan dolu bir yolculuğa başlamıştı. Annesi, babası, amcası ve diğer aile fertleri onu yolcu etmek için hep ayaktaydılar.

Yalnız değildi; yanında küçük kardeşi Hacı Mahmut da vardı. Merkebin sırtına koydukları bir yastık, bir yorgan ve bir kitapla yola çıktılar. Derelerden, tepelerden ve çitle çevrili bağlar arasındaki daracık yollardan ilerleyerek nihayet köye varmışlardı.

 Molla Hüseyin onu talebe olarak kabul ettikten sonra kardeşi Mahmut merkebi alıp köye geri dönmüştü. Ahmet Hoca o köyde yalnız bir talebeydi. Köyün özel bir medresesi yoktu. Bu yüzden Ahmet Hoca camide yatıp kalkıyordu. Cami onun için hem medrese hem de yatakhaneydi. Bir bakıma çok memnundu; çünkü ezeli bir baharın ilk çiçekli günlerine benzeyen gençliği köyün kırsalında geçiyordu.

Kırların yorgun sükûnetini bozan bülbül sesleri, kuşların cıvıltısı, bazen de inek böğürtüleri ve köpeklerin havlayışı köy hayatına lezzet katan unsurlardı. Ahmet Hoca da yeşil kırlar, kelebek dolu ağaçlar, güzel kokular, kuşların ve serçelerin şarkılarını dinleyerek Arapça dersler alıyor ve ilk ilmi hayatını sürdürüyordu.

Medrese geleneğine göre talebe her gün sabah ve akşam bir evden yemeğini (tayın) alır ve camiye getirir; bununla idare etmek zorundadır. Zira öğle vakti yemek yoktur. Tayın dediğin şey bir ekmek ve tabak dolusu köy yemeğinden ibaret idi. Talebe su sıkıntısını çektiği zaman tabağını yıkamaz, yemek aldığı eve geri götürebilirdi. Ahmet Hoca da akşam yediği tabağı pencereye koyar ve yatardı.

 Bir sabah tayın almak üzere tabağını almak istediğinde tabağın temizlenmiş olduğunu hayretle gördü ve : “Hay Allah razı olsun.

Demek ben uyuduktan sonra bir hanım teyze gelip tabağımı yıkıyor ve buraya geri koyuyor” diye düşünmeye başladı ve tabağı yıkayan o meçhul kadına bol bol dua etti. Her gün, yıkanmış kabul ettiği aynı tabakla tekrar tayınını almaya gitti. Tayını veren ev sahibi de tabağın temiz olduğunu görünce yemeği aynı tabağa dolduruyordu.

Derken günler birbirini kovaladı; üzüm zamanı, ardından bağ bozumu zamanı geldi çattı. Güz mevsimi biraz serin de olsa havalar çok güzel gidiyordu. Fakat henüz kış gelmeden Ahmet Hoca şiddetli bir nezleye yakalanmıştı. O kadar ki, birkaç gün yatağa mahkûm olmuş, serin ve uzun güz gecelerinde günlerce uykusuz kalmıştı. Ahmet Hoca için artık köyün o güzel havası gitmiş, hastalığın verdiği elemden dolayı uzun ve hareketsiz geceler başlamıştı. Caminin büyüklüğü, gecenin sessizliği, vücut ateşinin yüksekliği ve birçok yeri açık olan pencereden giren soğuk rüzgârın uğultusu her akşam ona bir ürperti ve lahutî bir korku veriyordu.

Ahmet Hoca bir gece getirdiği yemekten biraz yedi ve tabağını pencereye koydu. Hastalık ve ateşten dolayı gözüne uyku girmeyince, uyumuş gibi yaparak pencerenin yanındaki yatağa uzanmış bekliyordu. 

Bir de ne görsün; küçük bir canavarcığı andıran bir sokak kedisi caminin açık bir yerinden içeri girip pencereye doğru hareket etmeye başladı. Kedinin küçük fakat fırlak ve parlayan gözleri, adeta bir zebaninin kanlı gözlerini andırıyordu. Ahmet Hoca kedinin bu heybetli halini ve emin adımlarla yaklaştığını görünce meçhul bir korku ile ürperdi, fakat istifini bozmadan yatağında beklemeye devam etti. Küçük canavar, meğerse her gün yediği karavanasının üzerine gider gibi doğruca pencerenin önündeki yemek tabağının üzerine gitti.

Kalan yemeği afiyetle yedikten sonra kalaylanmış bakır tabağı pembe renkli elastiki diliyle temizlemeye başladı. Tabağı pırıl pırıl parlattıktan sonra da bırakıp dışarı çıktı.

Korkuyla ve ibretle kediyi seyreden Ahmet Hoca, kedinin dışarı çıkmasıyla birlikte derin bir nefes aldı. Fakat bir kış nezlesine değil, muhakkak bir sokak kedisi nezlesine yakalanmış olduğunu da anladı.

Meğerse tabağı temizleyen, günlerdir dua ettiği meçhul teyze değil, “Ya Rahim” ismine mazhar olan ve temizliğiyle birçok insana örnek olan sokak kedisiymiş.

betasus - betboo - betebet - betgaranti - betgram