ABDÜLKADİR BADILLI AĞABEY

ABDÜLKADİR BADILLI AĞABEY

Allah’ın Rahmeti ve bereketi onun üzerine olsun. Bediüzzaman gibi garip bir insanın garip bir talebesiydi Badıllı Ağabey… Hakikaten de üstadın diğer talebelerine birçok yönüyle benzemiyordu. 1936’da dünyaya gelen ve 1953 yılında Üstadı Isparta’da ziyaret eden Badıllı ağabey, Üstad tarafından Zübeyr ve Hüsrev gibi kabul edilmişti. 16-17 yaşlarında Üstadı tanıyan Badıllı ağabey o gün bugündür bir ömür hem Risale-i Nur hizmetinin içinde kaldı.

Üstadın hayatında, büyük bir heyecanla Risale-i Nur’un neşir hizmetine başlamıştı. Bu maksatla köye gidip annesinden kalan kırk kadar koyunu, tanesi 40 liradan sattı. İstanbul’a giderken Üstadı ile görüşüp istişare etmek maksadıyla Isparta’ya uğradı. Onun Barla’ya gittiğini öğrenince oraya gitti. Badıllı ağabey Üstadın elini öptükten sonra, “Üstadım, izin verirseniz, teksir makinesi almak için İstanbul’a gidiyorum” dedi.

Badıllı ağabey, cebindeki paranın miktarını hiç kimseye söylemediği halde Üstad onu bir konuda uyarmak için şöyle demişti: “Bak kardeşim, sen bin beş yüz lira fedakârlık yapıyorsun, ama teksir edeceğin Risalelerin sıhhatine azamî dikkat etmek lâzımdır” dedi. Badıllı, Üstadın onun cebindeki parasına ve yanlışsız Risale neşrine dikkat çekmesini anladı ve: “İnşaallah dikkat ederim” dedi. Bu yüzden Abdülkadir Badıllı’nın, bazı şarlatanların Risale-i Nuru tahrif girişimlerine hayatı boyunca hep sert cevaplar verdi ve bunu asla kabul etmeyeceğini söyledi. Çünkü üstadı onu bu konuda uyarmıştı.

O zamanlar devletin Nur talebeleri üzerine ağır baskısı vardı. Badıllı ağabey, eski Said’in eserlerini bastırmak istiyordu. Bu eserlerde Üstadın Kürtçe mektup ve makaleleri de vardı. Devletin ağır baskısını omuzlarında hisseden ağabeyler ise, Badıllı Ağabeye bu konuda izin vermek istemiyorlardı. Bu yüzden Türkiye’de Arapça Risaleleri ve Eski Said’in eserlerini basamadı. Ama Badıllı ağabey bu konuda ısrarlıydı. Babasından ve annesinden kalma bütün arazilerini satarak Risale-i Nurun neşri için harcadı. İstanbul, Ankara, Bağdat, Haleb, Şam, Beyrut ve Suudî Arabistan… Mesnevi-i Nuriyeyi, İşaratu’l-İcaz’ı ve Asar-i Bediiyeyyi bastırmak için bu şehirler arasında gidip-geldi.

Bir taraftan da mürcaat edilecek büyük bir Arapça kütüphane oluşturmak için sürekli kitap satın alıyordu. Kısacası Nurların neşri için çok eziyet, yoksulluk çekti. Bir taraftan Risale-i Nurları basmaya çalışırken diğer taraftan, en ince bilimsel kaynakları referans göstererek Mufassal tarihçe-i Hayat ve Risale-i Nur’un kutsî kaynakları gibi dev-asa iki eseri kaleme aldı ve yayınladı. Badıllı Ağabeye “Fahrî Doktora” unvanını veren juri arasında bulunmakla iftihar ediyorum ve diyorum ki: “Risale-i Nur’un Kutsî Kaynakları” adlı eser hakikaten tek başına, 3 adet doktora seviyesinde muhteşem bir eserdir.

İsmi Müslümanların ismine benzemeyen bir yazar Abdulkadir Badıllı Aağabey’e laf saymış, hakaret etmiş. Neymiş Yezîd’in yanında yer alana rahmet okutamazmış. Yezîd’ten kasdı da Sayın Cumhurbaşkanı… Bir Müslümana yezîd diyene ne denir acaba? Ama o yazarı ve avenelerini kahredecek kalabalıklar Cumartesi günü Badıllı ağabeyi uğurladılar ve onu hep rahmetle yad edecekler inşallah.

Galiba neden Badıllı ağabeyden hoşlanmadıklarını biliyoruz: Risale-i Nurları tahrif ettikleri zaman onlara alkış tutmadığı için… Belki de İsrail’de öldürülen çocuklara ağlamayıp Filistin Müslümanlarına kucak açtığı için… Ya da tesettür emrine teferrüat demediği için; belki de Papa ile dostluk kurmadığı için…

Ziya Paşa’nın şu şiirini kendisine hatırlatıyorum:

Erbab-ı kemali çekemez nakıs olanlar,

Rencide olu, dide-i huffâş ziyâdan.

Yani, alçaklar çekemezler kemal erbabını; zira yarasanın gözü ışıktan rencide olur.

Aynen böyle