28 Şubat'ın En acı Hikayelerinden.. Emine Yüksel Başından Geçenleri Anlattı

Yıl 1997 günlerde 28 şubat'ta toplanan Milli Güvenlik Kurulu Dindarları hedefa alan bir dizi karara imza attı. Çıkan bu kararlar özellikle başörtüsü ile okumak isteyen öğrencileri ve kuran kurslarını çok derinden etkiledi. Hayatın her alanına etki eden bu kararlarda etkilenenlerden birisi de Şanlıurfa'da kur'an kursu hocalığı yapan Emine Yüksel Oldu. Emine yüksel, o dönemde terör yuvası gibi basılan kurslarının hikayesini yazdı

28 Şubat'ın En acı Hikayelerinden.. Emine Yüksel Başından Geçenleri Anlattı

Emine Yüksel; "BENİM 28 ŞUBAT HİKAYEM" diyerek kaleme aldığı hikayesinde inanılması güç olayların yaşandığını gözler önüne serdi.

İŞTE EMİNE YÜKSEL'İN 28 ŞUBAT DÖNEMİNDE YAŞADIKLARI...

2000 yılının Şubat ayı idi ; Devlet erkanının dilinden düşürmediği kendi demokrasilerine, tüm insan haklarına vurulan darbe ile kanayan yaranın ızdırabını ve haksızlıkların soğukluğunu yaşıyorduk.
Havada iliklerimize kadar hissettiriyordu bunu.

Pek kar yağmayan Urfa’da günlerdir kar yağıyordu.
Ve çok soğuktu.
Kar bembeyaz bir çarşaf gibi örtmüştü her tarafı.
Sanki kar yapılan çirkinlikleri örtmeye çalışıyordu

Yaradanın tüm insanlığa "ağır ağır düşünerek oku ve amel et" dediği Kur'an’ı Kerim o günlerde özgürce okunamıyor ve okuyan kişilerle istişare yapılamıyordu.
Yol gösterici rehber yasaklanmış , mü’min olabilme yoluna set konulmuştu.
İrade özgürlüğü veren Allah’a karşı kafa tutuluyordu.
Farkında olarak ve kasıtlıydı bu.
Onların gayesi İslam'la ve din ileydi.

İslami toplantılar ve Kur’an derslerinde yasak vardı.
Baş örtüsü zulmü hat safhadaydı.
Her gün bir yerler basılıyor, kendi cinayetlerinin faillerini müslüman mü’minler olarak ilan ediyorlardı.
Mezar evler dedikleri yerlerde kendi eserleriydi.

Devlet dairelerinde ve okullarda baş örtüsü, namaz ve hatta İslami terimler dahi yasaktı.

Ben ise;
Her zamanki gibi  medreseye gelmiştim o gün ve kızlarıma seslendim.

"Haydi kızlarım evlerinize gidin" diye..

—Bir şey mi var hocaanne?"

"Şu an yok.
Fakat haberlerde her gün komutanlar insanları tehdit ediyorlar.
Yine bir komutan ‘1000 yıl sürse de (İslam'la) mücadelemiz devam edecek.’  dedi.
O yüzden bir süreliğine evlerinize gidin.
Urfa'da oturanlar şimdi gitsin.
Başka şehirde oturanları da arkadaşım otogara bırakacak.
Biz de medreseyi toplayalım.”

—"Hocam bizim suçumuz yok ki...
Biz sadece Kur'an okuyoruz.
Bir cemaate veya dışardan bir gruba da bağlı değiliz"

"Öyle ama onlar bizi hapse atmak için bir kulp bulurlar."

On iki kişiyle beraber medreseyi toparladık.
İkindi namazını kıldık.
-Sanki bir şey olacakmış gibi- dış kıyafetlerimizi de giydik.

Sonrasında kapı şiddetle vuruldu.
Kapıyı çalmak değil, yerinden sökmekti amaç sanki.
Bir kızımız kapıyı açtı ve bir anda onlarca polis ellerindeki silahı bize doğrultarak içeri girdiler.
Neye uğradığımıza şaşırmıştık.
Talebeler korkmuştu.
O sırada her halinden polisleri yöneten biri olduğu belli olan üst rütbeli bir şahıs
"Kimse kımıldamasın!" dedi.

Oysa kımıldamıyorduk zaten.
Kımıldayacak hal mi kalmıştı.
Çünkü şaşkındık, korkmuştuk, taş kesilmiştik.
Hepimizi kursun bahçesine topladılar.
Ayaktayız.
Oturma yasak, çanta açmak yasak, kımıldamak yasak.
Bir yandan da anons geçiyorlardı.
“Bir hücre evine baskın yaptık, takviye ekip ve onları emniyete götürmek için araçlar gönderin" diye.

"Hücre evi mi?
Biz mi?" diyebildim sadece..
Bu polis ne diyordu böyle?
Kulaklarıma inanamıyordum.
Çok şaşkındım.
Polisler, bana ve talebelerime birer katilmişiz gibi bakıyorlardı.
Zafer kazanmış bir kumandan edasıyla
"Her yere bakın."
Parmağıyla bahçemizi göstererek
"Buralara da bakın.
Ölüleri buralara gömmüş olabilirler."
dedi üst rütbeli şahıs.

Ben ve yaşları 8 ila 20 yaşındaki kızlar mı adam öldürecektik?
Şaka mı bu!

( O adamın Komser mi, amir mi olduğunu bilmiyorum ama gayet ciddiydi.)

Medresemizin altını üstüne getiriyorlardı.
Halı, bahçe, dolap, yatak...
Bakmadık yer bırakmadılar.

Biraz sonra takviye kuvvette geldi.
Etrafımızda ki polisler çok azdı ya...

Sanki biz devleti yıkacak güçteydik ve onlar da devleti kurtarıyorlardı.

"Bunların başkanı kim?" diye seslendi üst rütbeli şahıs.
Konuşamadan gözleri korku dolu bir şekilde, talebeler birbirlerine baktılar.
Ne diyeceklerdi?
Hayatlarında ilk defa böyle bir olayla karşılaşıyorlardı.

Öne çıktım
“Hocaları benim" dedim.
Adın ne
"Emine Yüksel"
“Hangi örgüte bağlısınız?"
“Hiç bir örgüte bağlı değiliz"
"Yalan söylemeyin!"
"Gerçekten bir örgüte bağlı değiliz."
"Biz itiraf ettirmesini biliriz." dedi üst rütbeli şahıs.

Tabii burada yazmak ve okumak bile kolay değilken o anki ruh halimizi siz düşünün artık.
Hissettiğim korku ve endişe küçücük çocukların, ailelerinin verecekleri tepkilerinin acısıydı.
Talebelerimin uğradıkları haksızlığın ızdırabıydı
İçim sızlıyordu, tüm benliğimde haksızlığın acısını hissediyordum.
Zulmü tüm damarlarım da hissediyordum.

Etrafı arayan polisler Kur'an'ın dışında ve normal kitapların haricinde suç unsuru teşkil edecek hiç bir delil bulamamışlardı.
Sanki eli boş dönmenin acısını yaşıyor gibiydiler.

Polislerin ellerini boş gören o üst rütbeli şahıs;
"Suç delillerini yakmış olmalılar çünkü banyo sobası yanıyor" dedi.
Oysaki biz çok soğuk olduğu için banyo sobasını yakarak sıcak suyla temizlik yapmıştık.

Bizleri Haşimiye meydanında bekleyen polis otobüsüne bindirdiler.
"Memur bey beni götürün, bunlar daha çocuk.
Hem bunlar devlete ne yapabilirler ki?" dedim.
"Sus" dedi o memur.

Etrafımızda silahlı onlarca polis eşliğinde Haşimiye Meydanı’na getirildik.
Halk merak içinde bize ve birbirlerine bakıyorlardı.
Suskunca..
Sessizce..
Tiksinerek..
Musibetmişiz gibi..
Karakola apar topar götürülüyor olmamız onlarda bizim çok canice, çok dehşet boyutta suç işlemişiz bakışlarını oluşturmuştu.
Bakışlarıyla “ Siz Suçlusunuz”
“ Siz kimbilir ne yaptınız “ baskısını hissettiriyorlardı bizlere.

"Ben bacınızdım hani.
Neden böyle bakıyorsunuz.
Biz suçsuzuz.
Ne olur bize böyle bakmayın." dedim sessizce.
Ama kalbim feryad ediyordu.
Çığlık çığlığa.
Yağmur ve gözyaşım birbirine karışıyordu.
Korkudan değil o kardeşlerimin bakışlarıydı beni kahreden.
O bakışlar delip geçmişti yüreğimi.

Damgalanmış artık.
Urfa'da yeni gündem bizdik.

"Eşime haber verir misiniz?" dedim.
"Hayır" diye bağırdılar.

Nasıl haber verecektik şimdi.
Telefonum vardı ama, dokunamıyordum.
O zamanlar telefon açılınca teyplerde gıcırtı olurdu.
Bu nedenle de tuşlarına dokunamıyordum.
Teypte de sonradan öğrendiğime göre
Murat Kekilli’nin
"Bu akşam ölürüm beni kimse tutamaz" şarkısı çalıyordu.
Sanki o şarkıyla , sırf senin için ölürüm Allah’ım beni kimse tutamaz der gibiydim.
8-10 yaşlarındaki iki kızım, arkadaşım ve eşi, korku içindeki talebeler...

Polis aracıyla Karaköprü çevik kuvvetteki terörle mücadele yazan bodrum katına getirildik.
Terörle mücadele…!
Terörle mücadele eden biz miydik, onlar mıydı, bilemedik?

Ve terörist olmayan bizler terörist gibi görülüyorduk artık.
Soğuk bir odaya alındık.
Son ses ruha korku salan bir müzik çalıyordu.
Bu bizi daha da tedirgin ediyordu.
Zulüm müzik ile başlamıştı,
Müzik ile zulmün başlayacağını duyuruyorlardı bize.

Bir yandan bize bu müzik ile ruhumuza acı hissettirilir iken, diğer yandan da başka teröristlerin feryatlarını kapatıyorlardı.

Müzik ile zulmün sesi kapatılıyordu adeta.

Asıl teröristlerle yer değiştirilmiştik

Akşam olmuştu.
Birkaç tane sivil polis yanımıza gelerek biz sizleri Haşimiye’de görmüştük dediler ve
“Sen bunların başkanısın değil mi?” diyerek benim bir talebemi gösterdi bir sivil polis.
O talebem zaten korku içindeydi.
Cevap veremedi.
Hâlbuki o hiç bir zaman Haşimiye’de dolaşmazdı, dolaşmamıştı.
Dışarıdan gelen sadece bendim.
"Bunların hocası benim bütün suçu üstüme alıyorum" dedim.
Ve
Alaycı bakışlarla karşılaştım.

Namazımızın vaktinin geçmesinden korkuyordum.
Saat kaç olduğunu da bilmiyordum.
"Namaz diyebildim sadece.
Namaz kılabilir miyiz?
Abdestimiz de var."
İzin verdiler mi?
Tabii ki izin vermediler.

Hastaneye götürüldük.
Darp raporu aldık güya.

Tekrar çevik kuvvete getirildik.
Tekrar namaz diyebildim sadece.
Namazımızın vakti geçiyordu ve asıl şimdi daha çok ihtiyacımız vardı namaza.
 Allah’a yakarmaya.
"Ne olacağını bilmiyorsunuz siz hâlâ namaz mı diyorsunuz?"
"Evet namaz benim için sizin yapacağınız işkenceden daha önemlidir."
dedim.
Baktım olmuyor.
Herkesin geçtiği ayak altında kirli bir yerde kıbleyi tayin ederek namazımı kıldım.
Sonra talebelere “Haydi sizde namazınızı şurada kılın."
dedim.
Bir polis bize acımış olacak ki bir battaniye getirdi namaz kılmamız için.
Talebeler de namazlarını kıldılar.
Rahatlamıştık.

Şimdi ifademizi verebilirdik.
Oruçtuk.
Susuzduk.
Hamile olduğum için
Midem bulanmaya başım dönmeye başlamıştı.
Saatlarca ayakta durduğum içinde belim kırılacak gibiydi.
Bayılacak hale geldim.
.
Nihayet
İfademiz alındı.

Nöbetçi mahkemeye çıkarıldık.
İki yıl ceza almıştım.
(Suçu(!) ben üstlenmiştim )

Burası da uzun bir hikaye.
Hapse atılmadım.
Tutuksuz yargılandım.

Velhasıl yazacak çok şey var uğradığımız haksızlıkla alakalı ama şimdilik bu kadar yazmış olayım..
Ve bir şairin sözleriyle sonlandırıyor bu söz ile de noktalıyorum yazımı;
Unutmayın aziz dostum,
Tarih güçlüleri değil,
Daima,
Haklıları yazar...✨
demiş şair ve güzel demiş.
Erbakan hocamızın çektiklerinin yanında bizimkiler devede kulak kalırdı.
Allah Erbakan hocamızın mekanını cennet kılsın.

Not: ✍️”28 Şubat'taki yaprak dökümü" isimli romanımda daha teferruatlı bir biçimde o günleri yazacağım inşaallah.
Allah kendi rızası için çalışan tüm mü'minlerin ve haksızlığa uğrayan insanların yanında olsun.

Emine Yüksel